Öykü: Tinerci Cemal
"Bir ölüyü ebediyete uğurlama hakkını kim alabilirdi ki bir insandan?"
Aysel Ertan
Bir haftadır kış iyiden iyiye bastırdı. Caddeler, apartmanların çatıları ve bahçelerine göstermelik dikilmiş bir iki çam ağacının üstleri bembeyaz. İstanbul'da bir karış kar, hayatın felce uğraması demek. Trafik korkunç bir canavara dönüşür, okullar tatil olur, yollar buz tutar; parkın köşesinde kasılan banklar ve kimsesizler de...
Neyse ki alt geçitler var. Alt geçitlerden birisi evimin yirmi, bilemedin otuz adım ötesinde. Yaz kış sidik kokusu ve duvarlarından yazı hiç eksik olmaz. İlan-ı aşklar, siyasi söylemler her temizlendiğinde daha afilli daha vurucu ifadelerle geri gelir.
Ara sıra bu keskin kokuya rağmen gençten birisi bir köşede kıvrılır yatardı. Ne zamandır rahat bir yatakta uyumadı, demlenmiş çayın kokusuyla uyanıp kahvaltı yapmadı bilmez, umursamazdım da. Uzun zamandır rastlamıyordum ona. Oysa bu genç adam, mahalleyi sokak sokak dolaşırdı. Sabah işe giderken olmazsa akşam dönerken alt geçitte mutlaka rastlaşırdık. Pazardan gelirken, halk kütüphanesine uğradığım günlerde de karşılaştığımız olurdu. O zamana kadar bir zararını görmemiştim. Yine de canının kıymetini bilen bir adam olarak, görünce yolumu değiştirirdim.
Bir defasında ona alışverişe giderken rastlamıştım. Omuzları birbirine çarparak yürüyen bunaltıcı kalabalığın aksine etrafı bomboştu. Yine sağ yanına hafif kaykılmış, beli bükülmüş bir ihtiyar gibi iki kat olmuş, yürüyordu. Elindeki içi boz bulanık torbaya sıkı sıkı yapışmıştı. Hava soğuktu. İnsanın suratına iğne iğne çarpan karla karışık bir yağış vardı. İki dirhem bir çekirdek giyinmiş insanlar, bir yerlere yetişme telaşıyla koştururken ona kaçamak bakışlar atıyorlar; o ise korkak ve gizli bakışlara aldırmadan yürüyordu. Alışveriş dönüşü şehrin göbeğindeki cami duvarının dibinde gözüme ilişti. Bir köşeye çömelmiş, elindeki poşete iri, kemerli burnunu daldırmış, dünyadan kopmuş gitmişti. Avucuna bir çorba parası sıkıştırmak geçti içimden. Ancak midesinden önce boşalan poşetini tinerle dolduracağını düşünüp vaz geçtim.
İsmini mahalle bakkalından öğrenmiştim. Tinerci Cemal! Kimlerdendi? Nereliydi? Ne zamandan beri şu poşete doldurduğu kokuşmuş hayatını soluyarak yaşıyordu?
Ensesini kapatan sık, dalgalı, kirden matlaşmış saçlarının altındaki esmer, solgun yüzü karşısındakine korkudan daha ağır basan bir acıma hissi uyandırıyordu. Gömleğinin yırtık yerinden görünen cılız bedenine, ufacık suratına bakan on yedisinde ya var ya yok, derdi. Ama yerden çok nadir kaldırdığı bakışlarındaki derinlikte, orta yaşın üstünde bir adam olgunluğu yakalanıveriyordu. En son henüz kırk ikisinde ölen yakınımın cenazesinde görmüştüm. Elinde yine sımsıkı tuttuğu poşeti vardı. Kirli yakasına mevtanın resmini iğnelemeyi ihmal etmemişti. Cenaze namazında saf tuttu. Bir ölüyü ebediyete uğurlama hakkını kim alabilirdi ki bir insandan? Tinerci Cemal de insandı. İlk kez orada başını dimdik kaldırıp etrafındakileri izlediğini gördüm. Oysa sallana sallana yürüdüğü yollarda - açlıktan mı tinerden bilinmez- ne önünden geçtiği lokantaya ne yanından geçen güzel bir kıza ne de bir mağazanın vitrinine bakardı. O günse annesinin eteğine yapışmış ağlayan yetim çocuğa, tabuta, tabutun yanında yeni iş bağlamaya çalışan adamlara tek tek, uzun uzun, anlamlı anlamlı baktı. O vakit, hepimizden daha insan olduğunu duyumsadım.
O gün, onu son görüşüm oldu. Sabah işe aynı saatte değil daha erken gittim, daha geç çıktım. İlçe kütüphanesine daha sık uğradım. Çarşı pazarı daha çok dolaştım. Cenaze törenlerinde daha çok saf tuttum; ama yoktu. Bir süre sonra da unuttum.
Salı sabahıydı. Yine hava bugünkü gibi buz kesiyordu. Yataktan korka korka çıktım. Estetik ve uyum aramadan lahana gibi üst üste ne bulduysam giyindim. Bir haftadır yağan kar, çıkan yalancı güneşle biraz eridi diye sevinirken buz tutmuş kaldırımlarla karşılaşmak kötü bir sürprizdi. Ama beni bekleyen tek sürpriz bu değildi.
Bahçe demirlerine tutuna tutuna alt geçide kadar geldim. Dik merdivenlerden ağır ağır inerken çıkışın başındaki kalabalık gözüme ilişti. Ellerini cebinden çıkarmayan beş delikanlı, ellerini hohlayarak ısıtmaya çalışan altmışlarında bir kadın, arkası dönük iki genç kız... Cep telefonuyla fotoğraf çekip, eğleşmeden giden deri montlu adamı da son anda fark ettim. Düşmemek için temkinli adımlarla ilerlerken siyah takım elbiseli bir gencin etrafında toplandıklarını gördüm. Ceketinin önü sıkıca iliklenmişti. Gömleğinin yakası da son düğmesine kadar kapalıydı. Siyah takım elbisesinin içinde kaybolmuş çelimsiz vücudu, su birikintisinin içinde kıpırtısızdı. Beline taktığı kenarları yıpranmış kemerin bir ucu yerde sallanıyordu. Yüzünde bir ölünün sararmış renginden çok, soğuğun emzirdiği kırmızı yanaklı insan sureti yerleşikti. Dudaklarında hafif bir tebessüm; kemikli, cılız parmaklarında sıkıca kavradığı içi boş, boz bulanık bir poşet, diğer avucunun kenarında bir liralık metal para vardı.
Gözleri... Boşluğa bakan donuk, kimsesizliğini cesurca haykıran gözleri... Acizliğin bile yıpratamadığı asilliğin derinliğini taşıyan gözleri... Bir ölü daha ne söyleyebilirdi ki? Meraklı kalabalık yavaş yavaş dağılırken polis:
“Çok soğuk değil mi?” dedi.
“Evet, çok soğuk.” diye yanıtladım.
Ölüm soğuktu!
Avuçlarının içine bırakılan metal paranın, bu genç adamı donmaktan koruyamadığı gerçeği çok soğuktu.
Kemerinin, pantolonunu belinde tutamayacak kadar karnının aç olduğu gerçeği,
Cenaze töreninde yakalara takılan bir fotoğrafının bile olmayacağı,
Ağlayanının olmayacağı,
Hatta öldüğünden bile kimsenin haberi olmayacağı...
Kimsesiz olduğu gerçeği çok soğuktu!
“Allah kurtarmış.” dedi polis memuru. Polis memuruyla ağız birliği yapmış gibi:
“Allah kurtarmış.” dedi bastonuna tutunarak yürüyen adam.
Oracıkta uzanan bedeni kucaklayıp sıkıca sarılmak, pamuk döşeklere yatırıp üzerini yün yorganlarla örtmek istedim. Ambulans, sessiz sedasız uzaklaştı. İçimde fokurdayan bir acıyla sokaklarda hıçkıra hıçkıra ağlayarak yürüdüm. Sonra serseri mayın gibi koştum, düştüm, kalkıp yine koştum. Avucumda demir bir lira...
O sabah sokaklara bir hikâye düştü gözlerimden lapa lapa.
Bir haftadır İstanbul'da bir karış kar var. Yollar buz tuttu; parkın köşesinde kasılan banklar ve kimsesizler de… Bu kış ne zaman biter İstanbul'da?
Comments