top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Yaratıcılık ritüelleri 5 Defne Suman: "Kendi kulağıma, 'Bizi yazmak kurtarır,' diye fısıldıyorum!"

Yazarların yaratım süreçlerine odaklanan "Yaratıcılık Ritüelleri Söyleşileri"nde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu, Defne Suman. "Kâğıt üzerinde kalem hareket ettikçe moralim düzeliyor. En sağlam desteği okurlarımdan alıyorum. Onların yazdıkları e-postalara dönüyorum sıklıkla. Dağılıp gittiğimde, kitaplarımın insanların iç dünyasında yarattığı etkiyi okumak yoluma ışık tutuyor" diyen Suman'la günlük alışkanlıklarından yazıyla kurduğu ilişkiye dair derinlikli bir söyleşi yapıyor Şahin. İlham dolu, keyifli okumalar.




Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Kahve! Yazmaya başlamadan önce mutlaka kahve yaparım. Eğer dışarıda, bir kafede yazıyorsam ki sık sık yazmak için evden çıkarım, siparişim masaya gelince yazmaya başlarım. Mutlaka kulaklarım tıkalıdır. Evde de olsam kulaklık takarım. Dışarıdaki gürültüyü kessin diye. Çoğunlukla müzik dinlerim. Bir roman boyunca aynı parçaları döndüre döndüre dinlerim. Duymam bile artık o müziği ama yine de yazarken bana ritim versin diye kulağımda tutarım. Bir de saat kurarım. Her 24 dakikada bir ara veririm. Bu ara sadece başımı kaldırıp etrafa bakmak olabilir ya da çalışma odamdaysam bir iki adım atmak olabilir. Sonraki 24 dakika yine hiç ara vermeden yazarım. Bu şekilde arka arkaya üç saate varan 24 dakikalar dizebiliyorum.

 

Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

Sanatçının Yolu kitabında sözü edilen “Sabah Sayfaları” tıkandığımda bana yardımcı olur. Zaten bir romanı yazarken bölümleri önce el yazısıyla yazarak kendime anlatırım. Sabah Sayfaları alıştırması benim için budur. Bu bölümde neler oluyor bana anlat. Kimi günler Sabah Sayfaları “İyi de o kadın oraya nasıl gitti, bunu araştıralım” “o saatte vapur kalkar mı, buna bakalım”, gibi notlarla ağır aksak ilerlerken, kimi günler romanın bir bölümü veya öykünün tamamı şıkır şıkır akar. Bu açılmayı ve tıkanmayı belirleyen şeyler nedir henüz keşfetmiş değilim ama metin ittir, ittir yine de hiç gitmiyorsa, başka bir bölüm, başka bir karakter üzerinde çalışırım. Hâlâ olmuyorsa o romandan ya da öyküden vazgeçerim. Genelde bir öyküye kırk gün veririm. Kırk gün sonra kanallar hâlâ tıkanıksa bırakırım gitsin, belki başka bir yazarın yazması gereken öyküdür o, onun hayal dünyasına konsun.

 

 

Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

Olmaz mı! Bir kadın yazar için yazmaya oturacağı her saat, yazmak için çıkmayı düşündüğü her seyahat bir mücadele alanıdır. Herkesin evinde bakıma muhtaç çocuklar, hastalar, yaşlılar vardır. Yazar erkeklerin birçoğu evden ve bakım görevinden fiziksel olarak uzaklaşabilirken kadınlar evlerinde yazarlar ki gereksinim halinde odalarından çabucak çıkabilsinler. Bir kadın yazarın evinden ve ailesinden yazmak gerekçesiyle tamamen kopması zordur. O yüzden de dünya edebiyatının ünlü kadın yazarları evin sessizleştiği ve onlara kaldığı nadir anlarında mutfak masalarında yazmıştırlar. Bir yandan yemek pişirip bir yandan çamaşır asarak. Ben de bir yandan çalışırken (Hatha Yoga dersleri veriyorum), bir yandan MS hastası eşine bakan, ev işlerine koşan bir insanım. Bu işlerin arasında -sıklıkla olduğu üzere- üzerinde çalıştığım roman veya öyküyle ilgilenemediğim bir gün geçirirsem moralim bozuluyor. O zaman bana en iyi gelen şey evden çıkmak, bisiklete binmek (Atina’da yaşıyorum. Bisiklet için kolay bir kent değil ama ben biniyorum) ve bir kahveye gidip tek başıma oturmak. Moral bozukluğu ve yenilgi hakkında düşünmenin beni daha derin bir buhrana soktuğunu keşfettiğimden beri doğrudan işlere saldırıyorum. Kendi kulağıma, “Bizi yazmak kurtarır,” diye fısıldıyorum. Bir öykü yaz, bir hatıranı kaleme al, bir karakterle kâğıt üzerinde sohbet et. Yaz yaz yaz! (Böyle deli anlarımda aklıma kendini sandalyeye bağlayan Ayn Rand gelir: “Sen bir yazı makinesisin artık” diye buyurur kendine!) Kâğıt üzerinde kalem hareket ettikçe moralim düzeliyor. En sağlam desteği okurlarımdan alıyorum. Onların yazdıkları e-postalara dönüyorum sıklıkla. Dağılıp gittiğimde, kitaplarımın insanların iç dünyasında yarattığı etkiyi okumak yoluma ışık tutuyor.


Yazmaya başladığınızdaki dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Ben yazmaya blogculuk ile başladım. O zamanlar tek başıma seyahat ediyordum. Uzakdoğu’da gönüllü öğretmenlik ederek hayatımı sürdürüyordum. Budist manastırlarda, Hindu aşramlarında kalıyor ve oralarda yaşadıklarımı kaleme alıyordum. Okurların ilgisini çekti bu yazılar. Kısa süre sonra da yazılarımı kitaplaştırma teklifi geldi bir yayınevinden. O zamanlar öyle çok övgü aldım ki kendimi olmuş bitmiş bir yazar olarak görmeye başladım. Roman yazmaya kolları sıvadığımda romanımın çok sevileceğine, her kitapevinde bulunacağına inancım sağlamdı. Bugünden bakınca diyebilirim ki başlardaki duygum hafif dozda kibirdi. Tevazu yavaş yavaş benliğime nüfus etti. Hayranlık duyduğum yazarların metinlerini inceltmek için: hislerini, hallerini ifade edecek sözleri, cümleleri bulmak için ne çok emek sarf ettiklerini, bir edebiyat eserinin ne çok katmanlı bir tasarım olduğunu kavramam zaman aldı. Şimdi yolun başında bir yazar olduğumu biliyorum. Edebiyat kulesine bir minicik çakıl taşı koyabilmek için canla başla çalışıyorum. Kibirden tevazuya giden bir yolculuk diyebiliriz belki.

 

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Ben ne zaman vakit bulursam o zaman yazıyorum doğrusu. Sabah Sayfaları’nın gücüne inanıyorum. Günün ilk işi olarak yazmak mümkün olmuyor. Dediğim gibi sabah erken Hatha Yoga dersleri veriyorum. Sabah 6’da başlıyor bu dersler. Sonra bedensel engelli eşimin kaldırılması, kahvesi derken sabahın o büyülü saatlerini kaçırıyorum. Yine de sabah işleri bitince, kendime bir kahve koyup odama kapanıyor ve yeni kalkmışım gibi kendimi baştan programlamaya çalışıyorum. Sabah Sayfaları için bazen de evimizin yakınındaki bir kahveye gidiyorum. Evde insanlar varken, kapalı kapılar ardında bile olsam benim odaklanmam çok zor. Belki bu soruyu şöyle yanıtlayabilirim: Evden uzaklaştığım zamanlarda yazıyorum. Kahvede, tek başıma çıktığım seyahatlerde, uzaklarda, otel odalarında.


Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Yok galiba. Ben yaratmış olsaydım o bayıldığım yapıtı kesin eleştirir, eksik görürdüm. Oysa bir başkasının elinden, kaleminden çıkınca hayranlık hakkını kendimde görebiliyorum. Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı kitabı benim için bir şaheserdir örneğin. Her okuyuşumda yeni bir yerimden yakalar, çarpar beni. Leonard Cohen’in tüm şarkıları… Dinlemeye doyamam. Şükriye Dikmen’in portrelerine uzun uzun bakasım gelir. Edip Cansever’in Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk /Hiçbir yere gitmiyor dizesi… Ben yaratmış olsaydım diyemem. Ama yaratan iyi ki yaratmış diye her gün içimden geçiririm.

 

bottom of page