Paranoyanın eşiğinde: Nicola Sanders’tan kadın ruhuna derin bir yolculuk
- Litera
- 6 saat önce
- 5 dakikada okunur
Demet Eker, Nicola Sanders'ın Paranoyak adlı romanı üzerine yazdı: "Modern bir anne-kız çatışmasının gölgesinde, içsel çöküş ve gerçeklik algısı arasındaki bulanıklığı işleyen Paranoyak, anlatıcısının güvenilirliğini sorgulatan kurgusuyla psikolojik gerilim türüne yeni bir soluk getiriyor."

Nicola Sanders tarafından kaleme alınan Paranoyak adlı roman, geçtiğimiz mart ayında NOX Yayınları'ndan çıkarak okuruyla buluştu.
Romanın kapağında yer alan “Ona değil içgüdülerime güvenmeliydim.” cümlesi, olayların gidişatı ve karakterlerin özelliklerini anlamamız açısından bir ipucu niteliğinde. Roman, doğrudan bir kaçış sahnesiyle başlıyor. Bu tersine kronoloji hissi yaratan başlangıç, okurun zihninde bir boşluk bırakıyor. İlk bölümde üç hafta önceye dönülerek geçmiş anlatılıyor, sonra yeniden bugüne yaklaşıyoruz. Böylece hikâye hem zamansal hem duygusal olarak iç içe geçmiş bir yapı kazanıyor.
Romanın temel çatısı, başkarakter Joanne’in, kızı Evie’nin güvenliği ve huzuru konusunda yaşadığı derin kaygılar etrafında şekilleniyor. Görünürde sıradan bir aile düzeni izlenimi veren ev ortamı, aslında bastırılmış güvensizliklerin, geçmiş travmaların ve çözülememiş anne-kız ilişkilerinin bir arenasına dönüşüyor.
Roman, klasik bir güvenilmez anlatıcı kurgusunu, annelik, eşlik ve aidiyet gibi temalarla birleştirerek etkileyici bir psikolojik gerilim ortaya koyuyor.
Ana karakter Joanne, ilk bakışta modern bir ev kadınıdır. Kocası Richard, bebeği Evie ve kendi halinde bir yaşam alanı vardır. Ancak roman boyunca bu kendi halindeliğin bir yanılsamadan ibaret olduğu fark edilir. Bu yanılsamanın ortaya çıkaran kişi ise Richard’ın önceki evliliğinden olan yirmi yaşındaki kızı Chloe’dir.
Chloe yıllardır görüşmediği babasıyla ilişkisini düzeltmek için eve taşınır. Görünürde nazik, yardımsever ve sevecendir. Ancak Joanne, onun davranışlarında bir tuhaflık sezmekte, hatta zamanla Chloe’nin varlığının kendisi ve ailesi için bir tehdit olduğuna inanmaktadır. Joanne’in Chloe’ye duyduğu tedirginlik giderek paranoya sınırlarına varırken karakterin zihninde gerçek ile kurgu arasındaki sınırlar bulanıklaşmaya başlıyor. Bu durum, okuru da anlatıcının güvenilirliği konusunda sorgulamaya itiyor.
Bu noktada romanın psikolojik gerilim dozu yükseliyor. Joanne, Chloe’nin davranışlarına dikkat çektikçe özellikle kocası tarafından “paranoyak” olarak etiketlenir. Bu etiket yalnızca bir sıfat değil romanın temel metaforudur. Çünkü Sanders’ın paranoya kelimesini yalnızca hastalık olarak kullanmadığını görürüz. Yazar bu durumu başkaları tarafından anlaşılmayan bir iç dünyada hapsolmak olarak işler.
Roman, doğrudan yüksek gerilimli bir sahneyle başlar: Joanne bebeğini kaçırmaya çalışırken bir yandan “ağlamasın, yoksa ikimiz de ölürüz” der. Bu sahne, yalnızca bir kaçış değil aynı zamanda Joanne’in ruh hâlinin dışavurumudur. Evdeki tehlikenin kaynağı bellidir ama görünmezdir. Onun sesini yalnızca Joanne duymaktadır.
Takip eden bölümlerde Joanne’in sıradan bir sabah rutini, alt metinlerde kriz anlarına dönüşür. Görüntülü toplantılar, bebek ağlamaları, Chloe’nin kaybolması, Chloe’nin yalanları ve Richard’ın edilgenliği, Joanne’in akıl sağlığını tehdit eden bir psikolojik çember yaratır.
Örneğin sayfa 96’daki şu satırlar oldukça çarpıcıdır:
“Bebek odasına giderken Chloe’ye seslendim ama ses yoktu… Bu sefer daha sert çaldım. ‘Chloe?’… Tık yok.”
Sanders burada “yokluk”la korkunun birleştiği bir alan kurar. Chloe’nin kayboluşu fiziksel bir kayboluş olmaktan ziyade semboliktir, o an için görünmeyen kötülüğün ta kendisidir. Romanın ilerleyen bölümlerinde kötülüğün nasıl yön değiştirdiğini gördükçe yazarın romanda yakalamak istediği sürükleyiciliği zirveye çıkardığını anlayabiliyoruz.
Romanın önemli bir başarı unsuru, çatışmayı doğrudan erkek figürü üzerinden vermemesi ve iki kadın karakterin arasındaki gizli güç savaşı üzerinden kurmasıdır. Richard karakterinin iyi mi kötü mü olduğuna okur bir türlü karar veremez. Aynı durum Chloe için de geçerlidir. Joanne ile Chloe arasında yaşananlar yalnızca basit bir ev içi anlaşmazlık değildir. Chloe, hem Joanne’in anneliğini hem de ev içindeki otoritesini tehdit eder. Joanne’in zihninde oluşan “ben bu eve ait değilim” duygusu, okurun zihnine de yansır.
Örneğin sayfa 99’daki şu cümle, romanın en çarpıcı anlarından birine işaret eder:
“Bence sen aklını kaçırıyorsun, Joanne. Tıpkı annen gibi.”
Bu ifade hem anneliğe hem de akıl sağlığına yöneltilmiş bir saldırıdır. Kadınlık ve delilik teması burada kesişir. Chloe, Joanne’in geçmişinden gelen travmalara işaret ederken aynı zamanda bugünün krizini tetikler.
Roman boyunca Joanne’in anlatımıyla olayları takip ederiz. Ancak Joanne’in zihnindeki bulanıklık ve kendine duyduğu güvensizlik, okuru da sürekli bir sorgulama hâline iter. Gerçekten Chloe tehlikeli mi? Yoksa Joanne lohusalık, uykusuzluk ve kaygıyla mı baş edemiyor?
Yazar burada anlatıcı güvenilirliğini kırmadan ama belirsiz hale getirerek gerilimi diri tutuyor. Joanne’e inansanız da bazen onun söylediklerini abartılı bulur, Chloe’ye şüpheyle değil merhametle yaklaşabilirsiniz. Bu zıtlıklar romanın etkisini artırıyor.
Bu bağlamda, anlatıcı güvenilirliği üzerine özellikle postmodern anlatı teknikleriyle bağlantılı olarak "psikozun edebi temsili"ne odaklanılabilir. Joanne’in zihinsel dağınıklığı, yalnızca bireysel bir kırılma olmaktan öte aynı zamanda modern bireyin kimlik ve aidiyet çatışmalarının bir yansımasıdır. Özellikle lohusalık sonrası dönemde kadınlarda sıklıkla gözlemlenen anksiyete ve psikotik belirtiler, karakterin davranışlarına yansımaktadır. Joanne’in yaşadığı bu deneyim, kadın ruh sağlığı çalışmalarında sıkça vurgulanan görünmez yükleri ve yalnızlaştırıcı ebeveynlik deneyimlerini de açığa çıkarır.
Sanders, karakterlerin dışsal eylemlerinden çok içsel çöküşlerine odaklanır. Bu da romanı klasik bir gerilim olmaktan çıkarıp psikolojik çözümleme alanına yerleştirmemizi sağlayabilir.
Dikkat çeken bir diğer unsur, anlatıcının içsel sesiyle dış dünya arasındaki mesafenin giderek açılması. Joanne’in zihni, Chloe’nin davranışlarına dair sürekli bir yorum üretme hâlinde; bebeğin ağlaması, Chloe’nin sessizliği, eşinin tepkisizliği gibi sıradan görünen detaylar, onun zihninde birer tehdit sinyali olarak yankılanıyor. Sayfa 96’da başlayan sahnede Joanne’in Chloe’yi odasında bulamaması ve artan endişesi, yalnızca bir anne refleksi değil aynı zamanda geçmişin karanlık gölgelerinin şimdiki zamana sızması olarak da okunabilir.
Chloe karakteri ise hem bir tehdit unsuru hem de bir belirsizlik metaforu olarak kullanılmış. Okur, Chloe’nin gerçekten kötü niyetli olup olmadığını sorgularken Joanne’in kendi annesiyle yaşadığı deneyimlerin, Chloe’ye yönelttiği suçlamaların temelini oluşturduğunu da fark ediyor. Romanın ilerleyen bölümlerinde Joanne’in zihinsel dağınıklığı giderek artıyor, karakter kendisiyle, eşiyle ve Chloe ile kurduğu bağda sürekli çatlaklar oluştuğunu hissediyor. Bu çatlaklar, okurda da bir tür tedirginlik yaratıyor çünkü anlatıcının güvenilirliği zedelenmiş durumda.
Yazar, anlatıyı yalnızca bireysel bir psikolojik gerilim olarak kurmuyor, aynı zamanda kadınlık, annelik ve bireysel özerklik gibi temalar üzerinden de örüyor. Joanne, hem Evie’nin annesi hem de Richard’ın eşi olarak iki uç arasında savrulurken bir yandan da geçmişin ağır yükünü taşıyor. Richard’ın tepkisizliği, çoğu sahnede bir eş olarak değil bir “hakem” gibi davranması, bu çatışmayı körüklüyor. Evie’nin bakımına dair kararların eşitlikçi bir şekilde alınmaması, kadının yalnızlaştırılmasını simgeliyor.
Romanın anlatım dili sade ve diyaloglar, karakterlerin psikolojik durumlarını doğrudan aktarmakta etkili bir araç olarak kullanılıyor. Özellikle bazı sahnelerde, Richard ile Joanne arasındaki iletişimsizlik dramatik yoğunluğun zirvesine ulaşıyor. Okur, bir çiftin nasıl olup da konuşarak anlaşmak yerine susarak parçalandığına tanıklık ediyor. Yazar, burada sessizlikle gelen çözülmeyi etkileyici bir biçimde resmediyor.
Romanın güçlü yönlerinden biri de mekân kullanımı. Bebek odası, banyolar, mutfak, merdivenler... Tüm bu ev içi mekânlar, birer gerilim sahnesine dönüşüyor. Chloe’nin sessizliğiyle yankılanan koridorlar ya da mutfağın içinde yaşanan gerginlik dolu konuşmalar, karakterlerin zihinsel durumunu fiziksel çevreyle birleştirerek aktarılmasını sağlıyor. Bu dönüşüm, Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda sözünü ettiği biçimiyle "ev" olgusunun güvenlik ve sığınma alanı olmaktan çıkıp bireyin bilinçaltındaki korkuların somutlaştığı yerlere dönüşmesiyle açıklanabilir. Roman boyunca evin her bir bölgesi, karakterin içsel çatışmalarının dışavurumu hâline gelir. Özellikle bebek odası, hem yeni doğan hayatı koruma içgüdüsünün hem de anne üzerindeki toplumsal baskının mekânsal temsilidir. Ev içindeki sessizlikler, koridorlardaki boşluklar ve kapalı kapılar, karakterin zihnindeki bastırılmış korkularla yankılanır. Romanın başında Joanne’nin Richard’la yakınlaşmasını sağlayan sahnede de mekânın tekinsizliği ve karakterler üzerindeki yansıması açıkça ortaya konur.
Sonuç olarak Paranoyak’ta Nicola Sanders, sıradan görünen olaylar üzerinden sürükleyici bir psikolojik gerilim yaratmayı başarmış. Karakterlerin kırılganlıkları, evin içinde bıçak sırtında yürüyor hissi veren ilişkiler ve anlatıcının ruhsal durumu, okuru hem merakta bırakıyor hem de derin bir sorgulamaya davet ediyor. Kimin iyi kimin kötü olduğuna karar vermek konusunda oluşturulan yapı sayesinde romanın sonuna kadar merak unsurunun diri tutulması da psikolojik gerilim türü romanları sevenlerin kaçırmaması gereken bir eser olduğu gerçeğini görmemizi sağlıyor.
PARANOYAK
Nicola Sanders
Nox Yayınları, 2025
Çeviri: Ece Çavuşlu
Türü: Roman
312 s.
留言