Öykü: Son Hediye
"Neden saatine Bahar diyorsun dayı"
Bahar uyukladığı koltukta sıçrayarak uyandı. Kapıdaki kuş sesli zil çalmıştı. Ya da ona öyle gelmişti. Son günlerde kulaklarında, bir tıpanın tıkanmasıyla kesilen beklenmedik çınlamalar oluyordu. Vücudunun verdiği sinyallere kulak kabartsa daha neler neler duyacaktı, hissedecekti kim bilir, ama artık aldırdığı yoktu. Ardında, yokluğundan üzülecek kimse olmadığından, tekleyen bedenine müdahale etme gereği görmüyordu. Neredeyse hiç görmüyordu da. Katarakt katmanlarının kuşattığı gözleri, rutubetten, önce yeşermiş, sonrasında kirli siyah noktalarla kaplanmış duvarları bile seçemiyordu. Üzerinde minik nem böceklerinin volta attığı duvarlardan yükselen küf kokusu genzine yerleşmiş ve evdeki kesif yaşlılık kokusuyla kaynaşmıştı. Yıllar önce emekli olduğunda koynunda biriktirdiği paralarla satın aldığı bu kuş kafesi de kendisiyle birlikte yaşamdan azlolunmaya doğru hızla yuvarlanıyordu. Kesik kesik öten zil sesi bir kere daha çınladı. Yayları fonksiyonunu yitirmiş koltuğun, kendini içine hapseden hükümranlığından zar zor kurtulan Bahar, dizlerini ele geçiren kireçlenme illetine söverek loş antreye gitti. Yüksek ahşap kapıyı açmadan, gözetleme deliğinden baktı. Kimseyi göremeyince zincir kilidinin izin verdiği aralıktan eşiği kolaçan etti. Paspasın üzerinde duran küçük kare kutuyu, tam kapıyı kapatmak üzereyken son anda fark etti. Kısa bir tereddüdün ardından zinciri çözdü, eğilerek üzerinde adı yazılı kutuyu aldı. Galata’nın eski apartmanlarından birinde, kendisi gibi tedavülden kalkmaya hazırlanan komşularıyla yıllardır aynı çatıyı paylaşmasına rağmen, hiç biriyle sürekli ve kalıcı ilişkiler kurmamıştı. Geçmişi, kara bulut gibi tüm hayatını gölgelemişti. G.Ö., G.Ç., G.S. -genelev öncesi, çağı ve sonrası- olarak üç döneme ayırdığı yaşamını hep başkalarının ev, kendisinin mahpushane olarak adlandırdığı yalnızlığa adanmış dört duvar arasında geçirmişti. Kutuyu kimin bıraktığını merak ediyordu ve fakat komşulara yakalanmaktan da çekiniyordu. Dairesinin içindeki küf kokusu, apartmanın içinde de devam ediyordu. Merdivenlerin çiçek desenli yer yer oksitlenmiş korkuluklarının arasından sokak kapısına baktı. Görünürde hiç hareket yoktu. Eve girip kapıyı kilitledi ve meraklı bakışlarının odaklandığı kutuyu salonun bir duvarına yaslanmış masanın üzerine bıraktı. Yeşil kadifesi eprimiş sandalyeyi çekip oturdu. Her öğün yüzünü duvara verip hatıralarıyla hesaplaştığı masanın şahitliğinde kutuyu açarken, tam omurgasında hissettiği ürpertiyi salondaki bir çift yabancı göze atfederek dönüp tüm odayı bakışlarıyla taradı. Şüpheye mahal bırakmayacak kadar yalnızdı. Kutunun içinden şişkin bir zarf çıktı. Sararmış fotoğraflar, deri kayışlı kahverengi bir saat, bir çift bebek ayakkabısı masanın üzerinden kendisine bakıyordu. Saatin duyulmayan tik takları Bahar’ı, G.Ç. dönemindeki sarı duvarların arasına götürdü.
Brokar desenli oymalı koltukta, kendisini güvende hissettiği kollara bırakmıştı Bahar. Madam Alyoşa daha ilk gün, yüzünü örten dumanın ardından, parmaklarının arasında tuttuğu uzun sigara ağızlığını sallayarak evin birinci ve en önemli kuralını, kelimelerin teker teker üzerine bastırarak tembih etmişti; sadece bedenini açacaksın, duygularını değil. Toy ve itaatkâr Bahar ruhunu, gönlünü sevgiye kapatmıştı. Genelev öncesi hayatında da bu sözcüğün manasını kanıtlayacak deneyime sahip olamadığından, Muhsin Bey bu kapıdan giriş yapana kadar görev bilincine sahip çıkmış ve Madam Alyoşa’nın göz bebeği olmuştu. Eros’un aşk iksirli oku kalbine isabet etmişti ve Bahar bedenini istila eden kelebeklere bir türlü kapıyı gösteremiyordu.
“Bu evden çıkıp kendine yeni bir hayat kurmak istemez misin Bahar?” diye sormuştu Muhsin Bey.
“Benim evim burası Muhsin Bey. Zaten zamanı geldiğinde su akıp yolunu bulacak,” olmuştu Bahar’ın cevabı. Aslında içinden bir ses, avaz avaz bağırarak kadere isyan ediyordu. Amma velakin sesini duyacak Tanrı’sı yoktu Bahar’ın. Olsaydı, babası erkenden ölmez, biçare annesi amcalarıyla köşe kapmaca oynamaz, amca çocukları daha on üç yaşındayken yatağına girmek için sıraya girmez, evden kaçacak cesareti bulduğunda yolu geneleve düşmezdi. Taşra toprağında topukları ezilmiş ayakkabılarını, teli kırık şemsiyesini, sırf buraya ne şartlarda geldiğini unutmamak için dolabında saklıyordu. Bu saatten sonra onu kollayacak bir Tanrı’ya ihtiyacı da yoktu.
Sabaha karşı Muhsin Bey gittiğinde, Bahar bir daha onu görmeyeceğine dair kendi kendine söz verdi. Soluğu Madam Alyoşa’nın odasında aldı. Önünde diz çöktü, gözlerinden akan sicim gibi yaşların gırtlağına tıkadığı hıçkırıklardan fırsat buldukça, günah çıkartırcasına Muhsin Bey’e âşık olduğunu, hatta ondan bir bebeği olacağını itiraf etti. Yatağının ucunda oturan Madam Alyoşa ellerini uzattı ve Bahar’ı kendine doğru çekti. Evdeki kızların içinde bir tek onda, kafeste çırpınan kuşun çaresizliğini, vaktinden önce sona eren kendi çocukluğunu, gençliğini görüyordu. Uzun saatler boyunca Bahar’ı dinledi. Muhsin Bey’e duyduğu derin hisleri, ondan, sadece ondan çocuk sahibi olmak istediğini, evin kuralını çiğnediği için duyduğu büyük üzüntüyü ciğerleri sökülürcesine ağlarken anlattı, anlattı, anlattı. Bahar’ın yerinde başka bir kız olsaydı Madam Alyoşa çoktan kapı önüne koymuştu. Ama onu koruyup kollayacağına dair söz verdi.
“Sen her şeyi bana bırak. Bu bebek doğacak. Merak etme,”
Madam Alyoşa kurallarını bir tarafa bıraktı; Bahar’ın kendisini bir daha göremeyeceğini söyledi Muhsin Bey’e. Ayağı evden kesildi o kibar İstanbul Beyefendisinin. Otuz dokuz hafta boyunca Bahar, Muhsin Bey’i düşünmeden bir gün bile geçirmedi. Bir gece aniden sancılar başladı. Madam Alyoşa önceden araştırdığı, doktorun tavsiye ettiği ebeyi eve çağırttı. O gece hiçbir müşteriyi kabul etmediler. Ev de, çalışan kızlar da ilk defa şahit oldukları olaya büyük bir sır gibi sahip çıktılar. Bahar’ın kapalı pencerelerden çıkış bulamayan çığlıkları evin bütün odalarında korkunç, tiz yakarışlara dönüşüp boğuluyordu. Kızların en gençleri, yaşı daha büyük olanların kanatları altına sığınmış dehşetle titriyor, ağlıyorlardı. Nihayet ayyuka çıkan bir bebek sesi, tüm diğer sesleri bastırdı. Gözlerden akan endişe yüklü gözyaşları, sevinç gözyaşlarına evrildi. Mutlu kahkahalarla kucaklaştı Madam Alyoşa’nın kızları. Bebeğe, eve bahar havasını getirdiği için Cemre adını verdiler. Ne var ki Bahar’ın zihni, Cemre’nin yetişeceği ortamla ilgili kuşkulu düşüncelere gark olmuştu. Endişeleri strese dönüştü, stres sütünü kesti. Beslenemeyen bebek huysuzlaştı. Bebeğin ağlamalarını dindiremediği bir gece Bahar, kızını mutlu olabileceği bir aileye evlatlık verme kararı aldı. Evin yeni bir güne merhaba dediği ilk ışıklarla birlikte, Madam Alyoşa da Bahar’ın umarsız kararını öğrenmişti. Ahbaplar ve eş dost aracılığıyla bebeği evlat edinecek aileler birer birer eve gelmeye başladı. Yaptıkları görüşmelerden sadece biri Bahar’ın içine sinmişti ve Madam Alyoşa da aynı ailenin kendisini ikna eden özelliklerini sıralayınca, Cemre’nin yeni yuvası bulunmuş oldu.
Cemre gittikten sonra Bahar’ın burnunun direğinin sızlaması hiç dinmedi. İçine attıkları, yüreğinde bukağı oldu, yüzünün rengi, sesinin ahengi bozuldu. Tek kullanımlık ıslak mendil gibi kurudu hormonları. Geceleri ayaklarını örten sıcak çöl kumlarının harareti boynuna kadar esir aldı vücudunu. Uzun yıllar karabasanlarla sıçradı tavşan uykularından. Gözlerinin feri söndü, dili şakımaz oldu. Feleğin çemberinden geçmiş kızlarla, anlatılacak dillere destan geceler yaşamaya meraklı beylerin gönlünü eyleyemeyeceğinden Madam onu evin kâhyalığına atadı. Mutfak ve temizlik işlerini Bahar üstlendi. Sebzeleri yıkarken, ayıklarken, buharla mutfağa yayılan kokularla içini yarıyor, organlarının arasında biriken tüm tortuyu dışarı akıtıyor, evi temizlerken de aklındaki tüm düşünceleri arındırıyordu. Diğer kızlar, Bahar’ın artık işe çıkmamasına rağmen Madam’ın ısrarıyla görevinin değişmesi koşuluyla evde kalması hakkında çeşitli varsayımlarda bulunuyorlardı. Sorsalar gülünesi bir sebep ileri sürerdi; Bahar’ın dudağının üzerindeki ben, Madam’ın yıllar önce elinden alınan kızınınkiyle aynıydı. Sabahın beşinden gece yarılarına kadar yaptığı biteviye ağır işlerle hırpaladı vücudunu Bahar. Ellisine geldiğinde açıldı Madam’a; emekliye ayrılmak istiyordu. Eklemlerini kuşatan romatizma, dizlerindeki kireçlenme, sırt ağrıları çalıştırmamak üzere dört koldan saldırıya geçmişti. Madam gizliden gizliye sevindi duyduklarına. Oturduğu kanepeden uzanıp sehpaya koydu elindeki çiçekli antika kahve fincanını. “Yaptığın iş ne olursa olsun, mutlaka bir kaliten olsun,” diye öğüt verirdi kızlarına. Onunla aynı frekansta olmayan kızlar tutunamazdı evde. Bahar’ın ağırbaşlılığını severdi, diğer kızlara emsal teşkil ettiği için ayrıca kıymetlisiydi.
“Ne yapmaya karar verdin? Nerede yaşayacaksın?”
“Galata’da eski bir apartmanda küçük bir daire buldum. Ufak tefek tadilat görse adama döner. Orayı satın alacağım,”
Ve böylece kendi ıssız adasına kavuştu Bahar. Madam Alyoşa’nın yardımıyla aldığı birkaç parça mobilyayla düzdü yeni evini. Ne naftalin kokulu sandığı vardı ne de o sandıklarda sararmış el oyası çeyizi. Önceki kiracıdan kalan kırık dökük avizeleri, çürümüş çamaşır iplerini çıkarttı, attı. Yaşam enerjisini emen eski püskülükten oldum olası hoşlanmazdı. Kaldı ki kendi hatıralarının enkazı yeterince yaralıyordu Bahar’ı. Ve o sabah kutuyu alana kadar, kapattı gönlünün ve evinin kapılarını. Mahalle esnafında çalkalanan sözler geldi kulağına; yalnız deli kadın olmak da vardı kaderinde. Hiç üzülmedi tek başına olmaktan, aksine, kızını, Muhsin Bey’i düşündü bol bol. Deli söylentileri gerçekleşecek diye ürktü zaman zaman. Olmayan Tanrı’ya yakarmadı “Aklımı koru” diye, aklının gücüne güvendi.
Kutudan çıkacak bir mektup aradı gözleri. Gönderen fazla kelâma gerek duymamıştı belli ki. Bayram ayakkabılarını yatağının başucuna koyan çocuklar gibi kutuyu komodinin üzerine aldı, uyudu. Sabah ilk ışıkla açılan kataraktlı gözleri, her şeyden önce kutuyu görsün arzuladı. Fotoğrafları okşadı, saati aldı, kokladı. Muhsin Bey’in çam kozalağı ile karışık tütün kokusunu duydu. Yanı başındaki ikinci yastığa baktı. Ortasını çökerten bir baş izi aradı gözleri, yoktu. Bunca yıldır, mahalledeki diğer evlerin pencerelerinde vakit öldüren kadınlar gibi zamanını, pencereden sokağa bakarak geçirmemişti. Bugün ise köşeyi dönecek tanıdık bir baş arıyordu buğulu gözleri.
Akşamüstü televizyonla oyalanırken kapıdaki kuş sesi beklenen misafirin tellallığını yaptı. Bahar’ın kalbi gürültüyle çalışan buzdolabının sesini de, sokaktan geçen seyyar manavın sesini de bastıracak kadar şiddetle çarpmaya başladı. Dudağının üzerinde siyah bir beni olan kumral genç kadın, aşina bakışlarla içeriye davet edilmeyi bekliyordu.
Cemre, Madam Alyoşa’nın, Muhsin Bey’in vasiyeti üzerine Bahar’la buluşmalarını ilmek ilmek ördüğünü anlattı. Birlikte sararmış fotoğraflara, teker teker üzerinde konuşarak baktılar. Muhsin Bey’in saati kim bilir hangi gün, öğlene doğru mu yoksa gece yarısı mı belli değil, on ikiye yirmi üç dakika kala durmuştu. Babasının günlüğünden öğrendiğine göre, Bahar’la ilk tanıştıkları gün aldığı için saati onun adıyla andığını söyledi Cemre.
“Beş altı yaşlarındaydım. O zamanlar babamı dayım zannediyordum. Neden saatine Bahar diyorsun dayı diye sordum. ‘Güzel bir bahar günü aldım onu, evimizin önündeki kiraz ağaçları pembe çiçeklere bulanmıştı. Doğa mutluydu, ben mutluydum,’ diye yanıtlamıştı beni oysa.”
Cemre yanında bir kutu daha getirmişti. Özenle açtı kutuyu. Küçük bir tuval, kurumuş yağlı boya tüpleri, kılları dökülmüş fırçalar çıktı içinden. Kenarları sararmış tuvali çevirdiğinde Bahar, üzerinde kendi portresini gördü. Muhsin Bey’in imzası vardı sağ alt köşede. Koltuğun hemen yanında duran yuvarlak sehpa üzerindeki, Madam Alyoşa’nın hediyesi, kararmış gümüş aynayı aldı. Sırı dökülmüş aynada görebildiği yüz, kendi gençliğinin yüzüydü. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Muhsin Bey’in tuvale çizdiği genç kadının gözleri gibi…
O gece Bahar, soğuk yatak çarşaflarının arasında uykuyu beklerken, pencereden içeri süzülen beyaz bir ışıkla göğe yükseldiğini gördü.
Comments