Öykü: Su Damlası
"Parmakları kalın olabilir fakat gönlü su damlası kadar incedir babamın. Bana kalırsa bütün babalar böyledir fakat Asiye yanıldığımı söylüyor."
Sibel Oğuz
Annemi tanımadım. İnsan yaşamadığı bir duyguyu nasıl tarif eder bilmiyorum.
Yokluğunu, Asiye’nin her gün taranmış parlak saçlarıyla benimkileri karşılaştırdığımda anladım. Babaların elleri iri olurmuş, Asiye söyledi. Bu sebepten saç örgülerim onunkiler kadar gösterişli olmuyor. Parmakları kalın olabilir fakat gönlü su damlası kadar incedir babamın. Bana kalırsa bütün babalar böyledir fakat Asiye yanıldığımı söylüyor.
Barakada öğle yemeği yiyoruz. Güneş karşı dağın tepesinden babamın sağ yanağına ayna tutuyor. Yüzünün diğer yanı, düşünceli ve karanlık. Çiçekli pazen elbisem üzerimde. Altımda babamın sadece okulda giymeme izin verdiği siyah çorabım var. Neyi ne vakit giyeceğimin kararını ucuz hayatımız belirliyor olsa da güzel görünmek pahasına kuralları göz ardı ediyorum. Buna hakkımın olduğunu düşünerek ödüllendiriyorum kendimi. Güneşin babamın yüzüne tuttuğu aynadan kusurlarını izliyorum. Yüz çukurlarına gömdüğü geçmişini, pişmanlıklarını. Fakat anneme ait bir iz, rastlantı yok. Parmaklarının arasında tuttuğu tütünü özenle sarıyor. Babamın iri ellerinin eseri olduğu, fabrikadan çıkmış kadar ölçülü sigaralar bunlar. Kötü alışkanlıkları bir bir terk etmiş babamı, dostları gibi. Sigarayla baş edemedim, diyor.
Siyah beyaz televizyondan hayranlıkla izlediğim, sahip olma arzumun giderek çoğaldığı Mickey Mouse’u düşünüyorum. Babam kasabaya ineceği vakit bir şeye ihtiyacımın olup olmadığını soruyor. İsteklerim ceplerinin sınırlarını zorlayacağından sadece sakız çıkıyor ağzımdan. Karpuzlu olsun. Mickey Mouse’un bedelinin ağır olacağını bildiğim için bu defa da erteliyorum. Hem babam oyuncaklara put, der. Tövbekâr dudakları mırıldanır durur. Eve sokmaya yanaşmaz. Babamın bu konudaki düşüncelerine katılmıyor, Mickey Mouse’un iri kulaklarının sırlarımı saklayacağını umuyorum. Asiye’nin küçükken geçirdiği hastalıktan ötürü bu özelliğini yitirdiğini geçen gün öğrendim. Bu sebepten olacak onunla paylaştığım küçük sırlarım okulda büyüyerek yayılıyor. Kızamıyorum Asiye’ye, ona olan sevgim kabahatini örtüyor her seferinde.
Bu sıralar rüyalarıma aynı kadın giriyor. Sarı elbiseli, üzerinde kocaman bir leke var. Ben senin annenim, diyor. Leke büyüdükçe yüzüne dağılıyor. Babam, annem olduğunu iddia eden kadının arkasında. Şekilsiz bir gölgenin sınırları içinde hareketsiz. Korkuyla uyanıyorum. Bu güne kadar annemle ilgili konuşmayan babama bu mevzuyu anlatamıyorum. Güçsüzleşen kaşık seslerimiz yemeğin yaklaşmakta olan sonunu işaret ediyor. Elbisemi düzeltiyorum. Çiçekleri güz bahçesi kadar solgun. Son kez bakıyorum çorabıma, sağlam görünüyor. Güneş yavaşça soframızdan çekilirken ardında babamın sarkık yanakları asimetrik özelliğine kavuşuyor.
Dışarı çıkıyorum. Bazı vakitler kendi içime sığamıyorum. Odalar daraltıyor beni. Yarını düşünüyorum, dağınık saçlarımın ders boyu ruhumun üzerindeki etkisini hatırlıyorum. Asiye’nin hayatımdaki yerini. Aynı yere oturttukça gösterdiği değişkenliği düşünüyorum. Babamın kasabadan getireceği, ağzıma, karpuzun ilk anda tadını verip ardından mekanikleşen sakızın geçici hevesini düşünerek gülümsüyorum. Babam güldüğümü görsün istemiyorum. Kendi kendine gülenlere deli diyorlarmış. Her daim, doğruluğuna şahit olduğum babam yanılmaz diyerek ciddi bir hale bürünüyorum.
Düşüncelerimin yaşımla uyum göstermediği bir anda daha evvel görmediğim bir çiçeğin varlığı, hayatın, sınırların çok ötesinde olduğunu öğretiyor. Kalbim ilk defa bu kadar sessiz ve hızlı. Bazı nesnelerin hayatıma sonradan girebileceği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Peki, annem? Hiç ummadık bir anda iki kişilik yaşamımıza kapıyı çalmadan, izinsiz girecek miydi? Hiçbir şey olmamış gibi hak iddia edemediği hayatımızın bir köşesinden tutacak mıydı? Bilmiyorum, bilsem Asiye’nin kurgularının ne vakit gerçekleşeceğini bekler miydim? İnanır mıydım arkadaşımın ailem üzerine yazdığı hikâyenin sahiciliğine? Fakat bazı zamanlar inanmak istediğinle, inandığın arasında sıkışıp kalırsın. Asiye masumdur, bu kesinlik bildiren ifadeyi kaç defa tekrar ettiğimi hatırlamıyorum. Şaşkınlıkla etrafa bakıyorum. Bu narin çiçeğin coğrafyamızda uzun müddet barınamayacağı korkusu sarıyor içimi. Canlılar, hatta nesneler ait olmadıkları yerde eğreti durur, diyor babam. Bu tecrübeyi annemin yokluğundan edinmiş olmalı. Babamla ilgili düşüncelerim yolunu şaşırmış bir çiçeğin güzelliği karşısında türlü kılıklara giriyor. Dikkatimi, ailemi sorgulatan bitkiye veriyorum. Geniş, sarı yaprakları yöresel bir halayın akımına kapılmış kadar uyum içinde. Sevincimi, heyecanımı, kısacası duygularımı yönlendiremiyorum. Bu gibi durumlarda rüyalarımdaki kadın gibi soğukkanlı olamıyorum. Güneşe göre yönünü değiştiren, adını bilmediğim, ilk defa gördüğüm bu çiçeğin karanlıkta yok olacağı endişesi içimde büyüyüp duruyor.
Babama sesleniyorum, duymuyor. Son günlerde garip tavırlarına bir de ağır işitiyor olması katıldı. Baba, baba, babaaa. Elinden düşürmediği, okumak için fırsat kolladığım, her seferinde yerini değiştirdiği mektubu saklama çabası içinde. Dikkatim çiçek ve babam arasında gidip gelirken, sihirbaz ustalığıyla yok ediyor mektubu. İşaret parmağımı uzatarak esir düşmüş masum çiçeği gösteriyorum. Yüzüne koca bir gülücük yayılıyor. Beyaz ve lekesiz. Mimiklerinden, çiçekle önceden tanıştığı muhtemel. Ay çiçeğiymiş, birkaç adı varmış. Tek tek sıralıyor babam. Güney çiçeğinde karar kılıyorum.
Uzaklardan gelen sarı yapraklı bu çiçeğin başından neler geçtiğini merak ediyorum. Babam kendinden emin şekilde, tohumunu Akdeniz kuşlarının getirdiği ihtimali üzerinde duruyor. Bakışlarında sevincimin kısa süreceği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Gözlerim bilinçli şekilde doğuya kayıyor. Uzun tanışmanın ardından içeri giriyorum.
Saçlarım parmaklarımın arasında, her zamankinin aksine yumuşak ve uysal. Yarın yapacaklarımı zihnimde sıraya koyuyorum. Öncelik elbette sıradan hayatımıza renk getiren ayçiçeğinde. Asiye’yi yoğun çabalarım sonucu koyduğum yerden sağa kaydırıyorum.
Akşamın sessizliği çöküyor evimize. Doğa yasaları Asiyeleri görmezden geliyor olmalı. Şenlik sesleri duyuluyor arka bahçeden. Sabah olacak. Asiye’nin düzgün taranmış saçlarındaki ışıltı günün her anına yansıyacak. Bitmeyecek yarınlar, değişmeyecek hayatımız. Saçlarım ufak bir rüzgâr darbesinde sağa sola kayacak. Babaların elleri iri olur, diyecek. Güleceğiz birlikte. Duygularımız karışacak birbirine. Her şeyi unutup sırlarımın duyulmasına aldırmadan yakınıma koyacağım Asiye’yi.
Bunları düşünürken uykuya dalıyorum. Aynı kadın giriyor rüyama. Elinde tuttuğu Mickey Mouse’u uzatıyor. Sözde, anneme yaklaşıyorum. Yüzündeki leke büyüdükçe babamla ben küçülüyoruz. Asiye giriyor içeri. Parlak saçları omuzuna dökülmüş. Gülüyor. Ucu anneme varan sırlarımı anlatıyor. Kulaklarımı tıkıyorum. Babamın elinde çekmecelere sığmayan mektup. Sarı elbiseli kadının, Mickey Mouse’un karşılığında neyi alacağını kestiremiyorum. Kadına yaklaşıyorum. Babam ensemden tutup kendine çekiyor. Pazen elbisem yırtıldı yırtılacak. Uyanıyorum. Üzerimdeki battaniye yere düşmüş. Üşümüşüm. Sol tarafım hafif uyuşuk. Elimin üzerindeki kanepe desenleri özenle örülmüş kumaşı andırıyor. Dışarı çıkıyorum. Koşmak da denilebilir. Güney çiçeği büyük bir suç işlemiş gibi. Kafası önünde. Güneşi takip etmiyor. Ait olamamanın cezasını sarı yaprakları ödemiş. Babam ahırdan taraf geliyor. At arabası hazır, diyor. Bir şeye ihtiyacımın olup olmadığını soruyor. Ağzıma sığmayan bir yığın istek. Mickey Mouse’un put olduğunu hatırlatarak isteğimin üzerine çarpı koyuyor. Üç kere iki altı, diyorum. Gülüşüyoruz. Babam kollarının arasına alıyor beni. Aramıza boşluk girmesin istiyor. Kalın parmaklarıyla saçlarımı düzeltiyor. Arkasından sakız almayı unutma, diyorum.
Karpuzlu olsun.
Comments