Öykü: Yüksek Rakım
"Gidecek başka yerim olmasa da olurdu. Okumak ne kadar da önemliydi bu kadar okumamış insan arasında."
Emir Akköse
Kubbe dağında durdurdu babam arabayı. Virajlı yollar midemi alt üst etmişti. Serin dağ rüzgarını alıp, derin derin içini döken dağ suyunu da yüzüme çarpınca kendime geldim. Avuçlarım suyu hapsetmeye yetmediğinden babam kendi avuçlarını ödünç verdi. Annem arabanın kapısına yaslanmış sigara içiyordu. Başını bağlamasına 16 kilometre var daha. Yanına gittim, „Ne kadar yolumuz kaldı anne?“ „Az kaldı yavrum,“ dedi. Sigarasını rüzgara kurban ederken, gözleri dağılıp giden dumanı takip ediyordu. „Söndür onu da gidelim,“ dedi babam. İzmariti yoldan aşağı, kayalıklara doğru bıraktı ulaşacağı son noktaya kadar izledi. Öne ben oturayım diye bir çırpınışta bulunduysam da işe yaramadı. Yolun geri kalanında annemle babam neredeyse hiç konuşmadı. Teypte o gün yükselen parça, arka koltukta basınçla dolan kulaklarıma şevkatli dokunuşlar yapıyordu ki bugün bile zaman zaman yürür benimle o şarkı. Uzaktan caminin minaresini görünce bir sevinç başladı içimde. Köydeki tek cami oydu ve bizim evin yanındaydı. Emektar Toros’umuz az sonra dinleneceğini bilerek son bir gazla tırmandı yokuşu ve bir yaz boyu sürecek molasına başlamak üzere stop etti. Annem bagajdaki öteberiyi eve taşıyordu. Dede, ellerini arkadan bağlamış evin bahçesinden aşağıya, tarlalara bakıyordu. Öğle ezanı yeni okunmuştu ama „Akşam oldu, nerede kaldınız?“ diye sordu. „Anca geldik“ dedi babam ağzının içinden. Babaannem bahçede, giriş kapısının yanındaki divanda sırtüstü uzanıyordu, bir elinin ters tarafını da alnına yaslamıştı. Bizi görünce doğruldu yavaşça. Gidip ikisinin de elini öptüm. Bahçenin arka kapısına, erik ağacının olduğu yöne doğru sıvışmaya çalıştım. Köyün diğer çocuklarıyla buluşmak için. Annem arkamdan, „Önce bir şeyler ye,“ diye seslendiğinde ceplerimde yeşil eriklerle çoktan çıkmıştım kapıdan. Ertan’ı çınarın dibinde elimle koymuş gibi buldum. Uzun kollu kendine büyük gelen eski bir gömlek giymiş, yakalarını havaya kaldırmıştı. Derenin kenarında çekirdek kırıyordu. Ben kayısı çekirdeklerini kırıp tek tek yerim. Ertan ise önce biriktirir, sonra yer. Bu denklem hayat boyu böyle devam etti. Ertan da benim gibi sadece yazları gelirdi buraya bu yüzden köy çocuklarına kendimizi kanıtlamamız bir iki haftamızı alırdı. Önce şehirden getirdiğimiz spor ayakkabıları ve temiz, markalı şapkalarımızı, şortlarımızı saklar; uzun kollu, güneşten solmuş bize büyük gelen gömlekler giyer, ter dalgalarının şeritler çizdiği şapkalar takar ve Ankara lastiği giyerdik. Sonra Türkçemizi valize koyup yarım yamalak Kürtçemizi yerleştirirdik dilimize. Şehirli tenlerimizdeki pembe sivrisinek ısırıkları bizi hiç rahatsız etmiyormuş gibi davranırdık. Yine de köy çocuklarının gözünde yaz bitmeye yakın gidecek olan turistlerdik. Bütün dolaylı tümleçlerimizi, noktalama işaretlerimizi ve metni anlama sorularımızı alıp gidecektik ne de olsa. Onlar ise Kürtçe tekerlemelerini dağların ötesine ulaştırabilmek için yeni turistler bekleyeceklerdi. Biz ise bu arada kalmışlığı, ne oralı ne buralı olmuşluğu metropollerde bir imza gibi taşıyacaktık.
Ertan avucunda biriktirdiği terle tuzlanmış çekirdeklerden en seçkinlerini ağzına dökerken sordu „Karnen nasıl?“
„Bok gibi. Yine! ‚‘ onun karnesini sormadım. Her zaman takdir alır. „Malatya’daki futbol topunu da getirdim,“ dedi.
„Hani nerede?“
„Evde, çıkarmam, patlar burada.“
„Çıkarmayacaksan niye getirdin oğlum.“
„Dikkatli oynayacaksak, çıkarırım.“
„Dikkatli oynarız.“
Yarım saat sonra aynı yerde buluşmak üzere sözleşip, eve gittim. Spor ayakkabılarımı çıkarıp, Ankara lastiğini geçirdim ayağıma. Dedeye rastlamadan arka kapıya yöneldim ki,
„Nereye?“ diye seslendi arkamdan.
„Top oynayacağız.“
„Doymadın oyunlara, yaşıtların tarlada harman kaldırıyor.“
Tartışmaya girmedim. Arka kapıdan atlarken bir kaç erik daha koydum cebime. O sırada annemi gördüm balkonda. Başını bağlamış, kumaş pantolonunu çıkarıp çiçekli şalvarını giymişti. Halıları silkeliyordu. Karnem yine kötü geldi diye çok kızmıştı.
„Sana oku diyorum ki bu köyden başka da gidecek bir yerin olsun,“ diyordu. Oysa ben köyü seviyordum. Gidecek başka yerim olmasa da olurdu. Okumak ne kadar da önemliydi bu kadar okumamış insan arasında. Okumak ne kadar önemliydi ve matematiğim ne kadar kötüydü.
Akşam serinliği tanıdık dokunuşlarla rahatlattı yemek masamızı. Babam hiç konuşmadı. Annem. Zaten hiç konuşmazdı. Dede, yarın işçilerin geleceğini hatırlattı. Babaannem dizlerinin ağrısından şikayet etti. Don vurdu diye çaya yakın olan kayısılar yanmıştı, ne zarar. Çay demli olsundu, hadi yatılsındı.
Annem balkona serdi döşekleri, ben babamla orada yatacaktım, annem içerde çekyatta. Babamla bir süre berrak gökyüzüne baktık, yıldızlar hakkındaki sorularıma kısa yanıtlar verdi. Bir yıldız kaydı, hangi ülkeye düşmüştür. Birkaç uçak gördük, kimdir içindeki insanlar, nereye gidiyorlar baba.
Saat sabah yedide dedemin seslenişiyle uyandım. Yastığım gördüğüm rüyaların ışığıyla sıcacıktı hala. Gerinip sol yanıma doğru döndüm balkondaki yatağımda, dedeme aldırmadan. Dut ağacı elimi uzatsam dokunacağım bir mesafedeydi. Karşımda tarlalar uzuyor ve dağlarla birleşiyordu, dağlar ise gökyüzüyle. Dede bir kez daha var gücüyle ismimi haykırdığında artık aşağı inme vaktim gelmişti.
„Öğlen oldu, neredesin?“ dedi dede, ben peynir ekmek ve kayısı reçelimi yerken. „Haydi karnını doyur da inekleri bahçeye götür otlasınlar.“ Gündelik bir sohbette bile azarlar gibi konuşsa da severdi dede beni. Cebindeki fıstıkları bir tek benimle bölüşmesinden bilirdim. Patlayan her balon topumun ardından yenisini alayım diye verdiği harçlıktan bilirdim. Karnımı doyurunca ahıra doğru yürüdüm. Dede beton ev yapmadan önce eski kerpiç evde kalıyorlardı, hayal meyal hatırlıyorum. Hayvanlar aşağıda havşede uyurken üst katta bizimkiler yatıyordu. Şimdi eski evin yüz metre aşağısında beton eve geçtik ama hayvanların ikametgahı hala kerpiç evin havşesidir. Babaannem sabah erkenden ineklerin boynuzlarından kalın bir ip geçirerek ayaklarına bağlamıştı. Bahçede kafalarını kaldırıp ağaçlardan kayısı yemesinler diye. Hepi topu iki inekti zaten. Aslında bir inek ve danası. Yolda bir sopa bulup aldım elime ve ineklerin kahvaltı yapacağı bahçemize doğru yol aldım. Köy yoluna inip asfaltın üzerinde aşağı yukarı beş yüz metre ilerleyip eski değirmenin oradan sola sapınca patika yol başlar. Dereyi ve onun sevinci müjdeleyen ritmini takip edince bizim bahçedesinizdir. İneği ve sevgili danasını uzunca kendirlerle iki farklı ağaca bağladım. Saat 12’de onları su içmeye götürene kadar işim bitmişti. Tekrar asfalt yola çıkıp bizim evin ters yönüne yürüdüm. Eski değirmenin oradan yukarı doğru çıktım. Biné Çinaré’de kimse yoktu.
Malatya’daki teybimizde de sık sık çalan devrimci şarkıları mırıldandığında anladım Şehmus’un sınıf bilinci olan bir mevsimlik işçi olduğunu. On iki on üç işçi tuttuğumuz yaz aylarından değildi. Çoğu kayısıya don vurdu o yaz ve sadece üç işçi geldi Adıyaman’dan. Şehmus, annesi ve bacısı. Çanak anten ve babamın devrimci kasetlerini doğru anladımsa Şehmus beni sevmeyecekti. Ağa torunuydum çünkü, işverendim.
Dede eskisi gibi köyün varlıklısı değildi ama herkes onu ağa diye bellemişti bir kere, o da öyle davranmayı hep sürdürdü. Bir paydos vakti kayısı sirkelediğimiz uzun sopalar Şehmus’un omuzunda birlikte yürürken „Çok poz kesiyorsun Şehmus abi, ben de devrimciyim“ dedim. Elinin içiyle kafamın arkasını tokatladı hafifçe. „Gece gündüz top oynuyorsun, paydos vakti geliyorsun bahçeye nasıl devrimcisin,“ dedi. Evin oradaki yokuşa gelince sağda okulun bahçesinde top oynuyordu çocuklar. Annemin pişirdiği yemeklere oturana kadar Şehmus da eşlik etti bize. Bir başka zaman derslerimi sordu. Okumamı öğütledi yoksa sürünürmüşüm onun gibi. Ben köyü seviyorum dedim. Onun gibi yürümeye, onun gibi konuşmaya, onun gibi bakmaya başladım. Paydoslarda birlikte eve yürürken bazı şairlerden bahsetti, aklında kalanları okudu. Islık çaldı, dudaklarımı büzüp onun gibi çalmaya uğraştım bir vakit. Ertan’la az vakit geçirmeye, daha çok bahçede olmaya özen gösterdim. Şehmus annesi ve bacısı eski evin toprak damında yatarken, ben de babamla balkonda yatmaya, yıldızlara bakmaya ve Şehmus’u düşünmeye devam ettim.
Birbirini ağır çekimde kovalayan böyle gecelerin ardından arabadayız yine. Kubbe dağında durduruyor babam arabayı, midem berbat. Annem çiçekli şalvarı çıkarmış, kumaş pantolonunu giymiş, başını açmış. Verilen emeğe hiç değmeyecek bir kaç Türk lirasına bütün hasat satılmış ve babam avuçlarını benimle paylaşıyor kubbe dağından akan, içli bir türkü gibi yanan suyu içmem için. Paranın bir kısmı dershanelere gidecek, aman okuyayım diye.
Aradan neler geçti, nasıl oldu bilinmez Berlin’den kalkan Palermo uçağının 32. Koltuğundayım. Cam kenarı. Oldukça batıda olmama rağmen doğudaki o küçük köyü arıyor gözlerim. Balkonda babasıyla yatan bir çocuk eliyle bizim uçağı göstersin diye. Aşağı bakıyorum camdan, dikkatle. Yeşil eriklerin ceplerini nemlendirdiği bir çocuk mu koşuyor çınarın dibine doğru. Yok, yine çok yanlış bir yere bakıyorum kuşkusuz. Ve Şehmus, deniz seviyesinden kaç metre yukarıdadır, nerededir. Bunları düşündüm.
Comments