Yaratıcılık Ritüelleri 66 / Mehmet Bilal Dede: “Fikir geldikten sonra ‘tatlı bir huzursuzluk’ başlıyor.”
- Litera
- 10 saat önce
- 5 dakikada okunur
"Fikir geldikten sonra hemen oturup yazmaya başlamıyorum, sadece bir cümlelik ana fikri tarihiyle birlikte not alıyorum ve artık onunla yatıp onunla kalkıyorum."
Yazarların yazma deneyimlerine odaklanan Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu Mehmet Bilal Dede.

Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Fikir oluştuktan sonra “tatlı bir huzursuzluk” başlıyor, bu hiç değişmeyen bir hâldir bende. Roman fikri nadiren ismiyle birlikte gelir (Merhum Nasıl Bilirdi), çoğunlukla da sadece içerik olarak (diğer kitaplarımda olduğu gibi) kendini gösterir. Pek ritüel insanı değilim, daha doğrusu ritüellerim benden ya da aşırı hızlanan dünyadan ötürü değişiyor. Benim bilgisayar, hatta daktilo öncesi elle yazma dönemim var. Öncelikli olarak el yazısına yatkınım -nedense daha sahici geliyor-, bilgisayarı çoğu zaman temize çekmek için kullanıyorum desem pek yanlış olmaz. Fikir geldikten sonra hemen oturup yazmaya başlamıyorum, sadece bir cümlelik ana fikri tarihiyle birlikte not alıyorum ve artık onunla yatıp onunla kalkıyorum. İster yürüyüşte ister günlük işler sırasında sürekli notlar alarak geliştiriyorum o fikri. Kalem kâğıtla, cep telefonunda yazılı ve sesli notlarla biriktiriyorum notları. Bunlarla zihnimi açıp diri tutmaya çalışıyor ve akışı böyle besliyorum. Bir tür cephane oluşturma ya da idman veya güçlenme süreci de oluyor benim için. Bu not meselesini iyice abarttığım oldu, mesela Günah – Osmanlı’da Bir Vampir romanıma oturmadan önce (ki bir devam kitabıdır) tam tamına 250 sayfa A4 kâğıt not birikmiştim! Ritüeller, rutinler veya alışkanlıklar, dediğim gibi benden ve dünyadan kaynaklanan değişikliklerden etkileniyor. Ama hele de son birkaç yıldır her gün, her saat olağanüstü, dehşet verici, akıldışı gündemlerle uyanarak nasıl bir akışa kapılacağımızı öngörmek, uygulamak, planına sadık kalmak artık her zamankinden daha zor. Biz yere tükürmemeyi öğrenmişken şimdi el birliğiyle ülkenin içine edildiğini izleyince kime, ne ve niye yazılır sorusu daha büyük önem kazanıyor, daha doğrusu dayatıyor. Belki de bu caydırıcı sorulardan kurtulup yazmaya devam etmenin ritüellerini bulmamız gerekir.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Yaşamayan yoktur herhalde. Filmlerde bir yazarın yaratım tıkanmasını temsil eden sahneler vardır ya... Mum ışığında elinde kalemle ilham bekleyen, yazdıklarını beğenmeyen, üç beş kelime yazdığı kâğıtları buruşturup atan, daktilosunu pencereden dışarı fırlatan, bilgisayarını yere çalıp üstünde tepinen, eserinin altında kan revan içinde kalan yazar görüntüleri bize hiç yabancı değil. Elbette böyle şeyler yaşamadım. Bendeki gerçek bir yaratım sıkışmasından çok, çalışmak, bilgisayarın başına geçmek için kendimi ikna etme savaşı sanki. Her durumda bu tıkanıklığı, donukluğu, kilitli hâli aşmanın en iyi çaresi benim için de okumak. Özellikle benim kalem oynatmadığım türlerde (mesela polisiye) okumak beni hafifletiyor, yazmaktan gözüm korkmuşsa rahatlamamı sağlıyor. Benim yolumu tıkayan başka bir durum var aslında, bir tür trafik tıkanması. Fikir belki de baştan “bundan roman olur” dese de (tersi de mümkün) inatlaştığım ve illa öykü şeklinde yazmaya gayret ettiğim ama sağlıklı ilerlemediğini gördüğüm durumlar. Fikir zaman içinde kendi malzemesini cömertçe sundukça inat etmenin bir anlamı olmadığını görüp gecikerek de olsa çark etmişliğim vardır.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Başta hayatın, yani benim gerçeğimin bizzat kendisi engeldi yazmama. Çalışmam lazımdı! Ve şansıma(!) hep çok uzun mesailer gerektiren işlerde ve işyerlerinde çalıştım. Bugün kendime de beni o kadar çok çalıştıran patronlara da kızıyorum. Daha çocukken ne yazabileceğime dair hiçbir bilgim ve fikrim olmadığı halde, “Ben yazar olacağım” demişim, ilkokulda Yeşilçam taklidi bir senaryo yazmaya kalkmışım, ortaokulda telefon rehberinden Atıf Yılmaz’ın telefonunu bulup aramış ve bir senaryo yazdığımı, okumasını çok istediğimi belirtmişim (yıllar sonra tanıştığımızda anlatmıştım bunu Atıf Abi’ye), üniversite yıllarında yazdığım iki öykünün yayınlanmasının mutluluğunu ve şaşkınlığını yaşamışım… Yani niyetliymişim aslında, epey gayret de etmişim! Ama dediğim gibi para kazanma mecburiyeti ve aşırı yoğun çalışma hayatı beni yazmaktan (metin yazarlığı, ansiklopedi yazarlığı, redaksiyon, sayfa sekreterliği vs.) değil ama edebiyattan uzak tuttu, verimimi engelledi. 2001 yılında nihayet çok net bir kararla işi, iş hayatını bırakıp evimde oturmaya, romanımı yazmaya karar verdim (Üçüncü Tekil Şahıs, 2003). İlk romanımdan itibaren (ve hâlâ) Gaye Boralıoğlu başta olmak üzere Birhan Keskin, Başak Dilek ve sonraki bazı kitaplarımda Sırma Köksal, Yıldırım Türker ve Murathan Mungan’ın da çok şık destekleri, yüreklendirmeleri olmuştur.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Küçük bir yaştaydım, o zamanki duygularımı şimdi hatırlamam imkânsız ama heves vardı, o kesin. Zorlarsam şöyle diyebilirim, önce “yazar olmak” fikri başlı başına cazip gelmiş olabilir ama hakikaten yazmaya başladığım andan itibaren yazmanın kendisi daha değerli oldu hep. Okuyanın beğendiği, sevdiği, ayrıca çok iyi eleştiriler alan kitaplar yazmama, dil ve üslup bakımından övülmeme rağmen herkesin kolayca benimseyebileceği, başkalarına gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceği içerikte kitaplar yazmadığımın farkındayım, kibarca görmezden gelinmeye müsait ya da bazılarına “cıs” gelen kitaplar diyeyim… Bütün bunlar satış, tanınırlık, yaygınlık konusunda pek şanslı bir yerde tutmadı beni, öyle ki yazar olarak varlığımı, daha doğrusu niye devam ettiğimi sorgulatmıyor değil. Bu durumu, bravo yani diyerek, her şeye rağmen vazgeçmediğimi söyleyerek hatırlatanlar da oluyor, tüm iyi niyetleriyle! Pes etmem için birçok neden var, birçoklarının da vardır eminim. Bu nedenlerin sayısı günümüzde, hele de memlekette gün geçtikçe artarken üstelik. Yine de vurgulamak isterim, benim için esas olan yazmanın kendisi. Zaten yazmayıp da ne yapacağım?
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Birçok ünlü yazarın, isimleri gibi ünlü (çünkü ezelden beri merak edilir) yazma alışkanlıkları var. Çalışmak için genelde sabahı, erken saatlerdeki zihin berraklığını tercih ettiklerini, ilerleyen saatlerde hayata karıştıklarını biliyoruz. Ben çocukluğumdan beri pençeleştiğim uyku sorunlarımdan dolayı ve eski iş hayatımdan kalan bir alışkanlıkla gece yaşayan ve gece yazan biriydim. Sadece gece yazabileceğime dair tabuya yakın bir kanaatim vardı üstelik. Sonra bir gün korona geldi ve benim de birçok alışkanlığımı, günlük rutinlerimi ve trafik akışımı değiştirdi. Artık daha çok gündüz yaşıyor, gündüz yazıyorum. Ama her hal ve şartta gergin ve baskı altında hissederek yazıyorum, bu değişmiyor. Sabah yürüyüşü, market alışverişi, ufak tefek işler ve eve dönüş, günümün ilk rutinleri. Ev dağınıksa, kediler gene ortalığı savaş alanına çevirmişlerse mümkün değil oturamıyorum bilgisayarın başında. Yani yürüyüş, alışveriş ve ev işlerinden sonra kendimi dosyaya layık, arınmış ve hazır bir şekilde başlayabiliyorum çalışmaya. Veya oturmamak için işin başına bahane arıyorum. O gün bir iş veya program olmaması, yani akışımı bozacak kesintiler olmaması da çok önemli. Ama olmazsa olmazım, sessizlik!
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo, öykü, şiir, beste vs.) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Ben hayatımda yazmaktan başka bir iş yapmadım ve yazının birçok türüne karşı da iştahım hep açık oldu. Öykü, roman, deneme dışında dizi senaryosu, şarkı sözü, hatta bir tiyatro oyunu yazdım. Ben iyi bir esere, ilham vermesi, örnek oluşturması, heveslendirmesi bakımından değer veririm, elbette başta zevk vermesi gerek. O eserlerin büyüsü (bayıldığım filmler, tapındığım şiirler, şifa gibi dinlediğim besteler, keşke ben yaratmış olsaydım dedirtmekten çok, hadi sen de iyi bir şeyler yap hissini uyandırıyor bende.









































