top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yüreğimi Sarartan Mimoza

"Mevsimlere göre giydirirdi ruhunun çıplaklığını. Kışın gönlünün köşesindeki buzları çözdürmek için ateşin başında otururdu da bir türlü eritemezdi."


Selahattin Anatürk


Mutfakta hummalı bir hazırlık başladı geceden. Numan’ın fırından çıkardığı zeytinli poğaçanın kokusu tüm sahile yayıldı. Hatta sokak lambasının tepesinde dönen kırlangıçlar da çektiler kokuyu içlerine. Daha neşeli döndüler gecenin yıldızlı semalarında. Gagalarına aldıkları mis gibi poğaça kokusunu boğazdaki kefallere dağıttılar. İçindeki zeytini de martılara attılar simitlerine katık yapsınlar diye. Yaz iyice başını çıkardı saklandığı kuytudan. Şarkı mırıldanıyor artık Numan. Şarkının mevsimi sonunda geldi. Her yaz içi dışı böyle ırmak gibi coşar, dili ağzı gümüş makara gibi çözülürdü. Yoksa dağlık, tepelik, ovalıktır Numan. Yükseklere çıktıkça üşürsün. Düşersin. Mevsimlere göre giydirirdi ruhunun çıplaklığını. Kışın gönlünün köşesindeki buzları çözdürmek için ateşin başında otururdu da bir türlü eritemezdi. Bir tek kitapları ısıtırdı gönlünü. O da yarım yamalak. Yalnızlık kışın daha çok üşütürdü sırım gibi ellerini.


Oh be yaz geldi artık dedirten gündü bugün. Ayakları çoraptan çıkınca yüzüne de bir gülücük geldi oturdu. Üzerindekileri teker teker attı. Bedeniyle birlikte ruhunu da hafifletti. Gülüşü de gittikçe büyüdü yanaklarında. Bir yandan da piknik sepetini yerleştiriyordu eli ayağı birbirine karışarak. Evi sepete sığdırsa yeridir. Başında dönüp durdu geceden beri. Keten gömleğinin yakasını iyice sıyırıp ılık esintiyle doldurdu içini. Koca evin boşluğuna inat. Sepetten önce kendi tastamam oldu. Ne de olsa üstündekilerle birlikte atmıştı kara kışın ağırlığını arka odadaki gardırobun üstüne.


Sabah yedi gibi yokuşun başında çalan korna sesiyle uyandı. Yatak odasının penceresi bahçedeki demir kapıya paralel yola cepheydi. Her mevsim yalnızlığını taşıyordu bu merdivenlerden kıvrıla kıvrıla. Yolunu gözlediği kimsesi olmayınca insanın yüreği pır pır eder böyle günlerde. Öyle bir gündü bugün. Aynısının dışında. Onu bekleyenin olduğu günün sabahıydı. Tatlı yorgunluğun kollarından kopup eyvah geldiler diye fırladı ayağa. Eli ayağına kaldığı yerden dolanmaya başladı. “Sepete koyacak başka bir şey var mıydı?” derken sabaha karşı uyuya kalmıştı. Saat altıda ayağa dikilirdi yoksa. Sabaha kadar uyku tutmamıştı deniz gecesi gözlerini. Görülmüş şey değildi yoksa bu yaptığı. Hoş daha ne görmüştü ki! İnsanlık hali der geçilirdi. İnsanlık haliydi. Oysa her şey insana dair değil mi?

Uğur ile Gül el salladılar bahçe kapısının önünde duran arabadan. Bekliyoruz acele etme diye bağırdılar. Pencereden uzattığı başını hemen geliyorum dercesine sallayarak, saçlarını taramadan eline ne geçtiyse giyip attı kendini dışarıya. Hatta turuncu şortun altına giydiği çorabın birinin krem birinin beyaz olduğunu çok sonra anladı. Oysa uyumun içinde kendine has bir uyumu vardı. Titizdi. Hiç ona göre değildi bu durum. Madara olacaktı Uğur ile Gül’e. Ya da tam tersi şansı olacaktı uyumsuz çorapları. İlk kez uyumsuzluğu ile gurur duyacaktı belki de kim bilir?


Uğur ile Gül evin önünde sigaralarını yakmış beklerlerken bir yandan da gülüyorlardı. Bizim Numan âşık olmuş galiba yoksa geceden kapıda dikilirdi diyen Uğur’a, kaşlarını çatarak baktı Gül. “Çocuk her zaman mı yapıyor Allah aşkına dalga geçmenin sırası mı Uğur?” diyerek bahçedeki yeni dünyanın dalından çıkardı hıncını. Daha olgunlaşmamış yeni dünyalar merdivenlerden aşağıya yuvarlanırken Numan’ın geldiğini görüp sustular. Utana sıkıla merdivenlerinden inerken daha kendi demeden yüzünün mahcup hali özür diledi arkadaşlarından. Yere saçılan yeni dünyaları yemiş gibiydi yüzü. Oysa aynı üniversiteden mezun olmuşlardı. İnsanlık haliydi. İnsana dairdi. Yüreği annesinin vitrinindeki iğne oyasının inceliğindeydi. İğne oyasının üstündeki kristal çay bardağının içinden dökülen mimoza kurusunun izi çıkmıştı yüreğinde. O yüzden sarımsı bir leke var içinde. Ta içinde. Derinlerde. Böyle kalsın da zaten. Hangimizin içinde öbek öbek leke yok ki... Karası, kızılı, kırmızısı, küllüsü. Sarımsı lekelerin olduğu yürekleri daha da kirletmesinler. Onlar hep öyle kalsın…

Elindekileri bagaja özenle yerleştirdi Numan. Arabanın arka kapısını açıp tam oturacakken birden dondu kaldı. Yüzünü buz kesti. Yutkunup derin bir nefes alarak arka koltuğa zar zor oturdu. Uzun bir sessizliğe gömüldü. “Nasılsın? Dün gece dinlenemedin galiba? Hiç sesin soluğun çıkmadı? Piknik için neler yaptın bakalım? Oğlum iyi misin bir cevap ver? Sanki Amerika’ya giden uçağı kaçırdın ha alt tarafı on dakika kapıda sigara telledik. Orada mısın oğlum?” diyen soruların ardı arkası kesilmiyordu. Uğur işte her zamanki gevşekliğiyle Numan’ın içindeki sarılığa bir damla daha leke sürüyordu. Cevapsız kalan sorulara bir yenisi daha ekleniyordu. “Çok konuşmazsın, iyisin hoşsun ama bu kadar da sessizliğe bürünmez ki bir insan be kardeşim,” diyerek sonunda arkasına döndü Uğur. Gül bahçedekinin aynı bakışı tekrar fırlattı Uğur’a. Yeter, üstüne gitme dercesine omzuna dokundu. Numan hiç oralı olmadı. Sadece sol tarafına dönüp dünyanın bütün gülücüklerinden koparıp yanağına kondurduğu en güzel gamzesiyle gülümsemeye başladı. Isınıyor, çözülüyor, kışını yaza döndüren yalnızlığının en zarif örtüsüne bakıyordu. İpekten, dokunsan parmaklarını yakacak kadar pürüzsüz örtüye. Pembenin en güzeliydi. Saçları balkonuna doğan güneşin huzmesiyle boyanmıştı sanki. Gönlünün sarılığı ağarıyordu. Bembeyaz oluyordu. Uğur’un sorusunu, ona baktığını, Gül’ü, sabahı, pikniği, sepeti, nereye gittiklerini, kendini, her şeyi unuttu. Sadece ve sadece sol tarafına bakıyordu. Gördüğü şeyin rüya olmaması için gözlerini sımsıkı kapatıp tekrar açıyordu. Açınca tekrar gülümsemeye başlıyordu.

Fatih Ormanları’nda yemyeşil ağaçların altındaki yoldan geçerlerken gözlerini açtı. Gül, lise arkadaşı Çağla’yı Numan’la tanıştırmak için arkaya döndü. Arka camdan yayılan ışık o kadar güçlüydü ki bir türlü onları göremedi. Gözleri kamaştı. Çağla, Numan’ın ayaklarındaki çoraplara kenetlenmiş dünyanın en güzel resmine bakıyordu. Anaokulunun en şirin çocuğu yanındaydı sanki. İçini mayıs çiçekleri dolduruyordu. Al al mor mor. Işıl ışıl saçları pencereden esen rüzgârda savruldu. Saçları arada bir Numan’ın omuzlarına dokunuyordu. Saçlarının kokusunu içine çektikçe bir şarkı mırıldanmaya başladı Numan. En sevdiği şarkıyı söylüyordu bugün. Dünyanın en güzel kadınına. Şimdi besteledi. Ağaçların yapraklarının hışırtısı, rüzgârın tınısıyla en güzel şarkısını söylüyordu. Çoraplarının renklerini çok sevdim ben Çağla diye bir ses geldi kondu parmaklarına. İlk bestesini çalmak için dizlerine dokundu. Çocukken çok güzel piyano çalardı. Ben zeytinli poğaça diye karşılık verdi Numan. Tekrar gülümsedi. Birden Uğur’un omzunu sıkıca tutup arabayı durdurmasını istedi. Küçükken annesine bahçeden koparıp verdiği mimoza geldi aklına. O gün yüzüne okkalı bir tokat yemişti. Bir an irkildi. İnmekle inmemek arasında gidip geldi. Sonunda inebildi. Arabanın yanına diz çöktü. Dizlerini karnına çekti. Parmaklarını ısırmaya başladı. Göz yaşları parça parça yere dökülüyordu. Annesinin yüzü gözünün önünden gitmiyordu. Çorapları asfaltın ziftiyle karardı. Bir el dokundu parmaklarına. Ben Çağla, zeytinli poğaçalar çoraplarına dökülmüş galiba diyerek kulağına fısıldadı. Gülümsediler. Numan’ın annesinin yüzü yavaş yavaş kayboldu. Çağlaya baktı uzunca. Ayağa kalktı. Bagajdaki sepetten çıkardığı zeytinli poğaçayı yeşil peçeteye sarıp Çağla’nın ellerine tutuşturdu. Titriyordu. Yüreği kıpır kıpırdı. Beğenir miydi acaba? Bu sefer yüreğinde sonsuz bir umut vardı. Poğaçayı yemeye başlayınca gözlerini kısarak gülümsemeye başlayan Çağla zeytinli poğaçanın yanağına bir öpücük kondurdu. Artık ikisi de gülümsüyordu. Emindi kırlangıçlar, martılar, kefaller de bu gece gülümseyeceklerdi. Mimozanın lekesiyle sararan yüreği de gittikçe bembeyaz oluyordu.

bottom of page