Öykü: Yokuş Aşağı
"Parmaklarımın arasına giren o yuvarlak dikenler yok mu, durdurdu beni nihayetinde. Durdum. Yokuş aşağı giden hayatımın daha fazla yuvarlanmasını engellemeye çalışır gibi durdum."
Gamze Erhan
Hafifçe çekmiştim ama çat diye kapandı sokak kapısı. Anamın çocukluğumda kafama fırlattığı lastik terlikleri gibi. Ayaklarım itişe kakışa giydi terlikleri. Sonradan fark ettim, toprağa ulaşmaya çalışan bir solucanı ezdiğimi. Hava da beni böyle eziyordu. Oysa yeni yaz havasıydı; bunalırken esen bir rüzgâr bedenini sarıp ferahlatabilirdi; sevgili gibi.
Hızla yürüdüm. İnerken ayağıma batan çalıları umursamadım. Ama parmaklarımın arasına giren o yuvarlak dikenler yok mu, durdurdu beni nihayetinde. Durdum. Yokuş aşağı giden hayatımın daha fazla yuvarlanmasını engellemeye çalışır gibi durdum. Dalları kırmızı erikten yıkılan, genç ince gövdeli ağacın dibinde bitmişim. Ben evlenip giderken o yoktu burada. Oğlumla yaşıttı. Hamit Amcanın bahçe duvarının dışında kök tutmuş, kimseye ait olmadan bir başına meyvelerini kızartıyordu. Ben de kimseye ait değildim artık.
Göz ucuyla kıskanç bir bakış attım ağaca, sonra yoluma devam ettim yokuş aşağı. Öyle güzel kokuyor çiçekler; mayhoş, tatlı. Hele o incir ağaçları... Tütsülü şerbet gibi. Ama hepsi karnımı buruyor, başım dönüyor.
Yine duruyorum. Bir evin duvarına yapılan derme çatma tahta oturağa yaslanıyorum. Ne oldu bana? Yaşlıların yokuş çıkarken mola verdikleri sevap bankı, beni ağırlıyor. Gençlik yaşta değil başta! Kafan sakin olacak, pır pır edecek yüreğin. Hah, Nezihe Teyze'nin görüş alanına girdim, bakıyor bana kahvesini yudumlarken. Kapısını çalsam, otursam, yol kenarındaki penceresinin önüne, fiskos sehpasına çapraz koyduğu koltuklardan birine. Kaç yıllıktır kim bilir bu takımlar, neler görmüştür neler… Nezihe Teyzem, desem. Sana Bir şey soracağım. Sen de genç oldun, bilirsin. Yerimde olsan aynısını yapmaz mısın? O zaman niye öyle bakıyorsun bana gözlerin kısık!
Ne yapayım yavrum, diyecek bana. Gözlerim görmüyor da ondan kısık bakıyorum sana... Alınganım bu aralar. Sonra hadi diyecek, işim var benim. Misafir olsam da kalkıp gidecek yanımdan. Ben de yaşlanmadan yaşlı gibi olsam; ucunda ölüm olsa da kimseyi iplemeyip bildiğimi okusam...
Yol kenarına geldim nihayet. Şimdiden bu yokuşun çıkışını düşünüp hayıflandım. Oysaki şimdiye bakmak lazım. İşte, iki adım ötemde sahil.
Çocukluğumda dümdüz kumsaldı burası. Çay bahçeleri yoktu. Ama o zaman bile kalabalıktı. Büyük şehirde yaşayanlar temiz denizin kıymetini biliyor. Arabalı feribotların gün boyu seferlerinden dökülen dışkılar arasında yüzüyor olsak da yine de temiz sayılır, bir iç denize göre. Herhangi bir adanın denizindeki gibi denizanaları yok burada. Kumsalda sigara izmaritleri tek tük. Şansına çitilenmemiş çekirdek de bulursun. Güneş altında kavrulmuş, mikropsuz. Kumsalın ganimeti olarak dişinin kavuğuna yem yaparsın. Akşamüstü güneşi, başının derdi değil. Açık maviden griye giden deniz ferahlatmasa da boğar düşüncelerini.
Oysa renkten renge dönüşen sular, baba evinin balkonundan daha güzel. Bazen gelinlikler içinde uzanan el değmemiş bir kız, bazen düğün zamanı herkesin hopladığı meydan alanı. Dolunayın ışığında, gel seni götüreyim diyen yakışıklı bir yabancı; ama yakındayken sadece bir su. Gerçeğe ne kadar yakınsan o kadar sevimsiz görünür bazen.
İnsanları izlemeyi daha bir severim sahilde. Onların görüntülerine kör talih ekler, kendimi sevindiririm. Bak işte, iki yanım ötede şu kızcağız. İpli bikinisiyle yüzükoyun uzanmış fotoğrafını çekiyor, başı bir sağda bir solda, fönlü saçlarını savuruyor. Acaba açıklama altına ne yazacak;
“Beni beğenin; çünkü ben kendimi çok beğeniyorum,”
“Babam zengin, hayat bana vız gelir.” Tabi ki bir köyün halk plajında olduğunu yazmayacak... Sonra, her gün bakıp kaç beğeni aldığını sayacak... Beğen tuşuna basmayan kızları kara listeye alacak, “kıskanıyorlar beniiiii,” deyip kendini yüceltecek.
Biraz daha kalsın hayal dünyasında. Er ya da geç o da evlenecek, kalçaları genişleyecek. Ensesinde kesilmiş saçları uzun süre fön göremeyecek. Sonra bir gün bu sahilde bu fotoğrafı hatırlatacak Facebook; beş yıl önce bugün. Bunu görünce hüzünlenecek, hızla davranıp, kumun içinden çöp eşeleyen bebesinin elini çimdirecek. Ah bebem, sende suç yok, ağlama. Hayat anneni üzerse, ilk hisseden sen olursun her zaman.
Şu halimle belli ediyor muyum kendimi? Başkaları da bakıyor mudur bana? Ay zavallı kadın, zampara kocasına dayanamamış, kemire kemire parmaklarında tırnak bırakmayan çocuğuyla birlikte baba evine dönmüş, diyorlar mıdır? Yüzüme tebessüm yerleştireyim biraz, kimse anlamasın.
Önce bir gölge uzandı yanıma sonra “çay getirdim sana,” dedi biri. Kısa bir şaşkınlıktan sonra doğruldum. Hüseyin’di.
“Tepedeyken fark ettim seni ama yetişemedim. Biraz soluklandın sevap bankında ama...” dedi, birkaç saniye sustuktan sonra ekledi: “Koşamıyorum artık.”
Aklımın her köşesi binlerce kilometre uzakta olduğu için anlamakta güçlük çektim. İşte o sürede meydana gelen sinir bozucu sessizliği bozmak için o aptalca soruyu sordum...
“Tatilde misin?”
“Yok,” dedi, Hüseyin. “Artık köyde yaşıyorum. Kazadan sonra tazminatımı alıp çay bahçesine ortak oldum ya.”
Ya. Bu ya'nın çok uzun bir açılımı vardı. Kızım köyde herkes duydu. Kazadan sonra topal kaldım, alışveriş merkezi, topaldan güvenlik görevlisi olmaz diye tazminatımı verip işten çıkardı. Ne yapayım şehirde tek başıma, ben de köyüme geri dönüp şuradaki çay bahçesine ortak oldum ya.
Bir süre önce annem Hüseyin'in başına gelenleri anlatmış ben de hiç oralı olmamıştım. Benim derdim bana yeterdi. Bunu hatırlayınca biraz mahcup bir tavırla, “Yaa geçmiş olsun,” dedim. Geçmeyeceği belli bir şey için ne gereksiz bir dilekti.
İlkokulu beraber okumuştuk. Onların evi bizden daha yukarıdaydı, her sabah kapımı çalar, beslenme çantalarımızı boynumuza takıp caminin yanındaki okulumuza giderdik. Bazen köprünün yanındaki fırından geçerken o mis gibi taze ekmek ve poğaça kokusundan başımız döner, kahvaltı yapsak da bir poğaça alır bölüşürdük. Çocukluk, bu dünyanın belki de en güzel kokusu olan ekmek kokusuyla birleşince ne güzel hatırlanıyor. Sonra büyüdük… Ama o paylaşılan poğaçaların hatırı bir bardak çayda bulmuştu karşılığını.
Uzanıp çayı elime aldığımda, çoktan ılıdığını fark ettim. Bir garip hissettim. Uzun zamandır, kimseden bir şey almadığım geldi aklıma.
Hüseyin, afiyet olsun, diyerek geri döndü. Kumda yürürken topal ayağı başına gelenin hıncını binlerce kumu ezerek çıkarmaya çalışırken sağlam ayağı onun bu öfkesini üzerine alıp onu rahatlatmaya çalışıyordu. Onlar artık, sağ bacak, sol bacak değil, bu hayatta dengede durabilmek için birbirine destek olan iki yoldaştı.
“Hüseyin!” diye seslendim. Ağzımdan çıkan isme önce ben şaşırdım. Bana doğru döndüğünde ona elimdeki çay bardağının anlamı ile ilgili bir cümle kurmaya hazırlandım;
“Sağ ol.” Sonra bunun dünyadaki en güzel dilek olduğunu fark ettim. Yaşa emi Hüseyin. Onun tebessümünde kendiminkini gördüm.
Ilımış çayın keyfini çıkardıktan sonra eve dönüş zamanı geldi. Şimdi yokuş yukarı tırmanmak vardı ya tek nefeste çıkabilirdim.
Comentarios