top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yazmak

"Kelimenin kanat çırpışları tanıdığım bir sese benziyordu ya ne olduğunu çıkaramıyordum."

Ebuzer Kalender


Yabancısı olduğum ve sevemediğim bir öykünün içinde debelenirken uçmaya hazırlanan bir kelimenin sırtına atlayıverdim. Bunu beklemiyor olacaktı ki korktu kelime, silkelenip beni üzerinden atmaya çalıştı. Ama ben harflerin girinti ve çıkıntılarına öyle yapışmıştım ki uzaktan bakan biri, beni o kelimenin bir parçası sanırdı. Çaresiz kanatlandı ve yükselmeye başladık. Yükseldikçe önce insanlar küçüldü, sonra kasabanın tek katlı kerpiç evleri, ardından köpeklerin havlamalarıyla eşeklerin anırmaları küçüldü, bir de horozların ötüşü ve deli Hasan’nın sövüşü, minareden dalga dalga yayılan ezan sesi de küçüldü, tabi ardından da minarenin kendisi… Kasabayla mesafemiz açılmıştı artık; ya ben kasabaya uzaktım ya da kasaba bana.


Kelimenin kanat çırpışları tanıdığım bir sese benziyordu ya ne olduğunu çıkaramıyordum. Bazen ipe asılan ve rüzgârın kollarında çırpınan bir çamaşırın pır pırları oluyor, az sonra nenemin pıtıraklı yünleri çırpan sopasının sesine dönüyor, çok geçmeden sarı ineğimizin üzerindeki sinekleri kovmak için sağa sola bir araba sileceği gibi salladığı ucu kermeli kuyruğunun sesi oluyor, sonra üzerine sinen kokularla ahırdan çıkıp çocukluğumdan uzaklaşmadan annemin bahçe çitinin üstüne atıp da oklavayla dövdüğü halının pat patlarına dönüyor ve ben bu sırada halıdan kalkan hayali toz bulutlarıyla öksürürken bir zamanlar yabancısı olmadığım mutluluğun kahkahaları oluyordu.


Nereye gittiğimizi bilmiyordum. Bereket o ki acıyı seviyordum da bilinmezliğin tadını çıkarıyordum. Ne kadar uçtuk bilmiyorum. Belki sadece birkaç dakika, belki de yıllarca. Belki zaman da buharlaşıp uçtu bizimle, içinden geçtiğimiz bir buluta dönüştü. Artık geçmiyordu zaman kim bilir, biz geçiyorduk onun yerine. Belki de “Zaman kimsenin geçmek istemeyeceği bir bataklıktır, fokur fokur kaynarken içine düşen insanları ağır ağır dibe çeker!” diyen Sermet abimin önce ciğerlerinde hapsolan, sonra burun deliklerinden çıkıp kıvrak hareketlerle raks ederek havaya karışan beyaz-mavi sigara dumanının ta kendisiydi zaman. Sermet abim ölünce zaman da ölmüştü belki. Çünkü onunla beraber çok şey girmişti toprağın altına. Bize benzemezdi abim, şimdilerde annemin “Sen evlatlıksın Sermet, seni Çingenelerden aldık!” deyişini daha iyi anlayabiliyorum. Abim Asurlular ya da Urartular soyundan geliyor olabilirdi. Ve o ölünce kendisiyle beraber ona ait olan şeyleri gömmemiz de bu yüzdendi. Annemin gülüşünü gömdük mesela ve de siyah saçlarını, babamın gözünün ferini ve dik yürüyüşünü, evimizin bereketini ve rengini, isli gaz lambamızın ışığını ve o ışıkta büyüyüp küçülerek oradan oraya kaçışan muzır gölgeleri, kilimlerimizin desenini, kuşların ötüşünü, yemeklerin tadını, mutluluğun adını, rüzgârın taşıdığı çam kokularını, arıların vızıltılarını, yağmurun çinko çatımızla çaldığı şarkıyı, karın beyazını, kengerin sakızını, kekliğin havalanışını, komşu kızın kalbini, huzuru ve kelimelerimizi, benim sol yarımı... Umarım gittiği yerde işine yaramıştır bunlar.


Sermet abim birkaç damla gözyaşımın arkasına sığınıp onların tuzunda ve bulanıklığında erirken bir kasaba gözüktü aşağıda. Kelime alçalmaya başladı. Yere konduğumuzda yeni bir öykünün içinde olduğumuzu anlamıştım. Kısa bir öykü olmalıydı bu, çünkü kelime küçük bir işinin olduğunu ve çok sürmeden geri gelip beni alacağını söyledi. Sonra da burası Aynalar Kasabası deyip gözden kayboldu…


Sokaklar cam kırıklarıyla doluydu. Arkaları sırlı cam kırıkları. Bazıları kanlıydı bu cam kırıklarının. Az ötede kulakları düşük sarı bir kedi, arka bacaklarının üzerine oturmuş kanlı patisini yalıyordu. Yüzünden acı çektiğini anlamak zordu. Bir kedinin acısı yüzünden anlaşılır mı? Kedinin yanına varıp diz çöktüm ve gözlerinin içine baktım. O gözler bana ayna oldu sanki. Orada bir kedi gördüm. Belki benim gözlerim de ayna oldu ve kedi bende kendini gördü. Belki de önümde görünmez bir ayna vardı da kedide yansımamı görüyordum. Ben kediydim, kedi de ben. Başını okşadım kedinin, bu sırada bir elin saçlarımda gezindiğini hissettim. Ayağa kalktık beraberce, veda ettim kediye. Güle güle derken o da miyavladı. Ama benim kafam karışmıştı. Belki ben miyavlamıştım kim bilir ve kedi güle güle demişti. Beş on metre yürümüştüm ki arkamı dönüp baktım. Kedi yoktu. Ama ağzımda kan tadı vardı ve sol avucumda cam kesiği. Canım acıyordu ama yüzümden acı çektiğim anlaşılıyor muydu bilemiyordum. Bu sırada kelime gittiği yerden dönmüştü. Beni sırtına aldığı gibi havalandı. Yeterince yükseldiğinde anlatmaya başladı…


Bir zamanlar bu kasabanın pek adil bir şefi varmış. Kasabayı huzur ve refah içinde yönetirmiş. Danışmanlarından bazılarını kendisine ayna tutmaları için görevlendirirmiş. Böylelikle kim olduğunu asla unutmazmış. Ancak kötü niyetli bir danışmanın eline efsunlu bir aynanın geçmesiyle her şey değişmiş. Aslında bu danışman, efsunlu aynayı yaratan ve kasabayı ele geçirmek isteyen şeytanın kölesiymiş. Şef her gün baktığı o aynada kendini gördüğünü sanmış ve gün geçtikçe değişmeye başlamış. Çünkü o aynada bir gün hırslı birini, diğer gün kasıkları alev alev yanan şehvetli birini, başka bir gün gözünü ancak toprak doyurabilecek cimri birini, bazı günler kibirli birini, kimi günler kıskanç ve öfkeli birini, bazı zamanlar merhametten yoksun hasis ve bencil birini, kimi günler mal ve makam sevgisiyle yanıp tutuşan birini, en sonunda da tanrıyı görmüş. Sonunda kasabadaki o adil ve refah düzen bozulmuş. Şef küçük sarayının dört bir yanına dev aynaları yaptırmış; kasabanın çeşitli yerlerineyse eğlence aynaları… Sefalet ve adaletsizlikle hemhal olan halk, bu aynaların karşısına geçip ağlanacak hallerine gülüyorlarmış. Böylece şef de halkının mutlu olduğunu sanıyormuş. Günün birinde kasabada bir çocuk dünyaya gelmiş. Bu çocuk alnında bir aynayla doğmuş. Ayna çocuğun bir uzvuymuş aslında ve sadece insanların gerçek yüzlerini gösteriyormuş. İnsanlar her gün çocuğun evinin önünde kuyruklar oluşturuyormuş. Kim olduklarını öğrenmek isteyen meraklı insanlardan oluşan bu kuyruk gün geçtikçe uzuyormuş. Tabi bu haber şefe çabuk ulaşmış. Ve şef danışmanlarının itirazlarına rağmen çocuğu huzura getirtmeye karar vermiş. O gün geldiğinde, şef mağrur bir şekilde çocuğu kucağına alıp alnındaki aynaya bakmış. Ne gördü bilinmez ama bakmasıyla birlikte çocuğu yere fırlatmış. Ve öfkeyle “Vurun başını!” diye emir vermiş. Emir çaresiz yerine getirilmiş. Çocuğun kesik başı şefin ayaklarının dibine yuvarlanmış. Şef şeytani bir gülümsemeyle kesik başı yerden almış ve kana bulanmış aynaya bakmış. Ve bakmasıyla birlikte dehşetten irice açılan gözleriyle orada can vermiş. Rivayet o ki şef, aynada ölen kendisini görmüş. Kasaba halkı ise meydandaki aynalardan birinin içinde kaybolmuş. Kimilerine göre ayna onları yutmuş, kimilerine göreyse o ayna vasıtasıyla farklı bir âleme geçmişler…

İşte bunları söyledi kelime bana. Sonra da sustu. Daha önce hiç konuşmamış gibi sustu, tüm susuşların toplamıyla sustu. Geceyi çağıran bir susuştu bu. Çok geçmeden o da geldi. Gelişi apar topardı. Aceleyle evden çıkan ve çıkarken de eşarbını örtmeyi ya da mantosunun önünü iliklemeyi unutan bir kadına benziyordu gece, siyah yazmasını başına attı hemencecik ve sessizce göğün koynuna uzandı, çok geçmeden de derin ve koyu bir uykuya daldı.


Gökyüzü aysız ve yıldızsızdı. Yüzüme karanlıklar çarpa çarpa sessizce uçuyorduk. Sebebini bilemiyorum ama canımı acıtıyordu karanlığın bu çarpışları; bazen babamın yüzümde patlayan tokadına dönüşüyor, çok geçmeden öğretmenimin yanaklarımı kızartan azarı oluyor, az sonra da sevdiğim kızın suratıma sıvanan alaycı sözlerine dönüşüyordu. Elimi sallıyordum dağılsın diye karanlık ama olmuyordu. Sonunda uyumuş olmalıyım. Çünkü gözlerimi açtığımda, sarı ve puslu lambaların aydınlatmaya çalıştığı pastel renkli bir sokakta, kelime ile karşılıklı bir masanın başında otururken buldum kendimi. “Uyandın nihayet!” deyip gülümsedi kelime, “Sana da bira söyleyeyim mi?” Önündeki büyük kristal bardaktaki üstü köpüklü biraya baktım. “Hayır.” diye cevap verdim, “Ben içmiyorum.” Sen bilirsin gibilerinden omzunu silkti kelime ve ben bu arada etrafı izlemeye başladım.


Taş döşeli dar sokak gecenin bu saatinde yorgun gözüküyordu. Kafası arada bir öne düşüyordu sanki, meyhaneden gelen kahkahalarla müzik seslerini duymamak için kulağını kapatırken biraz olsun uyumak istiyordu. Sırnaşıktı gülüşler; biraz sarhoş, biraz da orospuydular. Kelime büyük kulplu cam bardağındaki köpüklü biradan bir yudum aldı. Yüzünü ekşitti, tadını beğenmemiş gibiydi. Sokağa taşmış masalardan birindeydik. İçerisine baktım büyük ve kalın camdan. Önlerindeki dağınık ve bitmiş mezelere, bir de çakırkeyif hallerine bakılırsa bir süredir burada oldukları anlaşılan dört kişilik grup çekti dikkatimi. Canlı müziğe eşlik edip kadehini havaya kaldıran aşırı makyajlı kadın pek mutlu gözüküyordu. Hakikaten öyle miydi? Kadın karşısında oturan kirli sakallı sırnaşık adamdan bakışlarını kaçırıyordu. Belki de mutluluğu yüzüne yaptığı o makyaj gibiydi. Eve gidinde o da silinecekti. Kelime birasından birkaç yudum daha aldıktan sonra bana yine garip hikâyelerinden birini anlattı. Altı parmaklı bir kadına âşık olan adamın hikâyesini. Kadın da adama âşıkmış. Ve onu daha mutlu etmek için kusur saydığı altıncı parmağını aldırmış. Ama aslında adam kadının altı parmaklı halini ve en çok da o altıncı parmağı seviyormuş. Sonrasında adamın aşkı bitmiş ve kadından uzaklaşmış. Otobüs beklediği sırada, göbeği açık bir bluz giyen ancak göbek deliği olmayan bir kıza tutulmuş ve onun peşinden gitmiş…


Meyhaneden ayrıldığımızda sarhoştu kelime. Sağa sola yalpalayarak ilerliyordu. Beni nereye uçurduğunu bilmiyordum. Bu sırada gece uyanmış ve siyah eteğini sürüye sürüye yanımızdan uzaklaşmıştı. İlk ışıklar bulutlara değerken az ileride bir kasaba gözüktü. Tanıdık gelen bir şeyler vardı orada ve yaklaştıkça anladım ki orası bizim kasabaydı. Gitmek istemiyordum oraya. Ama kelime ani bir hamleyle ters dönüp beni üzerinden attı. Düşüyordum. Düşerken üşüyordum. Ve düşerken önce caminin minaresi büyüdü, ardından horozların ötüşleriyle köpeklerin havlamaları, sonra eşeklerin anırmaları, deli Hasan’ın tüm dünyayı içine alan sövüşü de büyüdü ve ardından kasabanın tek katlı kerpiç evleri…

Ve sonra annemin sesi büyüdü. “Oğlum yine uçtun sen. Kaçtır çağırıyorum, duymuyorsun. Yazmak karın doyurmaz. Hele önce kahvaltını yap da sonra devam edersin. Bak abin sıcak pide getirmiş…”


Gerinerek ayağa kalktım. Kocaman esnedikten sonra aynanın karşısına vardım. Aynaya miyavlarken bana günaydın diyen yansımama baktım. Sevindim, anlaşılmıyordu yüzümden acı çektiğim…

Comments


bottom of page