top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Yuri Gagarin

“İyi ki geldiniz Nurten, insan sevdiğinin yüzünü görünce özlemini daha iyi anlıyor.”

Hakan İşcen


“Annenle ara ara görüştük; ama seni görmeyeli uzun zaman oldu.”

“En az on beş yıl; Ankara’ya, üniversiteye giderken ayrılmıştım. Zaman ne çabuk geçiyor değil mi?”

Şükran Teyze sevgiyle elini annemin dizine hafifçe vurdu:

“İyi ki geldiniz Nurten, insan sevdiğinin yüzünü görünce özlemini daha iyi anlıyor.”

“İstanbul’a gelir de seni çiğner miyim Şükran; Elif seminerim var dediği günden beri peşindeyim onun. Seni ve mahalleyi yeniden göreceğim diye öyle heyecanlandım ki… Hem bu kez özellikle görmek istedin diye, Elif’i de elinden tuttum getirdim. Evlense de tam bir iş kadını oldu demiştim ya; al kendin gör!”


Şimdi hesapladım, tam tamına on yedi yıl olmuş… Şükran Teyzelerle kapı komşusuyduk. Aşağısı, Sarıyer sahili bayağı değişmiş; ama bizim mahalle aynı kalmış sanki. Zaten burası Büyükdere sayılır. Aynı eski yüzlü evler, Arnavut kaldırımı sokaklar, hatta balkonlardan sarkan çamaşırlar da aynı. Yoksa sokağın başında koşturan o çocuklar da biz miyiz?..


Salonun sineklik kaplanmış penceresinden akan boğaz, canlı bir tablo gibi boyası yer yer dökülmüş ahşap pervaz tarafından çerçevelenmişti. Sırtını tepeye yaslayan bu evin, biricik göz alıcı eşyası da bu eşsiz tablo olmalıydı. Rengi kaçmış kadife koltuklar, meşe yemek masası, köşede aynalı ceviz büfe. Yerdeki eprimiş halıyla kapı dibindeki odun sobası ise, bunlarla uyum sağlamak şöyle dursun, ikinci el mobilya satışı yapan mağaza görüntüsü oluşturuyordu. Duvarda bir vergi levhası eksikti. Bu birbiriyle geçimsiz eşyalar, görünen o ki, ömrünü denize bakarak tüketmiş acılı bir ruhun hatıralarından kalan son kanıtlardı.

“Suphi Bey ne zaman vefat etti Nurten?”

“Elif?.. Beş yıl oldu değil mi?”

“Beş yılı geçti anne; doksan dörtte.”


Boğazdan geçen gemiye bakarak, sözüm ona hüznünü bizden kaçırdı annem.

“Ne de olsa erkek evin direği Şükran. Çocuklara hissettirmesem de yarım yok gibi…”

“Bilmez miyim… Osman da öleli on yıl oldu; hâlâ boşluğu göğsümde. ‘Kaptanla evlenme.’ demişlerdi; ‘Evliyken dul kalırsın.’ Haklıydılar; bazen iki-üç ay eve hiç uğramazdı. Ama yine de kol kanat gererdi hepimize. Bazen uzun bir seyre çıktı diye düşünüyorum…”


Şükran Teyze’nin çocukluğumdan beri hatırladığım bu hüznü, boğazın akıntısına kapılıp gidecek gibi değildi.

“Üç çocuğumla kalakaldık kuru başımıza… Lale ile Gülşen evlenip kendilerini kurtardılar.

Ama Ergün’ün durumunu biliyorsunuz. Zor günler geçirdik. Geç de olsa babasından maaş bağlatınca, biraz olsun rahatladık. Hem sigortası da var artık; bazı ilaçlar epey para tutuyor. Bütün iş heyetin önüne çıkıncaya kadar. Üç soru sordular yavruma; beş dakikada aldık raporu. Tabii, adamlar hemen anladılar durumu…”

“Sahi Ergün nerede Şükran Teyze, şimdi nasıl?”

“Bana göre fazla değişen bir şey yok kızım, bilmez misin benim şanssız yavrumu… Doktor, bu gelişmeyi bile mucize addediyor. Kuru bir ana sevgisinden başka, benim verdiğim bir şey yok.

Koca adam oldu; hâlâ gemilerle avunuyor. Armut dibine düşermiş; ne yapsın, herhangi bir işte çalışacak durumu yok. Ne neşesi ne kederi, adam gibi değil. Babasının ölümüne bile doğru dürüst üzülemedi yavrum… Üst katta ona bir yer yaptık; bana kader yoldaşı, ana-oğul birlikte yaşayıp gidiyoruz. Tek derdim, ben öldükten sonra ne olacağı… Birazdan çağırırım, görürsünüz.”


“Mahalledeki en güçlü çocuktu; onun cüssesinden korkar, yanımıza yaklaşamazlardı… Belki şimdi unutmuştur bizi.”

“O mu... Ben unuturum, o unutmaz! Gerçi kafası bir sürü gereksiz bilgiyle dolu ama sizleri asla unutmaz kızım. Özellikle seni!..”


***

“Ergün nasılsın? Bizi hatırladın mı?”

“Tabii! Elif!”

Şükran Teyze, başıyla annemi işaret etti:

“Ya bu kim oğlum?”

“Elif’in annesi Nurten.”

“Maşallah, nasıl da hatırlıyorsun Ergün oğlum.”

“İki oğlun var. Biri Ayhan, biri Okan; Ayhan yirmi bir, Okan on sekiz… Babaları Suphi, kırk yedi yaşında. Elif, on altı; Nurten, kırk beş yaşında!”

Sanki biz orada yokmuşçasına kendi başına mırıldandı Şükran Teyze:

“Fotoğraflardan… Herkes kare kare beyninin içinde. Keşke onun ezberlediği gibi, ait olduğumuz fotoğrafta kalıp hep orada yaşayabilsek…”

Annem, kırk beş yaşında olduğuna çok sevinmişti.

“Oh, ağzından bal damlıyor Ergün. Sakın yeni fotoğraflarımıza bakma!”

Şükran Teyze ile annem iki liseli kız gibi birbirlerine bakışarak kıkırdadılar.

Ergün bana dönerek, biraz önceki mekanik ses tonundan sonra, hiç beklenmeyecek bir sıcaklıkla sordu:

“Fotoğraflarımı görmek ister misin?”

Ben elimde olmadan Şükran Teyze’ye baktım. Başını olur anlamında hafifçe eğerken gözlerini sevgiyle kıstı.


Ergün’ün şakakları grileşmiş olsa da bakışları hiç değişmemişti. Hâlâ ifadesizdi. Elbisemdeki hayali bir böceği izler gibi gözlerini kaçırarak konuşuyordu. Geniş bir alın, üstünkörü ıslatılarak yatırılmaya çalışılmış siyah, inatçı saçlar. Burun, bu portrenin tartışmasız kötü adamıydı. Gözlerin elde olmayarak terk ettiği meydan, bembeyaz dişlere kalmıştı. Tıraşlı olmasına rağmen sakalının seyrekliği fark ediliyordu. Üstü tüylenmiş, mavi renkli dik yaka bir kazak. Dizleri aşınarak yer etmiş kot pantolon. Lacivert çorap üstüne giydiği rengi atmış deri sandaletler.


Evin dış cephesindeki merdivenden üst kata çıktık. Burası ayrı bir çatı dairesi idi.

Küçük salondan geçip dipteki odaya girdik.

“Burada yatıyorum işte.”

Girer girmez öylece kalakaldım… Oda, her şeyi görmüş geçirmiş bir gözü dahi irkiltecek farklı bir görünüme sahipti. Dört duvar da gazetelerden, dergilerden kesilmiş irili ufaklı tanker fotoğrafları, gemi kartpostallarıyla kaplıydı. Duvara çivilenmiş mukavva yüzeyler üzerine raptiyelerle tutturulmuş eski tip yelkenliler, kosterler, yolcu gemileri. Sadece yatağın başucunda hemen fark edilen bir boşluk vardı. Elimde olmadan sözcükler dudaklarımdan döküldü.

“Ergün? Bunlar? Bunlar nedir?..”

Başka sorulara gebe kısa bir yanıt geldi.

“Gemiler… Gemilerim!”

Belli ki bu evde bu tür gereksiz sorular, uzun zamandır sorulmuyordu. Köşede bir yatak, yanında küçük ahşap komodin, karşı duvar dibinde bir şifoniyer. Üstünde bir pikap.

“İşte fotoğraflar!”

Önüme kocaman hasır bir sepet koydu. Yüzlerce siyah-beyaz fotoğraf. Çoğu sararmıştı. Asetonu andıran tuhaf bir kokuları vardı. Sanki o koku da onlarla birlikte eskiye aitti. Ben eskilerden tanıdık bir yüz bulmak umuduyla sepeti eşelerken, o, kız kardeşi Lale’nin ilkokuldaki sınıf resmini bulmuş, bana teker teker tanıtıyordu.

“Can… Mustafa… Oya… Mehmet… Serpil… Kasabın oğlu Mehmet… Lale… Halit…”



“Kilyos Plajı!... Tüm mahalle burada! Ayhan’la Okan’a bak, ne kadar tıfıllar… Yetmiş yedi, yetmiş sekiz olmalı…”

“11 Temmuz 1979!”

“Doğru, arkasında yazıyor. Ben daha ortaokuldayım.”

“Mavi çiçekli elbisen duruyor mu?”

“Hangisi?”

“Bak, bu işte!”

Şifoniyerin çekmecesinden ayrı bir fotoğraf getirdi. Mahalledeki perili köşkün önünde poz vermişim. Çocukluk anılarımıza yataklık eden o terk edilmiş köşk…

“Hatırlamadım bu elbiseyi. Hem bu fotoğraf siyah-beyaz; elbisenin rengini…”

“Elbisen sarı! Üzerindeki çiçekler de mavi.”

Odadaki çalar saatin canhıraş sesiyle irkildim. Ergün telaşla yanımdan fırladı.

“Saat iki! Dişlerimi fırçalamalıyım; sabah sekizde, öğlen ikide, akşam dokuzda!”

Kapının arkasında asılı duran bir el havlusunu alıp odadan çıktı. Şifoniyerin üstünde Dual marka bir pikap. Ortada plak görünmüyordu. İlk çekmeceyi açtım. Küçük defterlerle doluydu. Sayfalarda bozuk bir yazıyla sanırım gemiler hakkında alınmış notlar vardı. İkinci çekmecede birkaç tane fotoğraf albümü. Ve bir zarf. Açtım baktım. Yine eski mahalle fotoğrafları. Ne tesadüf; hepsinde de ben varım?.. Belki de ben geliyorum diye hazırladı?.. Ayak sesini duyunca hızla o çekmeceyi kapatıp bir altındakini açtım. Rayından kurtulan çekmeceyle birlikte, bir sürü renkli, küçük artist resmi yere döküldü.

“Üç yüz kırk iki tane artist var! Otuz iki tane Cüneyt Arkın, Yirmi altı tane Ayhan Işık.”

Eski sakızlardan çıkma resimleri telaşla toparlarken, bir yandan da elleri kurabiye kavanozunda yakalanmış bir ruh haliyle açıklamaya çabaladım.

“Plakları arıyordum. Belki çalarız diye. Özür dilerim.”

Şifoniyerin yanındaki dolap bölümünü açtı. Kilitli küçük çantaların içinde, özenle numaralandırılarak, naylon kılıflara yerleştirilmiş yığınla eski kırk beşlik plak vardı. Fişi prize sokup pikabın üzerindeki koyu renkli mika kapağı büyük bir dikkatle kaldırdı. En sağdaki silindir düğmeyi çevirince hemen üstünde küçük kırmızı bir ışık yandı. Eski bir tıraş fırçasıyla iğneyi temizledi; kulakları tırmalayan o hışırtıyla hoparlörün komodinin altında olduğunu o zaman fark ettim. Kucağımdaki çantadan bir tane rastgele plak seçip uzattım. Kadife bir bezle özenle sildi, pikaba yerleştirdi.

‘Aşk eski bir yalan; Adem’le Havva’dan kalan…’

Plak çalarken Ergün belli belirsiz mırıldanıyordu:

“No; iki yüz seksen sekiz. Kâmuran Akkor; Aşk eski bir yalan. Arkası; Kokladığım ilk ve son çiçeksin. Vasfi Uçaroğlu Orkestrası. Söz; Sezen Cumhur Önal. Sahibinin sesi;

Gramofon Limited Şirketi. Perakende fiyatı; on lira.”

Bir an durdu; gözleri görmüyor da benim hâlâ odada olduğumu anlamaya çalışıyormuş gibi:

“Elif?”

“Evet?”

“Ben plakların asıl yüzünü değil, hep arka yüzünü dinlerim.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Neredeyse kırk yaşında bir adama çocuk sevecenliğiyle yaklaşmayı garipsiyordum. Ama bu, sanırım odadaki bütün özürleri örten en kolay yoldu. Onun neyi, ne kadar algılayabildiğini kestiremediğim için hayatımın en kısa, en basit tümcelerini kurmaya çabalıyordum. Onu incitmek yerine, kendi zekâmı törpülemek sanki beynimin doğal bir refleksiydi.

“Biliyor musun, artık anneme ben bakıyorum, para kazandım.”

“Sahi mi?”

“Tabii! Bize babamın maaşını bağlamıyorlardı. Doktorların önüne çıktım; üç soru sordular bana. Hadi oğlum Ergün dedim; bunu başarmalısın. İyi düşün!”

“Sonra?”

“Soruların hepsini bildim. Maaşı hakkettim! Yoksa vermiyorlardı. Annem koştu; sarıldı.



Bir daha bana soru sormalarını istemiyorum Elif. Bazı sorular çok zor!”

“Sormayacaklar Ergün; inan bana, sormayacaklar…”

Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Oysa ne yapmamam gerektiğini çok iyi biliyordum. Ama beceremedim.

“Ağlıyor musun?”

“Plaklar… Eski şarkılar beni her zaman biraz hüzünlendirir.”

“Kaldıracağım onları! Üzdüler seni. Anneme yaptıkları gibi.”

Pikabı bu kez üstünkörü kapattı, plakları alelacele topladı. Sesimi çıkarmadım.

“Neden plakların arka yüzünü dinliyorsun, numaralandırmak için mi?”

“Kimse dinlemez ki o yüzü…”

Ruhumdaki gelgitler beni hoyratça itip kakmaya başlamıştı.

“Müzik odamı görmek ister misin?”

“Tabii.”

Bitişik odaya geçtik. Kapkaranlıktı. Işığı açtı. Bütün pencereler, duvarlar siyah naylonumsu bir malzemeyle baştan savma izole edilmişti. Köşede eski bir davul takımı duruyordu. Divanın üzerinde de bir akordeon. Ergün girer girmez telaşla açıklamaya çabaladı.

“Babam gürültü yüzünden gitmedi! Ben davulumla hiç rahatsız etmezdim onu.”

“Biliyorum Ergün, yani… öyle olmalı.”

Divana gidip akordeonun yanına oturdu. Bir eliyle tuşları okşuyordu. Bana baktı. Böcek, önce sol omzuma, sonra dizimden halıya indi. Daha sonra birden kanatlanarak heyecanla saçıma kondu.

“Çalayım mı?”

“Çok isterim.”

Akordeonun kösele kayışını iki omzundan geçirdi.

“Hangi şarkıyı?”

Beklemediğim bu soru karşısında bocaladığımı görünce, portatif masanın üstündeki nota kitabını işaret etti.

“Bir sayfa numarası söyle.”

“Otuz dört!”

Solgun floresan ışığı, duvarlardaki siyah renkle birlikte hem içimi hem odayı daha beter karartmıştı. Ama bilinçsizce de olsa bütün kötülüklerden arındırılmış bu odayı, sıcacık bir tını bir anda aydınlattı.


‘Dağlara çem düşende

Bülbüle gam düşende

Ruhum bedenden oynar

Yadıma sen düşende.’


Bu kez yanaklarımdan süzülenleri gizlemek için odanın önündeki küçük balkona çıktım.

Güneş boğazın bu yakasına geçmiş, karşı kıyının pencerelerinde ateşler yanmaya başlamıştı. O yaşıma dek elde ettiğim her şey, anlamını oracıkta yitirdi sanki. Yıllardır uğramadığım ve eksikliğini hiç hissetmediğim bu mekânda neden ağlıyordum ki?.. İçerideki adama mı acıyordum? Yoksa onun gibi, küçük mutluluklarla yetineceğim bir mekâna ve zamana ruhumu sığdıramadığımı bildiğim için, kendime mi?..


‘Kızıl gül olmayaydı

Sararıp solmayaydı

Bir ayrılık, bir ölüm

Heç biri olmayaydı.’


Ürperdim. İçeri girdim.

“Çok güzel Ergün; gerçekten çok güzel çalıyorsun.”




“Elif! Ben seni hiç unutmadım. Fotoğraftaki herkesi biliyorum. Ama onları hiç düşünmedim. Senin fotoğrafların farklı. Canlıymışsın gibi, işim olmadığında konuşuyorsun bazen benimle.”

O an, Ergün ilk kez gözlerimin içine baktı. Belki de o böcek, artık renkli bir kelebeğe dönüşüp karşıdaki gelincik tarlasına doğru, sonsuza dek uçup gitmişti.

“Yeniden fotoğraflarını odamdaki duvara yapıştırabilir miyim?”

“Ne?”

“Annem bu sabah çekmeceye kaldırdı onları. Tekrar yerine koyabilir miyim?”

O an Ergün, bambaşka göründü bana. Eski filmlerdeki gibi… Sanki ince ruhlu bir jön.

Yaşadığımız duyarsızlıkların, sığ belleklerin dünyasında sevgilisinin küçük bir kızken giydiği elbiseyi bile unutmayan, yıllar geçse dahi onun fotoğraflarını başucunda saklayan bir erkek?..

Bir gemi sireni sessizliği yırttı.

“Bu Yuri Gagarin olmalı!”

Ergün panik içinde yatağının başucundaki dürbünü alıp balkona fırladı. Oysa orada kalıp onun benimle ilgili daha çok şey hatırlamasını, gözlerimin içine bakmasını istiyordum.

Boğazdan kayarak ilerleyen büyük gemiyi, bir süre takip etti.

“Ne oldu, ne var Ergün?”

Dürbünü indirmeden heyecanla fısıldadı.

“Yuri Gagarin! İki yüz kırk metre. Altmış beş bin groston. Kuru yük. Odessa Limanına kayıtlı. Hemen defterime not etmeliyim; bu sene üçüncü geçişi.”

Böcek geri gelmişti.

bottom of page