top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Son Hediye

"Neden saatine Bahar diyorsun dayı"


Bahar uyukladığı koltukta sıçrayarak uyandı. Kapıdaki kuş sesli zil çalmıştı. Ya da ona öyle gelmişti. Son günlerde kulaklarında, bir tıpanın tıkanmasıyla kesilen beklenmedik çınlamalar oluyordu. Vücudunun verdiği sinyallere kulak kabartsa daha neler neler duyacaktı, hissedecekti kim bilir, ama artık aldırdığı yoktu. Ardında, yokluğundan üzülecek kimse olmadığından, tekleyen bedenine müdahale etme gereği görmüyordu. Neredeyse hiç görmüyordu da. Katarakt katmanlarının kuşattığı gözleri, rutubetten, önce yeşermiş, sonrasında kirli siyah noktalarla kaplanmış duvarları bile seçemiyordu. Üzerinde minik nem böceklerinin volta attığı duvarlardan yükselen küf kokusu genzine yerleşmiş ve evdeki kesif yaşlılık kokusuyla kaynaşmıştı. Yıllar önce emekli olduğunda koynunda biriktirdiği paralarla satın aldığı bu kuş kafesi de kendisiyle birlikte yaşamdan azlolunmaya doğru hızla yuvarlanıyordu. Kesik kesik öten zil sesi bir kere daha çınladı. Yayları fonksiyonunu yitirmiş koltuğun, kendini içine hapseden hükümranlığından zar zor kurtulan Bahar, dizlerini ele geçiren kireçlenme illetine söverek loş antreye gitti. Yüksek ahşap kapıyı açmadan, gözetleme deliğinden baktı. Kimseyi göremeyince zincir kilidinin izin verdiği aralıktan eşiği kolaçan etti. Paspasın üzerinde duran küçük kare kutuyu, tam kapıyı kapatmak üzereyken son anda fark etti. Kısa bir tereddüdün ardından zinciri çözdü, eğilerek üzerinde adı yazılı kutuyu aldı. Galata’nın eski apartmanlarından birinde, kendisi gibi tedavülden kalkmaya hazırlanan komşularıyla yıllardır aynı çatıyı paylaşmasına rağmen, hiç biriyle sürekli ve kalıcı ilişkiler kurmamıştı. Geçmişi, kara bulut gibi tüm hayatını gölgelemişti. G.Ö., G.Ç., G.S. -genelev öncesi, çağı ve sonrası- olarak üç döneme ayırdığı yaşamını hep başkalarının ev, kendisinin mahpushane olarak adlandırdığı yalnızlığa adanmış dört duvar arasında geçirmişti. Kutuyu kimin bıraktığını merak ediyordu ve fakat komşulara yakalanmaktan da çekiniyordu. Dairesinin içindeki küf kokusu, apartmanın içinde de devam ediyordu. Merdivenlerin çiçek desenli yer yer oksitlenmiş korkuluklarının arasından sokak kapısına baktı. Görünürde hiç hareket yoktu. Eve girip kapıyı kilitledi ve meraklı bakışlarının odaklandığı kutuyu salonun bir duvarına yaslanmış masanın üzerine bıraktı. Yeşil kadifesi eprimiş sandalyeyi çekip oturdu. Her öğün yüzünü duvara verip hatıralarıyla hesaplaştığı masanın şahitliğinde kutuyu açarken, tam omurgasında hissettiği ürpertiyi salondaki bir çift yabancı göze atfederek dönüp tüm odayı bakışlarıyla taradı. Şüpheye mahal bırakmayacak kadar yalnızdı. Kutunun içinden şişkin bir zarf çıktı. Sararmış fotoğraflar, deri kayışlı kahverengi bir saat, bir çift bebek ayakkabısı masanın üzerinden kendisine bakıyordu. Saatin duyulmayan tik takları Bahar’ı, G.Ç. dönemindeki sarı duvarların arasına götürdü.

Brokar desenli oymalı koltukta, kendisini güvende hissettiği kollara bırakmıştı Bahar. Madam Alyoşa daha ilk gün, yüzünü örten dumanın ardından, parmaklarının arasında tuttuğu uzun sigara ağızlığını sallayarak evin birinci ve en önemli kuralını, kelimelerin teker teker üzerine bastırarak tembih etmişti; sadece bedenini açacaksın, duygularını değil. Toy ve itaatkâr Bahar ruhunu, gönlünü sevgiye kapatmıştı. Genelev öncesi hayatında da bu sözcüğün manasını kanıtlayacak deneyime sahip olamadığından, Muhsin Bey bu kapıdan giriş yapana kadar görev bilincine sahip çıkmış ve Madam Alyoşa’nın göz bebeği olmuştu. Eros’un aşk iksirli oku kalbine isabet etmişti ve Bahar bedenini istila eden kelebeklere bir türlü kapıyı gösteremiyordu.

“Bu evden çıkıp kendine yeni bir hayat kurmak istemez misin Bahar?” diye sormuştu Muhsin Bey.

“Benim evim burası Muhsin Bey. Zaten zamanı geldiğinde su akıp yolunu bulacak,” olmuştu Bahar’ın cevabı. Aslında içinden bir ses, avaz avaz bağırarak kadere isyan ediyordu. Amma velakin sesini duyacak Tanrı’sı yoktu Bahar’ın. Olsaydı, babası erkenden ölmez, biçare annesi amcalarıyla köşe kapmaca oynamaz, amca çocukları daha on üç yaşındayken yatağına girmek için sıraya girmez, evden kaçacak cesareti bulduğunda yolu geneleve düşmezdi. Taşra toprağında topukları ezilmiş ayakkabılarını, teli kırık şemsiyesini, sırf buraya ne şartlarda geldiğini unutmamak için dolabında saklıyordu. Bu saatten sonra onu kollayacak bir Tanrı’ya ihtiyacı da yoktu.

Sabaha karşı Muhsin Bey gittiğinde, Bahar bir daha onu görmeyeceğine dair kendi kendine söz verdi. Soluğu Madam Alyoşa’nın odasında aldı. Önünde diz çöktü, gözlerinden akan sicim gibi yaşların gırtlağına tıkadığı hıçkırıklardan fırsat buldukça, günah çıkartırcasına Muhsin Bey’e âşık olduğunu, hatta ondan bir bebeği olacağını itiraf etti. Yatağının ucunda oturan Madam Alyoşa ellerini uzattı ve Bahar’ı kendine doğru çekti. Evdeki kızların içinde bir tek onda, kafeste çırpınan kuşun çaresizliğini, vaktinden önce sona eren kendi çocukluğunu, gençliğini görüyordu. Uzun saatler boyunca Bahar’ı dinledi. Muhsin Bey’e duyduğu derin hisleri, ondan, sadece ondan çocuk sahibi olmak istediğini, evin kuralını çiğnediği için duyduğu büyük üzüntüyü ciğerleri sökülürcesine ağlarken anlattı, anlattı, anlattı. Bahar’ın yerinde başka bir kız olsaydı Madam Alyoşa çoktan kapı önüne koymuştu. Ama onu koruyup kollayacağına dair söz verdi.

“Sen her şeyi bana bırak. Bu bebek doğacak. Merak etme,”

Madam Alyoşa kurallarını bir tarafa bıraktı; Bahar’ın kendisini bir daha göremeyeceğini söyledi Muhsin Bey’e. Ayağı evden kesildi o kibar İstanbul Beyefendisinin. Otuz dokuz hafta boyunca Bahar, Muhsin Bey’i düşünmeden bir gün bile geçirmedi. Bir gece aniden sancılar başladı. Madam Alyoşa önceden araştırdığı, doktorun tavsiye ettiği ebeyi eve çağırttı. O gece hiçbir müşteriyi kabul etmediler. Ev de, çalışan kızlar da ilk defa şahit oldukları olaya büyük bir sır gibi sahip çıktılar. Bahar’ın kapalı pencerelerden çıkış bulamayan çığlıkları evin bütün odalarında korkunç, tiz yakarışlara dönüşüp boğuluyordu. Kızların en gençleri, yaşı