Yaratıcılık Ritüelleri 59 / Çiler İlhan: “Yazmak bir nevi hayat hırsızlığı”
- Semrin Şahin

- 22 Eyl
- 5 dakikada okunur
"Bazı günler, kitap yazmak anlamını kaybedecek gibi oluyor. Çareyi yine ve öncelikle köklenip sevgiye ve yazıya sığınmakta bulduğumdan, bir şekilde masamın başına dönüyorum." Semrin Şahin, yazarların yazım süreçlerine odaklanan Yaratıcılık Ritüelleri söyleşilerinde bu hafta Çiler İlhan’ı ağırlıyor.

Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Sürüklenmek, günlük hayatın meselelerinden dolayı... Beni, hayat kendince devam ederken yaratma sürecinin arka planda, o gizemli kanalında aktığını düşündüğüm yerden, dünya meseleleri koparır. Kendimden başlamak üzere bakımını üstlendiğim kişiler, mekânlar, bu sistemde var olmak için yapmak durumunda kaldığım pek çok şey, sosyal ve ekonomik zorunluluklar beni yaratma anından koparır.
Bunca kalabalığın içinde sakin bir kafayla yazıya eğilebilmek için bir önceki geceden, günün kaba bir planını yaparım. İşleri listelerim, serbest radikaller misali ortalıkta dolaşıp duran meseleler varsa zihnimi temize çekerim. Masama mutlaka espressomla otururum. Yeni bir kitaba veya zorlu bir bölüme başlıyorsam benim için özel anlamı olan takıları takarım.
Sabahları olağanüstü bir durum yoksa kısa da olsa mutlaka egzersiz, enerji çalışması yaparım; Qigong, Tai Chi veya yoga, ihtiyacıma göre. Son birkaç yıldır daha sık meditasyon yapıyorum. Etrafımızda bunca savaş, tonlarca acı varken, sağın yükselişi, herkesin kendi derdine düşmesi ve benzeri endişeler beni de ara ara umutsuzluğa sürüklüyor. Bazı günler, kitap yazmak anlamını kaybedecek gibi oluyor. Çareyi yine ve öncelikle köklenip sevgiye ve yazıya sığınmakta bulduğumdan, bir şekilde masamın başına dönüyorum.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Tıkanma, “teknik” bir durumdur genelde benim için. An itibariyle bile bu ömrümde yazabileceğimden fazla fikir ve taslak var kafamda ve bilgisayarımda.
Öykü veya roman iyi bir yere gitmiyordur, yapıda, kurguda, dilde sorunlar olabilir. Yeteri kadar ön hazırlık yapmamış, bir şeyleri öngörememiş olabilirim. Bir konu, bir karakter daha derin araştırma gerekiyor olabilir, onu veya durumu yeterince kavramadığımdan ilerleyemiyor olabilirim. Veya başıma bazen beklenmedik şeyler gelir. Yepyeni bir karakter peyda olur. Bu noktalarda dururum, zaten metin durdurur beni, akmaz. Sıklıkla yürüyüşe çıkarım. Veya bisikletime atlarım. Bazen klasik müzik dinleyerek yürürüm, bazen doğayı duymaya çalışarak ama her durumda gereksiz endişe ve düşüncelerle zihnimi oyalamamaya çabalarım ki derinlerden bir çözüm gelsin. Bu sürecin sonu tamamen vazgeçmek de olabilir çünkü belki fikir yeteri kadar güçlü değildir, yazmaya çalıştığıma benzer işler ziyadesiyle yapılmıştır, söyleyecek yeni bir şeyim yoktur... Bazen nadasa bırakırım metni. Elimde başka işler varsa onlara yönelirim veya sevdiğim şeyleri yaparım: sıkı edebiyat okurum, tuhaf filmler izlerim, müzelere, sergilere giderim. İyi sanat, damağımda harika tatlar bırakır. Masama koşup daha iyi hikayeler pişirmeye heves ve güç verir.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Yazmaya kalkışıyorsanız zaten pek çok engeli engel olarak görmemeniz gerektiğini kabullenmiş olmanız gerek diye düşünüyorum, yoksa işiniz zor! Aşırı şanslı veya aşırı yetenekli değilseniz veya sanatçı bir aileden gelmiyorsanız, müthiş bağlantılarınız yoksa ya da görünür olmak için piyasaya, medyaya, “söz sahiplerine” asılan biri veyahut bunların birkaçı birden filan değilseniz, yazar olmak zaman alıyor.
İstanbul’da yaşarken tam zamanlı iş ile annelik, bana yazmak için vakit bırakmıyordu. İkinci kitabımla üçüncüsü arasına 11 yıl girdi. Tekrar görünür olmak tahminimden çok daha zor oldu. Öykülerimi dergilere yolladığım öğrencilik yıllarıma geri döndüm gibi hissettim. Hollanda’ya taşındığımızdan bu yana daha üretkenim çünkü edebiyata ayırabileceğim zamanım nihayet var. Fakat bu kez de ne oradayım ne burada… İstanbul’da, “yurtdışında yaşayan yazar”ım, burada “Türkiyeli, Hollandacası mükemmel olmayan göçmüş yazar.” Etkinlikler, festivaller, arkadaşlar hep ucundan, hep eksik. Biraz, hatta bolca yalnızlık… Kaldı ki profesyonel iş hayatından elde ettiğim ekonomik rahatlıktan epey uzağım, edebiyat yazarı olarak. Dedim ya, engel bol. İnat da bol olacak.
Yolumu açan, dostluklarıyla, akıllarıyla beni besleyen kişiler oldu tabii ki. Yitik Ülke’ye yolladığım öyküler üstüne tanıştığım Kadir (Aydemir) aracılığıyla bir ara harika bir grup halinde takılmışlığımız var, 2000’lerin başlarında, Yiğit (Değer Bengi), Barış (Müstecaplıoğlu), o aralar kuracağı edebiyat ajansıyla meşgul olan Nermin Mollaoğlu ve onun sürekli bizi tanıştırdığı birileri… Birbirimize yazdıklarımızı okur, okutur, fikirler, kitaplar paylaşırdık, yola yeni çıkmıştım profesyonel anlamda, yolumu çizmeye başladığım bir dönemdi... Çok güzeldi.
İlk yazarı olduğum Nermin’le uzun yıllar çalıştık, Sürgün’ün aldığı ödülün hızıyla pek çok yurtdışı edebiyat festivaline yolladı beni. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da bir küçük edebiyat köyünden ibaret olduğunu gördüm, iyisiyle kötüsüyle. Koyulduğumuz yolda Nermin’le birbirimizden çok şey öğrendik. Bana hep cesaret vermiştir, önümü açmıştır. Çok kıymetlidir benim için.
Elbette başkaları da var fakat Sırma Köksal’ın yeri de ayrı. İlk dosyamdan bugüne, Hollandalılardan eksik kalmayan bir direktlik, dürüstlük, netlikle, yapıcı yorumlarıyla, tavsiyeleriyle, kendimi yazar olarak büyütmeye çalışırken hep yanımda durmuştur. Sözüne müthiş güvendiğim bir dost oldu senelerdir.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Pek çok yazar gibi küçük yaşlarda yazmaya başladım. On-on bir yaşında şiirle, akabinde defterler dolusu günlük tutarak… Profesyonel anlamda yazmaya başladığım dönem epey safmışım diyorum. O ilk zamanlar insan sanki, “Bir kitap yazacağım ve hayatım değişecek,” sanıyor. Ya da ben öyle sanıyordum. Bir kitapla hayatı değişen de var tabii, yok değil. Ama benim ailemde, etrafımda yazar-çizer olmadı hiç büyürken... Okumanın-yazmanın değil ama mesleğin yabancısıydım.
Üniversitede edebiyat, dil değil politika okudum. Kafamı vura vura öğrendim daha “profesyonel” yazmaya çalışmayı. Yazar olarak kurgudan çekilebilmeyi, karaktere, kitaba hizmet etmeyi, yeteneğin, yaratıcı olmanın işin sadece bir parçası olup yazarlığın ne çok emek gerektirdiğini öğrendim. “Bundan roman çıkar!” dediğim fikirlerden vazgeçmeyi, paragrafları, sayfaları, dosyaları atmayı öğrendim. Hâlâ öğreniyorum. Zanaatmış işimizin önemli parçası. Yazmak bir nevi katarsis, bir nevi hayat hırsızlığı… Her kitapla, birebir deneyimlemediğin olayları resmen yaşamış gibi oluyorsun. Her halükârda büyük bir iddia! İçini doldurabilmek, mesele.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Her saatte yazıyorum. Yazmadığım, yazamadığım bir saat yok fakat sabahları kesinlikle en verimli zamanlarım. Hatta kızımı okula yolladıktan sonra kimseyle konuşmam, yüz yüze olsun telefonda olsun. O sihirli enerji alanının içinde kalmak isterim; zorunlu birkaç şeyden sonra heyecanla masama çökerim. Sabahları dinç oluyorum. Metne çok hâkim oluyorum, cebelleştiğim meseleleri hızla çözüyorum. Yoğun çalıştığım bir dönemse, akşamları, genelde gün içinde yazdığım metnin üstünden geçiyorum, düzeltisini yapıyorum. Gün içinde bölük pörçük vakit bulursam ek araştırmalarla, bilgi doğrulamalarıyla uğraşıyorum. Bazı günler mizah duygum yüksek oluyor, bazen hayal gücüm. Bazen kafam mühendis gibi çalışıyor. Günün ruhuna da uyuyorum.
Bir kitap üstünde çalışırken delice bir enerjim oluyor. Başucumda, çantamda, mutfakta, her yerde küçük not defterleri ve kalemler olur, aklıma fikirler üşüşür sürekli, hep not alırım. Gece yarısı yataktan fırlayıp masamın başına geçtiğim de olur, bayağı uykumdan uyanıp.
Yazarken elimin altında, hangi kitap üstünde çalışıyorsam onunla alakalı kitaplar bulunur. Genelde araştırma safhasına yönelik veya referans aldığım kitaplar… Ama yatağımın başucunda hep üç kitap durur: Mesnevi, Tao Te Ching ve bir şiir kitabı. Şu sıralar Birhan Keskin.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo, öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Çok var ve hiç yok. Ben, ben olduğum için benim. Onlar, onlar olduklarından o yapıtları yarattılar. “Bunu keşke ben yaratmış olsaydım,” demek bana biraz varoluşun özüyle çatışıyor gibi geliyor. Hepimiz biriciğiz ya? Hepimizin yolu ayrı.
Ama hayran olduğum, nasıl olur da böyle bir şey yapılır dediğim çok fazla sanat eseri var. Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm… Aklımı yitirmiştim okurken. Nasıl bir kitaptır o, nasıl yazılmıştır, hangi evrenden akmıştır o kelimeler? Klasik müzik konusunda ahkâm kesecek kadar bilgim asla yok, içgüdüsel bir dinleyiciyim fakat saplantı halinde dinlediğim parçalar var. Biri, Chopin’in Mi Bemol Major 2 numaralı Noktürn’ünü (Andante- Op. 9 No. 2). Esrime gelir dinlerken, aşka gelirim. Ruhum temizlenir.













































Yorumlar