Öykü: Yarım Kalanlar
"Hiçbir ilişkinin sonunu getiremediğim için amcam üzerinden ruhumu aklama peşinde miyim?"
Özlem Akkan
"Kriz, eskinin ölmekte olduğu ama
Yeninin doğamadığı durumdur."
Antonio Gramsci
Bir ay önce yaşam düzenimi allak bullak eden bir tomar mektup ve kafamda yanıtlanmayı bekleyen onlarca soruyla Montreal’e gidiyorum. Sırt çantamın içinden çıkarıyorum, zarfları sararmış ve okunması zorlaşmış mektupları. Altmış beş sene önce, amcama yazılmış aşk dolu mektuplar bunlar. Yer yer gözyaşlarıyla dağılmış, yer yer umutla kanatlanmış ama sevgiyle bir yerlere tutunmuş cümlelerle dolu hepsi. O zaman pilot teğmen olan amcamın uçağının düşmesinden iki yıl önce başlıyor ilişkileri. Amcam eğitim için Kanada’ya gittiğinde tanışıp âşık oluyorlar. Eğitimini tamamlayınca amcam ülkesine dönüyor ama ilişkileri karşılıklı mektuplarla ve ara sıra amcamın gitmesiyle devam ediyor. Tek aşkım diye başlayan ve Senin Liz’in diye biten mektupların sonuncusunda: Seni ve yüzüğümü sabırsızlıkla bekliyorum, yazıyor. Bir önceki mektupta ise: İçimde senden bir parça taşıyorum.
İki mektup arasında yüksek olasılıkla Liz’e evlenme teklifi ettiğini düşündüğüm amcamın uçağı, Zafer Bayramı’nın yıldönümü için düzenlenen gösteri uçuşu sırasında düşüyor ve amcam şehit oluyor.
Dört erkek kardeşin en küçüğü olan amcamın ve uçuş ekibinin hipodrom üstündeki uçuşunu seyretmek için toplanan halkın arasında olan aile bireyleri için hayat bir daha asla eskisi gibi olmuyor. Çok keyifli başlayan gösterinin ortasında, yüzlerce insanın gözleri önünde iki uçak bir anda ateş topuna dönüşüyor. Ertesi gün gazeteler: Gösteri uçuşu sırasında felaketin eşiğinden dönüldü. Yüzlerce insanın seyrettiği uçuş sırasında havada çarpışan ve infilak eden uçaklarımızın pilotları şehit olurken, seyretmeye gelenlerden yaralanan ya da ölen olmadı, yazıyor. Oysaki ateş, felaketin eşiğinden dönemeyen iki aile ocağını yakıp kül ediyor. Babam, amcamın eşyalarını toplarken buluyor mektupları. Amcamın öldüğünü yine bir mektupla Liz’e bildiriyor ama daha fazla üzüntüye sebebiyet vermemek için aileden kimseye Liz’den bahsetmiyor. Liz, ilk ve son kez babama gönderdiği mektupta çok büyük bir üzüntü içinde olduğunu ve bu üzüntüyle manastıra kapanacağını yazıyor. Mektupları saklayıp o günden sonra konuyu kapatan babam, altmış beş yıl sonra hasta yatağında bana mektupları ve mektuplarla birlikte bulduğu yüzüğü veriyor. Gözlerinde pişmanlığı ve hüznü görebiliyorum.
“Belki sen,” diyor sadece.
“Ben ne?”
“Oku, öyle konuşalım.”
Bir yıl içinde yazılmış tam yirmi iki mektup. Okuyorum. Her birinden sonra amcamın da Liz’e yazdığı cevapları kurguluyorum. Bebeğin haberini alınca mı evlenme teklifi etmeye karar verdi yoksa zaten edecek miydi, diye düşünüyorum.
“Ben ne, baba? Altmış beş yıl sonra bu mektupları ve yüzüğü kim ne yapsın? Liz yaşıyor mu? Yaşıyorsa bile nerede, onu bile bilmiyoruz.”
“Sen bilirsin,” diyor babam, çocukluğumdan beri en sevmediğim lafın bu olduğunu bile bile.
Sen bilirsin’le mücadelem süredururken aile albümlerine bakarken buluyorum kendimi. “Rahmetliye çok benziyorsun sen, şansın benzemez inşallah,” sözleriyle büyüdüm, malum. Bu kadar yakışıklı birine benzememe sevineyim mi yoksa ya ben de genç yaşta ölürsem, diye korkayım mı bilemedim. Şimdi, ailemizin kahramanı olan amcamın, o gün uçuştan önce pilot montuyla verdiği gururlu poza bakarken, hep onu tanımayı ne kadar istediğimi düşünüyorum. Eğer Liz hala hayattaysa ve onu bulabilirsem, amcamı ondan dinleyebilme ihtimali birden çok cazip geliyor.
İşte şimdi uçakta o bilinmeze doğru gidiyorum. Elimdeki tek ipucu ise mektupların üzerindeki adres.
Adresi buluyorum. Adresi bulana kadarki heyecanım, Liz’e söylemek için tasarladıklarım gerçeklikle karşılaşınca yerini koca bir kalakalmaya bırakıyor. Öylece, kapının önünde dikiliyorum. Ne işin var burada, diye soruyorum kendime. Binlerce kilometre yol tepip altmış beş yıl öncesinde kalmış yarım hikâyenin sonunu mu yazacağım, hasta yatağındaki babamı huzura mı erdirmek istiyorum, hiçbir ilişkinin sonunu getiremediğim için amcam üzerinden ruhumu aklama peşinde miyim? Ne için olursa olsun, sonuçta buradayım, diyerek basıyorum zile.
Yaşlı bir Kızılderili kadın açıyor kapıyı. İçimden bir ‘oh’ diyorum. Bu adreste artık yok. Liz’in Kızılderili olduğuna dair bir şey okumadım çünkü. Görevimi yapmış ama Liz’i bulamamış olmanın huzuru içinde dönerim, diye düşünüyorum ama öyle olmuyor. Kadın birden boynuma atlıyor.
“Erdinç, aşkım, nerelerde kaldın?”
Kadın o kadar sıkı sarılıyor ki, kollarını boynumdan ayıramadan konuşmaya çalışıyorum.
“Ben, ben… Erdinç değilim. Yeğeniyim.”
“Aşkım, ne çok bekledim seni. Mektuplarıma cevap da yazmadın. Gel, içeri gir de olanı biteni anlatayım sana.”
Liz… Liz’in Liz olduğu aşikâr ancak benim bulmayı umduğum Liz değil. Alzheimer olduğunu tahmin etmem güç olmuyor. Yine de sürükleniyorum peşinden. Ulaştığımız yer evin salonu herhalde diye düşünürken duvarda asılı, amcamın fotoğrafını görüyorum. Liz, cilveyle sokuluyor bana, “Çok özleyince fotoğrafını astım. Ama artık yanımdasın işte.” diyerek kıkırdıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Yüzüğü versem soluğu nikah memurunun karşısında alırız herhalde. Biraz sinirden biraz durumun absürtlüğü gözümün önünde canlandığımdan gülümsüyorum. Eyvah, Liz ona gülümsediğimi zannediyor ve “Hala öpmedin beni ama. Sen beni özlemedin mi yoksa?” diye soruyor dudaklarını çocukça bükerek. “Yok canım, olur mu hiç, çok özledim tabii ki ama önce elimi yüzümü yıkayayım öyle öpeyim. Olur mu?” diyerek zaman kazanmaya çalışıyorum. Tuvalet en güzel yer plan yapabilmem için. Belki tuvalet camından kaçarım. Yine gülümsüyorum kendi kendime. “Çabuk bitir işini,” diyor Liz arkamdan. Tuvalette biraz rahatlıyorum. Sakin olmam lazım. Bu durumdaki bir kadın yalnız başına yaşıyor olamaz, değil mi? Derdimi ona anlatır, emanetleri de verir, dönerim, diye düşünüyorum. Bu sırada dış kapının kapanma sesini duyuyorum. Şimdi bir kadın sesi daha var evin içinde. Haklıymışım. Evde biri daha var, çok şükür ki. Kulak kabartıyorum konuşmalarına.
“Anne, niye kalktın? Hemen geleceğim, dedim sana.”
“Baban geldi. Lavaboya gitti. Gelir şimdi.”
“Kapıyı mı açtın sen? Kimi aldıysan içeri artık.”
Anne mi? Amcamın kızı mı acaba? Hadi bakalım, ben olayı halledip giderim artık derken daha yeni başlıyoruz anlaşılan. Çıkıyorum tuvaletten. Kadın, “Kim var orada?” diye tedirginlikle seslenerek koridorda yürüyor. Onu tedirgin etmemek için “Korkmayın, lütfen korkmayın,” diye seslenerek ellerimi kaldırıyorum. Ben yaşlarda, Kızılderili başka bir kadın çıkıyor karşıma. Onu tedirgin etmemek için çantamı yere bırakıp ellerimi kaldırıyorum. Salondaki resmin kanlı canlısını karşısında gören kadın konuşmasını şaşkınlıkla suratıma bakıyor. Liz de geliyor yanına, söyledim sana der gibi bir ifade var yüzünde. Uzun zamandır belki de ilk defa haklı çıktığını düşünüyor.
“Şaka mı bu?” diye soruyor yüzündeki şaşkın ifadeyi iyice derinleştirerek.
“Ben Erdinç’in yeğeniyim,” diyorum. “Lütfen endişelenmeyin. Liz’i bulmaya ve ona bazı emanetleri teslim etmeye gelmiştim. Ama Liz beni amcam sandı, içeri girmek zorunda kaldım.”
Amcama çok benzediğimden olacak kadın kolaylıkla ikna oluyor. Tanışıyoruz, isminin “Erin” olduğunu öğreniyorum. “Çok benziyorsunuz doğrusu, annemin sizi o sandığı kadar var. Mutfağa geçelim, annemi yatağına gitmeye ikna edersek konuşacak çok şeyimiz var anlaşılan,” diyor.
Liz yine koluma giriyor ve beraberce mutfağa gidiyoruz. Liz kızına bana Türk kahvesi yapması için ısrar ediyor. Çocuk gibi, “En sevdiği, en sevdiği,” diyerek tepiniyor. Erin, evde Türk kahvesi olmadığını ama alacağını, şimdilik bana filtre kahve ikram edeceğini anlatıyor ona. Liz’i artık filtre kahve sevdiğime de ikna ediyorum. Erin, sessizce fincanı bırakıyor önüme. Liz’in zayıf, damarlı elleri boynundaki kolyeye gidiyor. O zaman fark ediyorum kolyenin ucunda bir alyans olduğunu. Kolyeyi boynundan çıkarıyor, elimi tutarak yüzüğü parmağıma takıyor. Ben de çantamı açıp babamın bana verdiği yüzüğü çıkarıyorum ve Liz’in parmağına takıyorum. O kadar düşünmeden, anın içerisinde gerçekleşiyor ki olan biten, Liz’in gözünden akan birkaç damla yaş mutluluğunun belirtisidir inşallah, diye düşünmeden edemiyorum. Umarım onu üzecek bir şey yapmamışımdır diye düşünüp Erin’in gözlerine bakıyorum onay almak isteyerek. Hüzünle gülümsüyor bana. Liz ağır ağır kalkıyor oturduğu sandalyeden. Orada olduğumu unutup yüzüğüne bakarak odasına yollanıyor. Erin de peşinden gidiyor, bir süre kalıyorum o mutfakta kendimle baş başa. Çok geçmeden dönüyor neyse ki. “Uyudu,” diyor. Bana bir şeyler izah etmeye çalışıyor, ama en çok bunca yıl sonra niye çıkıp geldiğimi merak ediyor.
“Amcamın kızı mısınız, yoksa Liz’in başka bir evliliği mi oldu,” diye soruyorum.
“Hem evet, hem hayır,” diyor.”
Mektupları çıkarıyorum çantamdan.
“Bunlar annenizin amcama yazdığı mektuplar. Seneler sonra varlıklarından haberdar oldum maalesef. Buraya, eğer Liz’i bulursam hem mektupları ona teslim ederim hem de hiç tanımadığım amcamı ondan dinleme fırsatını yakalarım diye düşünerek geldim,” diyorum. Babamla aramızda geçenleri anlatıyorum.
Mektupları alıyor benden. Başını eğiyor. Hüzünlü mü, kırgın mı anlayamıyorum. Göz gezdiriyor mektuplara sessizce, ben sadece mimiklerini izliyorum. Son mektubu da bitirip dolu gözlerle başını kaldırıyor.
“Annemin halini gördünüz. Uzun zamandır gerçeklikle ve zaman algısıyla bağlantısı yok. Yaşadıkları sonucunda yavaş yavaş yitirdi maalesef. Amcanız babam değil, öncelikle onu belirteyim. Annemle amcanız, amcanız ülkesine dönmeden önce gizlice evlenmişler. Paraları yokmuş, yüzük alamamışlar. Birbirlerine söz vermişler, bir sonraki kavuşmalarında ikisi de bir diğerine yüzük takacakmış. Amcanız durumu ailesine anlatacak ve temelli annemin yanına dönecekmiş. Amcanızın ölüm haberinden bir süre sonra kendisi de evlatlık olan annem beni evlat edinmiş. Bana bunu amcanızla planladıklarını anlattı. Bu ülkede, Kızılderililere pek yaşam hakkı tanınmaz, duymuşsunuzdur. Senelerce çocuklar ailelerinden zorla kopartılıp kilise okullarında asimilasyona tabii tutulmuşlar. Annem de onlardan biriymiş. Amcanızla bir çocuğu daha kurtarmak için anlaşmışlar. Yani amcanızın hem kızıyım hem değilim.”
“Yaşadıkları sonucunda dediniz. Amcamın ölümünden dolayı mı bu hale geldi?”
“Annemin bir sürü hikayesi var unutmak istediği. Aslında küçücük bir çocukken ailesinden koparılması, kilise okulunda yaşadığı zulüm, ruhunda derin yaralar açmış anladığımız kadarıyla. Amcanızla aralarındaki büyük aşk bir nebze de olsa ruhunu iyileştirmiş. Sonra amcanızın ölümüyle gelen yıkım. O yıkımı da bana sonsuz sevgi vererek onarmaya çalışırken, ülkenin en büyük skandalı patladı. Bir kilise okulunun bahçesinde yüzlerce Kızılderili çocuğun kemikleri bulundu. Sonrasında ülkenin pek çok yerindeki okulların bahçeleri tarandı ve o kemiklerin sahiplerinin sayısı binleri buldu. Annemin bunu kaldıracak ruhsal gücü kalmamıştı maalesef. Yavaş yavaş hayatının en güzel günlerini yaşadığını söylediği, amcanızla birlikte olduğu o günlere döndü ve o zamanda yaşamaya karar kıldı.”
“Evlendiklerini niye hiç söylememiş aileme?”
“Amcanızın söyleyemeden öldüğünü anladığı için aralarındaki bir sır olarak kalmasını istemiş.”
“Bu hikâye de böylece bitmiş gitmiş,” diyorum hüzünle.
“Öyle olmuş,” diyor aynı hüzünle. “Keşke annem Alzheimer olmadan görebilseydi sizi,” Cevap veremiyorum, bir süre sessizce bekliyoruz. Sonra bu sırrı ikisinin anısına da saygı olarak saklama kararı alıyoruz. Epeyce sohbet ediyoruz Erin’le. Gecenin ilerleyen saatlerinde ayrılıyorum oradan. Liz, uyandığında muhtemelen oraya gittiğimi bile hatırlamayacak. Belki çok sonra hatırlayıp soracak Erin’e. Belki geçmişte kalmış bir anıya iliştirecek beni. Bilemiyoruz. Erin annesine verdiğim yüzüğü kolyeye takacağını söylüyor. Amcamın yüzüğü bende kalıyor. Liz’in hüzün dolu evinden, parmağımda altmış beş sene önce amcama takılması gereken yüzükle ayrılıyorum. Seksen beş yaşında bir kadının bir gün bana alyans takacağını kim bilebilirdi? Yine gülümsüyorum.
Ülkeme dönüş yolunda, amcamı tanımak için atıldığım bu maceralı yolculukta Liz’i tanımış olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Babama ise, Montreal Havaalanı’nda çantamı çaldırdığım için Liz’e gidemediğimi söylüyorum. Erin’e bir mektup yazmayı düşünüyorum. Gülümsüyorum.
Comments