Yaratıcılık Ritüelleri 35 / Murat Gülsoy: “Bu bir iş değil, bu sanat!”
“Eğer yeterince hazırlanmışsanız tıkanmazsınız; dünyayı, karakterleri iyi çalışmışsanız sizi hiçbir şey durduramaz. Dünya duruyor mu? Hayat duruyor mu? Hayır. Dolayısıyla eğer dünyayı iyi kurarsanız tıkanmazsınız. Tabii her şeye rağmen yine de tıkanmışsanız… O zaman yapılacak en iyi şey bırakmak. Onu bırakıp başka bir şeyler üzerine düşünmek. Bu benim başıma gelir. Bazen bir proje üzerine çok çalışırım ve yazmaya başlarsam tıkanacağımı hissederim. Yol yakınken dönmeyi bilmek gerek. Unutulmaması gereken şey şu bence: bu bir iş değil, bu sanat.”
Semrin Şahin, Yaratıcılık Ritüelleri’nde bu hafta Murat Gülsoy’u ağırlıyor.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Aslında bu soruya cevabım çok kısa: Yok. Gündelik yaşantımın kendine özgü bir ritmi var. Her gün farklı işlerle uğraşıyorum, kendimi bildim bileli. Değişmeyen tek şey defter ve kalemim. Onlar her zaman yanımdadır. Özellikle de başucumda dururlar. Sabah uyandığımda mutlaka rüyalarımı yazarım. Okurken ya da bir şeyler izlerken aklıma gelenleri yazarım. Hiçbir şey gelmezse aklıma, gelecekte yazmayı hayal ettiğim kitaplara ilişkin notlar alırım. Ama bunları yazabilmek için, yazmaya başlamak için belirli bir ritüelim yok. Eğer bir öykü ya da roman üzerinde çalışıyorsam uygun bir masa, arkada çok dikkat dağıtmayan bir müzik iyi olur. Ama şart değil.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Tıkanma diye tabir edilen durumu pek yaşamadım bugüne kadar. Defterlerim her zaman yazmayı hayal ettiğim öykü ve roman fikirleriyle doludur. Belki bazen gündemimdeki projelerden sıkılıp ruh durumumu değiştirmek isterim; o zaman da ya eski defterleri karıştırırım ya da bir sergiye giderim, şehre inerim, evdeysem resim kitaplarını karıştırırım. Bence yazarlar iki şekilde tıkanma yaşarlar: Birincisi, daha çok Amerikan filmlerinde gördüğümüz, yayıncının ya da ajansın sabırsızlıkla yeni kitabı beklediği durumlar… Bir iş olarak yapıldığında, belirli bir tarihte teslim edilmesi gereken ve belirli bir sayıda satması beklenen bir ürün için çalışıyorsanız, evet tıkanırsınız. Neyse ki benim yazarlığımın bu süreçle en ufak bir benzerliği yok. Canım neyi isterse, ne zaman isterse onu yazıyorum. İkincisi, daha çok insanın başına gelebilecek bir tıkanma halidir: bir romanın ortasında tıkanırsınız, ne yazacağınızı, nasıl devam edeceğinizi bilemezsiniz. Bu da bence hazırlıksız yola çıkmaktan kaynaklanır. Eğer yeterince hazırlanmışsanız tıkanmazsınız; dünyayı, karakterleri iyi çalışmışsanız sizi hiçbir şey durduramaz. Dünya duruyor mu? Hayat duruyor mu? Hayır. Dolayısıyla eğer dünyayı iyi kurarsanız tıkanmazsınız. Tabii her şeye rağmen yine de tıkanmışsanız… O zaman yapılacak en iyi şey bırakmak. Onu bırakıp başka bir şeyler üzerine düşünmek. Bu benim başıma gelir. Bazen bir proje üzerine çok çalışırım ve yazmaya başlarsam tıkanacağımı hissederim. Yol yakınken dönmeyi bilmek gerek. Unutulmaması gereken şey şu bence: bu bir iş değil, bu sanat.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Yazmak benim için hiçbir zaman yetiştirilmesi gereken bir iş olmadı. Dolayısıyla gündelik yaşamın engellemeleri çok büyük bir baskı oluşturmadı üzerimde. Eğer çok yoğun ve stresli bir zaman bekliyorsa beni o zaman yazma konusunda biraz geri çekilip büyük projelere girişmem. Kendimi serbest bırakırım. İşin ilginç yanı böyle zamanlarda aklıma çok hoş fikirler gelir. Onları not alırım gelecekte bir gün yazarım umuduyla… Bir de şöyle bir durum var. Çok kötü bir şeyler yaşıyorsam, bazen yazma beni kurtarıyor. Daha doğrusu, hiçbir şey okuyamadığım, izleyemediğim, dikkatimi hiçbir şeye veremediğim, hayattan heyecan duyamadığım bazı gerilimli zamanlarda eğer kurmuş olduğum bir roman dünyası varsa oraya girip yazmaya devam edebiliyorum. Bu da bir tür çıkış kapısı oluyor.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Aynı olan duygular da var… Değişenler de… Örneğin hiç değişmeden kalan bir duygu, okuru şaşırtmak, eğlendirmek, heyecanlandırmak arzusu. Bu hep var. Ama zaman içinde buna eklenen başka unsurlar da oldu. Örneğin tarihsel roman yazmak bunlardan biri… Başlangıçta çok mesafeli olduğum bu tarzı 2010’dan beri daha fazla yazar oldum. Bunun dışında tür konusunda da bir değişim yaşadım. 1992-2002 yılları arasında arkadaşlarla Hayalet Gemi dergisini çıkarırken iki ayda bir öykü yayınlıyordum. Roman yazmak o zamanlar benim için daha uzaktı. 2003’den sonra roman ya da kitap oylumunda kurmacalar yazmaya başladım. Şimdilerde, üniversitedeki akademik hayatımı sonlandırdıktan sonra, daha deneysel ve farklı işlere açılmaya başladım; öyle bir ruh durumuna geçtim…
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Dediğim gibi sabah rüyalarımı mutlaka yazarım. Eğer bir öykü ya da roman üzerinde çalışıyorsam günün her saati yazabilirim. Ama en verimli saatler benim için sabah saatleridir. Zihnim çok daha berrak, dinlenmiş oluyor. Akşamların da ayrı bir tadı var. Özellikle yazdıklarımı okuyup düzeltmek için tercih ettiğim saatler. Dediğim gibi kesin şeyler değil bunlar. Tercih şansım varsa sabahları tercih ederim.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Sanat kişisel deneyimden beslenen bir süreç. Dolayısıyla “ben yaratmış olsaydım” demek aslında “ben o kişi olsaydım” demek anlamına gelir. Örneğin İnce Memed harika bir roman, okuması, içine girmesi çok güzel ama onu ben yazsaydım demek saçma bir istek olurdu. Bunun mümkün olması için Yaşar Kemal olmak gerekli. Onun yaşadıklarını, deneyimlerini yaşamak ister miydim gerçekten? O olmak ister miydim? Sanmıyorum. Hayır. Buna karşın çok sayıda yazmak isteyip de henüz yazamadığım belki de hiç yazamayacağım kitap var.
Comments