top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yaşasın Hürriyet, Kahrolsun İstibdat!

"Bu görevi sen yüklendiğin için seni öpmeden bırakmam, hatta ilk önce bu kutlu, kademli haberi verecek olan dilinden öpeceğim."


Fatih Altınbeyaz


“Dünya kurulalı beri, çok badireler atlatmış ve daha çok, huzursuz, suça sürüklenmiş, lanetli ve kalabalık ailelerle bir arada yaşamış yılanlar, kimseye vefasızlık etmez, borçlu kalmayı da sevmez.”

“Hunharca hayattan kopardığınız her yılan, kıyamet günü yakanıza sımsıkı yapışacaktır.”

“İnsanoğlu yapmış olduğu, o malum ve affedilmez hatadan dolayı cennetten çıkarılmış. Çaresizce ve kederle dünyaya alışmaya çalışıyor, içindeki ağır pişmanlıkla, gurbet hâliyle ve ayrılık acısıyla mücadele ediyormuş. İnsanın en büyük iki düşmanı, şeytan ve yılan, dünyada da boş durmuyorlarmış. (Büyüklendiği, Âdem’den daha hayırlı ve öncelikli olduğunu söylediği için Allah’a karşı gelip huzurdan kovulduğunda, şeytanın, Havva’ya ve Âdem’e yasak meyveden yedirmek için, cennete, tekrar yılanın ağzında girdiği anlatılır.) Kafa kafaya vermişler, insanları bütünüyle ortadan kaldıracak bir plan hazırlamışlar. Bu menfur toplantı yapılırken sivrisinek de o mekânın havasını teneffüs ediyormuş, hâliyle konuşmalara kulak misafiri olmuş.

Sonrasında, kıyıda köşede sersem sersem gezerken, kırlangıca denk gelmiş. Kırlangıç, ağzına layık gördüğü avı yemeye hazırlanırken, sivrisinek, ‘Eğer beni bırakırsan sana dostların insanoğluyla ilgili önemli bir bilgi vereceğim,’ demiş. Kırlangıç, bu teklifi kabul edip muhatabından yılanın amacını öğrense de her ihtimale karşın, sivrisineğin dilini koparmayı ihmal etmemiş.

Bu nedenle sivrisinek o günden beri vızıldayarak dolaşıyormuş.

Kırlangıç vakit kaybetmeden kanat çırpmış. Şeytan ile işbirliği içinde olan yılana yetişip nereye gittiğini sormuş. Bu soğuk yüzlü mahlûk, ‘Mühim bir işim var, seninle uğraşacak zamanım yok, çekil yolumdan, seni ezelden beri sevmem,’ demiş. Kırlangıç, düşmanını alt etmeye gücünün yetmeyeceğini bildiği için, ‘Gizlediğin her şeyi biliyorum, insanlara büyük bir kötülük yapmayı düşündüğünüz için, bu tasarıyı cinlere bildirmeye gidiyorsun,’ demiş. Afallayan yılanın şaşkınlığından yararlanan kırlangıç söze devam edip, ‘Biz de insanların dostu değiliz yılan kardeş, onları el birliğiyle yok edelim. Çünkü insanlar buralara geldikten kelli dünya yüzünde rahat kaçtı, sürekli göz hapsinde olduğumuz için, her şeyimiz allak bullak oldu,’ demiş.

İyice kafası karışan yılan, inanır gibi olmuş. Kırlangıç, ‘Bu görevi sen yüklendiğin için seni öpmeden bırakmam, hatta ilk önce bu kutlu, kademli haberi verecek olan dilinden öpeceğim,’ diyerek noktayı koymuş. Yılan, muhatabını bir an önce başından savmak istediği için kafasını uzatmış. Kırlangıç bu boşluğu fırsat bilip yılanın dilinden bir parça koparıvermiş. Yaşadığı acıyla aklı başına gelen yılan, can havliyle atılmış ama sadece kırlangıcın kuyruğunu ısırabilmiş.

Bu olaydan sonra yılanın dili çatallı, kırlangıcın kuyruğu ise ayrıkmış.

Kara kara düşünen yılan, olup biten konusunda sivrisinekten medet ummuş, cinlere mesajı onun götürmesini istemiş ama ne fayda. Şahsına verilen görevin bir anlam ifade etmeyeceği sivrisineğin acizce vızıldamasından belli oluvermiş. Hıncından deliye dönen yılan, ‘Ey kırlangıç, bu yaptığını sakın unutma, bundan böyle, senin azılı düşmanın olacağım, fırsat buldukça gözünden sakındığın yuvana, yavrularına kast edeceğim,’ diyerek tıslamış. Kırlangıç büyük bir güvenle, ‘Ben de yuvamı insanların evlerinin saçakları ve gölgeleri altına yaparım,’ diye cevap vermiş.”

Bir ibret vesikası olarak böyle anlatılır. Hepiniz bu hikâyeyi - farklı sürümleriyle de olsa - bilirsiniz. Oysa Doğu geleneğinde olan birçok söylence, öykü, menkıbe gibi bu da bir takım aklıevvelin uydurup, pireyi deve yapmasından ibarettir aslında. Neden diyeceksiniz? Şimdi, sorarım size, Kur’an-ı Kerim’in neresinde yılanlardan kötü ve talihsiz bir biçimde bahseder? Kutsal kitabınızı açıp, anlayarak okuma zahmetinde bulundunuz mu hiç? Kaç ayette Mûsâ’ya verilen dokuz mucizeden birinin yılan şeklini alan asa olduğu, asanın yerini, zeminini bulduğunda hızla akan bir yılana dönüşmesi üzerine Mûsâ’nın ardına bakmadan korkup kaçtığı, Allah’ın ona, “Ey Mûsâ, korkma! Benim katımda peygamberler korkmazlar,” dediği ayan beyan yazmıyor mu?

Evet, doğru duydunuz, Kur’an-ı Kerim’de, hem de kaç farklı ayette, yere bırakılan Mûsâ’nın asasının büyük bir yılan olmasından, Firavun III. Thutmose’nin ünlü büyücülerinin ondan delice korktuklarından bahsederek, sizce Allah bizleri kutsal bir güce, yardımcıya ve üstünlüğe dönüştürmüyor mu? İncil’de de “Yılan gibi zeki olun,” diyerek bizi açıkça övmüyor mu? Tevrat ile Zebur’da ise kısmen bizi kötülerken bile bizden hayranlıkla bahsetmiyor mu?

Öyleyse tam bu noktada bazı sorular akıllara gelmeyecek mi? İnsanlarla ve dâhi kırlangıçlarla bizim aramızı kim bozdu? Bu nifak tohumlarını ortak hikâyemizin içerisine kim ekti? Bu şayiadan kim nemalandı? Allah’a isyan edip makamından kovulduğunda, İblis’in, Havva’ya ve Âdem’e yasak meyveden yedirmek için, cennete, bizim ağzımızda girdiği tevatürünü kim çıkardı?

Burada hataya düştüğünüzü söylemeliyim. Çünkü Âdem ile Havva cennetten kovuldu, İblis ise Allah’ın huzurundan… Dolayısıyla İblis’in tekrar cennete girmek için bizi aracı kılmasına lüzum yoktu. İblis zaten cennetteydi. Silkinin ve kendinize gelin, tarih boyunca her koşulda kötülediğiniz yılanların haklarını ve itibarlarını derhal teslim edin. Yoksa kürekle, sopayla, tüfekle, keyfi bir şekilde öldürdüğünüz her yılanın heyulası, kötücül bir talih gibi sizin peşinizi bırakmayacaktır.

Zamanın behrinde, bir bağ evinin usta bir el tarafından döşenmiş taş duvarlarının, biçim verilmiş merteklerinin arasına keyifle yerleşmiştim. Etrafımda bulduğum küçük kemirgenlerle beslenmiş, epey bir zaman bolluk içinde yaşamıştım. Bir müddet sonra mideye indirecek bir kayıntı bulamamaya başladım. Ben de ne yapayım, evin içine indim, tahtadan raflarda, demir, bakır çanakların, alüminyum kâselerin aralarında, jarse kumaşlı, eski yatakların üzerinde, küçük tarım aletlerinin arasında ve işlemeleri dökülmüş çeyiz sandığının yanında epey bir zaman dolaştım. Duvara asılmış kalın bir kendir torbanın içinde dişime uygun bir yiyecek var mı diye bakmak istedim. Boş bulunup, torbaya bütünüyle girdiğim, kendi etrafımda dolandığım için çıkamadım. Telaşla döndükçe temelli sıkıştım, gizemli olduğu kadar anlamsız bir ketenperenin içinde buldum kendimi.

Aksi gibi çok geçmeden, yeni kireçlenmiş tahta kapı gürültüyle açıldı. Bölgeye ava gelmiş, iki kişi girdi içeriye. Islanmışlardı. Alelusul kurulmuş, eski kuzine sobayı yakıp ısınmaya çalıştılar. Ellerinde İngiltere’den getirtilmiş, Winchester marka yivsiz av tüfekleri vardı. Beni görürlerse gebertirlerdi. Hiç kımıldamıyor, tetikte durmaya çalışarak onlara bakıyor, korkudan tir tir titriyordum.

Güle söyleşe, kıyafetlerini kuruttular, sobanın üstünde çay yapıp sohbete daldılar.

Zayıf, kara kuru olanın adı Seyhun’du. Uzun boylu, kabına sığamıyor görüntüsü verenin adı da Emir’di. Nüktedan Seyhun, yol arkadaşına küçük latifelerle takılıyor, Memiş Mahallesi’nden sevdiği kızın adını anıyor, kızın eniştesinin biraz hovarda bir adam olduğundan bahsediyordu.

O esnada bir şey oldu, çok sevdiği haspayı ve “baldız baldan tatlıdır” safsatasına inanmış, muhannet enişteyi düşünüp duvardaki arı kovuklarını inceleyen Emir ile göz göze geldik. Tepeden tırnağa ürperdim. Hay Allah, varlığımdan haberdar olmuştu, hapı yutmuştum. Kavilleşip tüfeklerini ateşleseler beni duvara yapıştırırlar, zavallı bedenimi kendir torbayla birlikte tuz gibi dağıtırlardı.

Silkelendim, ona çatal dilimi gösterdim, bütün korkunçluğumla gözlerimi belerttim. Benden, geldiğim gelenekten, hakkımızda söylenenlerden, kadim anlatılardan, yüz hatlarımdan çekinsin istedim. Hayret, Emir sadece gülümsedi, oralı olmadı.

Muhabbetleri kendi seyrinde akıyordu; Sultan Abdülhamit Han’ın tensipleriyle uygun görülen Burhaniye adını henüz kimsenin benimsemediğinden, herkesin kasabaya Kemer demeye devam ettiğinden, zeytinyağının bu yıl pahalı olacağından, Hamidiye İskelesi’nden ihraç edilen palamutların yıllık miktarından, Burhaniye’den İstanbul saraylarına gönderilen yerli mahsullerden, büyük sel baskınlarından sonra ortaya çıkan evran yılanlarından ve Seyhun’un eşi Ferişte Hanım’ın yaptığı zeytinyağlı deniz börülcesinden, acı filizden, semizotundan, şevketi bostandan, kabak çiçeği dolmasından konuştular. (Kırlangıca benzeyen Ferişte’den konu açılınca Emir, kızararak heyecanlandı.)

Geceleri kapıyı pencereyi sıkı sıkıya sürgülemek gerektiğinden, nalbantların öküz, beygir, eşek nalladığı Demirci dükkânlarının yanlarında, Bulgur Taşı’nın oralarda, Çarşı Değirmeni tarafında ve muhtelif çöplüklerde elleri torbalı, kolları kıllı insanların gezdiğinden, Hükümet Konağı’nın altında bulunan mahpushaneden firar edenler olduğundan, bu yüzden muhitte eşkıyalığın arttığından ve Çakırcalı Mehmet Efe, Ohrili Eyüp Sabri, Kolağası Resneli Niyazi, Yüzbaşı İsmail Enver Bey’den sessizce bahsettiler. Üzerlerine gaflet çöktü, uyuyakaldılar. Rüya görüyorlar, arada sayıklıyorlardı. Vakti ganimet bilip canımı dişime taktım, çabaladım, lakin kendimi torbadan dışarıya atamadım.

Ayaz çıktı, evin önündeki asma çardağında kalan son yapraklar üşüdü, soba söndü, çayın kalanı soğudu ve gitme vakitleri geldi. Anlamıştım, beni kapıdan çıkarken öldüreceklerdi. Sonum gelmişti. Oysa ne zamandır bu bağ evinde, bir zamanlar üç kız üç erkek altı kardeş ile birbirlerini hiç sevmeyen, fırsatını bulsa tahrayla kesmeyi düşünen anne babadan müteşekkil sekiz kişinin ikamet ettiği hanede keyfimce yaşıyor, yalnızlığın ve insanlardan uzak olmanın tadını çıkarıyordum.

Seyhun kapıdan çıktı, esneyip derin bir nefes aldı, Emir duvara yaklaştı, o zaman bütün gücümle tısladım ve çatal dilimin dehşet vericiliğine yüklendim. Bana sabitlenen genç şahıs, korkmuşa benzemiyordu, geldi, geldi, dolanmış torbanın ağzını eldivenli eliyle zarifçe çözdü, “Haydi bakalım yoluna git, egemensin. Hürriyetten ve benden sana zarar gelmez,” diye mırıldandı.

“Yaşasın hürriyet. Kahrolsun istibdat!”

“Efendim Emir, ne diyorsun oğlum?” diye seslendi, Seyhun, çırparak üzerindeki tozları silkeliyordu.

“Öylesine konuştum Seyhun ağabey, üstümü başımı düzeltip geliyorum,” dedi Emir.

“Kendi kendine konuşana ne derler, sen bunu bilmez misin?” deyip kahkahayı bastı Seyhun.

Ben usulca torbadan çıktım, beyaz badanalı taş duvara tırmandım, eğri bir merteğin altından geçip alaturka kiremitlerin arasında kaybolmadan önce, Emir’e, kusursuzluk hissiyle, son bir kez daha baktım. İnsanların olduğu gibi yılanların da talihleri, tarihleri, gelenek ve görenekleri vardır. Bize yapılan bir iyiliği unutmaz, nesilden nesile aktarmayı görev biliriz. İnsanlar gibi vefasız değilizdir, günü geldiğinde borcumuzu öder, haklı ile haksızı birbirinden ayırırız.

Bu itibarla kırlangıçlara da selam söylemeyi unutmayınız.


bottom of page