top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

İnsanı anlamanın çağdaş ve seyircisiz tragedyası: Bir ateş böceği gibi kendi aydınlığında

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 1 gün önce
  • 4 dakikada okunur

Nilay Erik, Edip Cansever'in ilk olarak 1964 yılında yayımlanan eseri, Tragedyalar üzerine yazdı: "Geçmişten günümüze uzanan o uzun zor yollar, zamanda aşılmış gibi görünse de mekânlar, olaylar pek de değişmemiş görünüyor. Acılar, umutsuzluklar, haksızlıklar, zorbalıklar, iletişimsizlik, insanın “ben” olamama hali ve bitmek bilmeyen yalnızlığı…"



“Çünkü bir bir yıkılmakta açsanız radyoları

 Sokaklar, köpekler, tanrının bütün eşyaları.”(s.11)

Edip Cansever’in Tragedyalar’ı bu dizelerle başlar. Şiirin bu kısacık iki dizesi, az çok ne okuyacağımız hakkında bize bir fikir verir; okuyucuyu umutsuzluğa, çıkmazlara, yalnızlığa, sıkıntılara hazırlayarak adeta onlara acı aşısı yapar. İnsanoğlunun bu geçmişten modern çağa uzanan hikâyesini, yeni çatışmaların içindeki trajik durumunu, varoluş mücadelesini, umutsuzluğunu, yalnızlığını, kendi cinsine yakışır bir yaşam arzulamasını; hayat memat diyalektiğinde çağdaş bir tragedya örneği olarak okuruz.


Kitap, ilk olarak 1964 yılında yayımlanmış. Elbette ki Edip Cansever’in tragedyası Eski Yunan’daki tragedyalara tıpatıp benzemez. İnsanın geçen bu yüzyıllar içinde yaşadıklarını,  dönüşümünü, değişimini düşündüğümüzde bu mümkün de değildir. Kral Oidipus’un kaderle mücadelesi, Medea’nın intikam dolu hikâyesi, zincire vurulmuş Prometheus’un direnişi…  Geçmişten günümüze uzanan o uzun zor yollar, zamanda aşılmış gibi görünse de mekânlar, olaylar pek de değişmemiş görünüyor. Acılar, umutsuzluklar, haksızlıklar, zorbalıklar, iletişimsizlik, insanın “ben” olamama hali ve bitmek bilmeyen yalnızlığı…


“Unutulmuş gibiyim ben. Ve insan / Bir bakıma unutulmuş gibidir / Bilmem ki nasıl anlatmalı, yalnız bile değilim / Belki yalnızlıktan/ Daha fazla bir şey bu/Unuttum ben kendimi Stepan.”(s.66)

Uzakta değil, çok yakınımızda, insanın en müthiş yerinde, başkalarınca işitilmedik yerinde, unuttuğumuz kendimize çıkan o yolun sonundaki yer. Aslında her şey ama her şey, bizim için ve bizim hakkımızda. Bir düşte yürüyor gibi geçip gitmeliyiz belki de o zor yolu; her gün, her sabah bir umutla uyanıp o yoğun caddelere dalıp  duraklarda, otobüslerde, asansörlerde, iş yerlerimizde, evlerimizde, meyhanelerin kuytu köşelerinde çok sesten katı bir sessizliğe geçerken özlenen dostluğun, seni anlayan sevgili bir yüzün, annenin gözleri yerine; onca zaman bizimle birlikte yan yana yürüyüp uzaklara dalanların bulanık kirli bakışlarını, oportünist kırgınlıklarını da...  Bütün yıpranmış ilişkileri, riyakârlığı, korkaklığı, sevgisizliği, sessizliği, kayıtsızlığı… Hepsini, hepsini geçmeliyiz. Bir hesap yanlışlığıdır demeliyiz Cansever gibi.


“Kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi Biri Kapkara giysilerle özenti bir zincirle, Öyle Dikilmiş sorguya çekiyorsa sizi Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi? Vakit yok öğrenmeye.”(s.37)

Vakit dar ya da yok ama ben yine de merak ediyorum sizi. Öğrenmek istiyorum. Armenak, Vartuhi, Stepan, Lusin, Diran! Sahi kimsiniz siz? Uyumsuzluklarınız, umutsuzluğunuz yalnızlığınız, suçlarınız, o dengesiz hasta hallerinizle kimsiniz? Yaban güllerinin minelerin, sarmaşıkların örttüğü aranızdaki duvarların ardında aynı evde yaşayan  bir aile misiniz gerçekten? Bana çok tanıdık geldiniz. Yoksa biraz da biz misiniz? Kokuşmakta olan insanlığımızı, o büyük çaresizliğimizi hatırlattınız bana. Sıkıntıların, o çıkışsızlığın, geçmişe dalıp dalıp gitmelerin, sayıklamaların, geçmişten kaçmaların, soruların en çok da yalnızlığın hayaletlerisiniz. Korkmalı mıyız sizden yoksa anlamalı ve acılamalı mıyız sizlere?


“Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık  Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız Bir yankı: durmadan yalnızsınız Durmadan yalnızsınız.”

Sanki herkes tuhaf, herkes kuşkuyla bakıyor yüzümüze. Çünkü durmadan suçluyuz. Durmadan suçluyuz. Durmadan suçluyuz.


“Belki de  Soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve Dönüşür elimizde kanlı, kırbaçlı Bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere Örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı Ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı Gözü dömüş biriyle O güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.”(s.36)

Toplumları etki altına alan siyasi baskılardan, savaşlardan,  bütün bunların medya üzerindeki yansımasına, kimliğimizin silinişinin ardında bıraktığı umutsuzluğa, insanın önce kendine içinde yaşadığı aileye sonra topluma yabancılaşmasına varana kadar sizi değil kendimizi okudum şiir boyunca. Korkan, tükenen, öfkelenen, umudu yiten, suçlanan o insan oldum. Biraz Armenak, biraz Vartuhi, biraz Stepan, biraz Lusin, biraz Diran!

Diran, bir şeyler söylesene!

Diran: “Bu sabah vardı gazetelerde/ Bir öğrenci babasını zehirlemiş.”

Duydun mu Vartuhi?

Vartuhi: “Biri de intihar etmiş yepyeni bir usulle.”

Armenak: “Biz sahi neden sevmiyoruz birbirimizi?”

Alışmış olabilir miyiz sevmemeye?

Duymuyorum ben acılarımı./ Ve yitirdim çoktan/ Yitirdim bütün karşıtlıkları. /Ne umut Ne umutsuzluk, ne hiçbir şey /Kurtaramaz varlığımı benim. Ve yoğun bir anlamsızlığın içinde/ Sanki renksiz, boyutsuz/ Ve göksüz, zamansız bir evrende/ Tek çıkar yol yaşamaksa/ Lusin Yaşıyorum ben de kaygısız/ Değişmez bir anlamsızlığı böylece (s.74)


Peki, ölümün, sevginin, insanın anlamı hangi şiirde, hangi kitapta, nerede aranıp bulunacak. Yoksa hep bir soru olarak mı kalacak? Lusin ve Stepan, iki kişilik bir yalnızlığa razı oluşunuz neden? Stepan gerçekten yapacak bir şey yok mudur? Lusin’in  “Belki de var.” yanıtında bütün o umutsuzluğun içindeki umudu neden görmedin? Bu düpedüz bir çıkışsızlık. Korkunç bir çıkışsızlık!


“Korkunçtur bana kalırsa adımıza

Hazırlanmış bir oyun var bizim

Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun

Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça 

Konuştukları dil de değişir

Sonunda hiç anlaşamazlar. Öyle ki 

Bir zaman parçası içinde, bir durumun

Değişmez akışında tekdüze

Koşarlar koşarlar tam sınıra gelince

Sanki o tel örgülere yapışmış gibi

Bir duman oluverirler ya da kaskatı

Bir kömür parçası, bir ceset

Nedir bu durumda insanın anlamı?”(s.73)


Kierkegaard, “Olduğu şeye dayanamayan, arzuladığı şey olamayan insanın olağanıdır, umutsuzluk,” der. Bu esareti kabullenecek misin? Belki de öyle. “Ben” olamayarak yaşamayarak, gerçeklerin parmaklıkları ardında, en çok kendinden korkarak ve kaçarak yavaşça kabullendin Stephan. Hiç farkında olmadan. Belki biz de biraz öyle. Denemeyi reddettin “Hep aynı çıkmazlara düşmek var sonunda,” diyerek. Evet belki de bir bilinci yoğunlaştırıyorsun böylece, doğarak acılarına her an yeniden yeniden... Ve kendini kanatan bir bıçak gibi işte. Yaşamın içinde yaşamamayı seçenler. Ölmeden ölenler, yalnızlaşarak ölenler…  Çokça öldük. Acaba ölmemek için mi yazdı bu şiiri Edip Cansever? Tragedyalar’ın ateş böceklerinin ışıklarıyla aydınlan dizelerini okurken bütün o totoliter rejimlere, zifiri karanlık gecelere, gözümüzü önce kamaştırıp sonra kör eden projektörlere inat; zarif ışıklarını, parıltılarını yayamaya devam eden ateş böceklerini görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz! 


“bir insan “yaşanmamışlığı buluncaonu artık hiç kimse anlatamazkalır sonsuz gücünün buyruğundave bütün kesinliklerin üstünde, yalnızdolaşır bir ateş böceği gibi kendi aydınlığında”(s.76)


Kaynakça

Edip Cansever, Tragedyalar, YKY, Haziran 2022, İstanbul.

Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Say Yayınları, 2022, İstanbul

Comments


bottom of page