Öykü: Tanrı Misafiri
- Litera
- 29 Ara 2022
- 4 dakikada okunur
"İleride hatırlayıp güleceğimiz bir andayız diye umuyoruz. Akıllar karışık. O en son sağa ya da sola dönmemiz olmasa bu labirente düşmeyebilirdik düşüncesinde öne, arkaya bakıyoruz. Gelen giden yok."
Sedat Mercimek
Sudan çıkmış balık gibiyiz. Aramızda tedirgin bir sessizlik. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Ne söylesek fazlalık. Dünyanın sonu değil ya, yine de tadımız kaçık. Telefonlar çekmiyor. Yol tarifi programı bizi buraya getirdi ve sesi çıkmaz oldu. Tepelerin çanak oluşturduğu bir yerdeyiz. Üstelik bir saate göz gözü görmez olabilir. Tahminimiz bu yönde. Ne demeye kestirme yolu denemeye kalkıştık.
Kıraç arazilerin ortasından giden yolda, çukurdan çukura düşerek öylesine gidiyoruz. Sararmış tarlalar iki yanımızda, kimi buğday-arpa, kimi nohut ekili galiba. Tarlalarda tek tük ağaçlar. Yolun kenarında duruyoruz. Demek ki yakınlarda bir köy var, ama görünürde tek bir bina yok. Tarlaların ötesinde, uzakta siyah-beyaz benekli bir sürü. Günün son ışıklarında tozu dumana katıyor. Durup el sallasak, korna çalsak. İkisi de işe yaramıyor. Sürüye doğru, tarlaların içinden yürümeyi denesek, en azından içimizden ikisi gitse -ben ve Tuğrul-, eşlerimiz arabada beklese tartışmaları, sürünün gitgide uzaklaşması ve çoban köpekleri tehlikesi yüzünden havada kalıyor. İleride hatırlayıp güleceğimiz bir andayız diye umuyoruz. Akıllar karışık. O en son sağa ya da sola dönmemiz olmasa bu labirente düşmeyebilirdik düşüncesinde öne, arkaya bakıyoruz. Gelen giden yok.
Benzin durumumuz ne Tuğrul?
LPG’yle gidiyoruz. Benzin deposu ağzına kadar dolu. Panik olacak bir durum yok.
Kapuzbaşı başımıza iş açtı valla. Neyse canımız sağ olsun.
Öğleden sonranın ilk iyi haberi hepimizi biraz olsun gevşetiyor. Termostan kâğıt bardaklarımıza sıcak su koyup kahve yapıyoruz. Kahvemizi içerken zoraki şakalaşıyoruz. Nerede bu evler, köyler? İlerleyelim illaki bir şeylere denk geliriz diyoruz.
Güneş uzaktaki dağlara doğru çekiliyor. Yolun biraz ilerisinde, güneşin sönükleştiği yönde kımıldayan beyazımsı kayalar görüyoruz. Kayaların önünde dev gibi iki köpek. Köpeklerin arkasında tozdan grileşmiş çiçekli şalvarı, beline sardığı kuşağı yolla ark arasında toprağa oturmuş yaşlıca köylü bir kadın. Kadın, biz arabayı durdurunca bir eliyle yüzünü gözlerinin altına kadar tülbendiyle kapatıyor. O nasıl gözler öyle. Yakut gibi. Yarı karanlıkta parlıyor. Sağ elindeki büyük sopadan güç alarak ayağa kalkıyor. Beli bükük. Köpeklerin yanında küçücük. Köpekler daha da irileşip bize, arabaya doğru yaklaşıyor. Arabanın camında gözlerimiz, yarı şaşkın yarı umutlu. Tarlanın kenarında çok eskimiş meşhur Afgan kızı. Yaşlı kadın belli ki tedirgin. Karım ben konuşayım diyor, belki kadın sesi işleri kolaylaştırır.
Merhaba teyze.
Arabanın camları yarı açık. Yaşlı kadın, “Sıto pi uyuz” gibisinden bir şeyler söylüyor. Buraların ağzı böyle bir şey demek ki. Köpekler geri çekiliyor. Kadın sırtlarını okşuyor, iki köpek toprağa uzanıyor, kocaman patilerinin üstüne gri-siyah kafalarını koyup bize bakıyor. Kulakları, gözleri aynı anda sürüde, biz ve sahiplerinde.
Merhaba. Hayırdır buralarda- ?
Kadın, cümlesini yarıda kesiyor. Sesinde değişik bir tonlama var.
Yol teyze, yol. Yolu tarif edebilir misin bize?
Yol bilmem ben. Anca buraya gelir giderim. Yolu sevimsiz muhtar bilir. Evim oracıkta. Telefon ederiz muhtara.
Kadının işaret ettiği yöne bakıyoruz. Görünürde bir şey yok. Ne ev ne baca. Hele köy, ona ait hiçbir iz yok.
Kadın, geniz ve boğaz karışık bir ses çıkartıyor. Köpekler tarlaya doğru seğirtiyor. Koyunlar, koyunların içinde birkaç keçi, havlamalar arasında yol boyunca ilerlemeye başlıyor. Farlar yolun üstünü, yaşlı kadının el feneri kendi önünü aydınlatıyor. Koyu garip bir gölgenin içindeyiz. Koyunların, keçilerin ağır kokusu, kaldırdıkları toz, yaşlı kadının adımlarıyla yerde oynayıp duran ışığı hafif bir yokuşa doğru ilerliyor. Su sesi değil, hışırtı hiç değil, havada asılı başka bir ses ara sıra duyuluyor. Arabanın altına sıçrayan taşlar, köpeklerin havlamaları, kadının sürüyü yönlendirme sesleri havadaki diğer sesi kıramıyor. Tanımadık, bir yönüyle esrarlı, zihni allak bullak eden bir zifir, birbirlerine geçmiş ses yumağı, dört yabancı, koyunlar, keçiler, yaşlı bir kadın, onun sözünden çıkmayan iki iri köpek eve doğru ilerliyor. Arabada çıt yok. Aramızda başka bir his dolaşıyor. Burada, bu tanımadığımız, kesinlikle bir daha gelmeyeceğimiz bu ıssızlıkta sesimiz çıkmadan “oracıkta” bir eve gidiyoruz.
Hele hoş geldiniz. Siz içeri geçin. Ben davara bakayım.
Ev küçük. Havasız. Karşılıklı birer pencere açıyoruz. Duvardaki halının yanında esmer, bıyıklı, geniş omuzlu bir adam fotoğrafı. Kalın tahtadan yapılmış sağlam bir sedir. Yerde tüylü, siyah-kırmızı ağırlıklı bir kilim. Tavanda boydan boya uzanan bir örnek mertekler. Aradan görünen mutfak tezgâhı. Tezgâhın üstünde sabahtan kalma kirli kapkacak. Yerde bir ucu kalkmış muşamba sergi. Karım ve Serpil, mutfağa girerken Tuğrul ve ben, yerde duvara dayalı sert, uzun dikdörtgen yastıklara dayanıp oturuyoruz. Yastıklar rahatsız. İçlerinden çıkan otun ucu hafifçe sırtımıza batıyor. Tuğrul su içmeye kalkıyor. Gözlerim karşı duvara kim bilir ne zaman çakılmış iki tahta üstüne konmuş kitaplara takılıyor. Rafta çoğunluğu İngilizce yirmi kadar kitap var.
Ee tekrar hoş geldiniz. Evin kusuruna bakmayın.
Aman ne kusuru teyze. Asıl sen bizim kusurumuza bakma. Seni de akşam akşam rahatsız ettik.
Muhtarı arasak mı teyze diye karım araya giriyor.
Olur kızım.
Ya ettik işte bir cahillik Muhtar. Hal çaresine bakacağız.
Kimden arıyorsunuz onu deyin bakayım.
Yaşlı kadın soruyu duymuş gibi:
Koca Gelin deyin, anlar o.
Yolu tarif etsem bu karanlıkta bulamazsınız. Ben şimdi bir düğüne gideceğim, diyor muhtar. Dönüşte uğrasam olur mu?
Muhtarın selamı var deyip bizimkilere durumu aktarıyorum. Açlığınız nasıl? diyor yaşlı kadın. Açız, çok aç. Karım, Serpil ve kadın mutfakta bir şeyler hazırlıyorlar. Karnımızı kete, peynir, domates, salatalık, yufka ekmekle doyuruyoruz.
Teyzem, kesene ömrüne bereket.
Afiyet olsun.
Torunlar gidip geliyor herhalde. Kitapları burada diye başımla raftaki kitapları işaret ediyorum.
Ha o kitaplar. Torunum yok. Onlar benim.
Senin mi? Çoğu İngilizce onların.
Muhtarın telefonda bana Koca Gelin dediğine bakmayın. Olmadığım yerde Gâvur Gelin derler bana.
Odada herkes birbirine bakıyor. Nasıl yani? Burada. Tek başına. Gâvur Gelin.
Çayları içerken anlatıyor Barbara. Kocasıyla Amerika’da tanışmış. Bundan neredeyse kırk yıl önce. Evlenmişler. Ailesi ile arası zaten bozukmuş. Evliliklerinin ikinci yılı köye dönmüşler, kocası ölmüş. Mezarı bahçenin alt ucunda. Geri dönememiş, evini, kocasını, sürüsünü, köpeklerini bırakamamış. Bildiği birkaç kelime Türkçeyle kalmış buralarda.
Odada dördümüz, elimizde çay bardakları, çiçekli şalvarlı, yemyeşil gözlü bir bozkır kadınına bakamadan gözlerimizi yerdeki kilimde dolaştırıyoruz.
Evin camlarına araba farı vurdu. Köpekler havlıyor.
Barbara kapıyı açıp köpeklere seslendi:
Stop it boys! Stop it!* Muhtar sen git. Bu gece benim misafirimler.
*Kesin gürültüyü çocuklar! Kesin!
Comments