Okuyucuyu merkeze koymak
Engin Kükrer, Anıl Çetinel Örselli’nin “Ah Bu Şarkıların” adlı öykü kitabı üzerine yazdı: "Bana göre yeni kuşak öykücüler arasında eserlerinde atmosferi okuyucusuna en iyi yaşatan yazarlardan biri o."
Engin Kükrer
Yaşar Kemal’den Adalet Ağaoğlu’na, Gustavo Flaubert’ten Jose Saramago’ya kadar daha önce defalarca kitap incelemesi yazdım. Ancak ilk defa kanlı canlı, tanığım birinin kitabı hakkında inceleme yazacağım. Kalemimin bu seferki misafiri Anıl Çetinel Örselli’nin “Ah Bu Şarkıların” adlı öykü kitabı…
İnsanın tanıdığı birinin eseri hakkında inceleme yazması zormuş. Üstelik bu kişi son yıllarda önemli öykü yarışmalarında ciddi başarılar elde etmiş biriyse… Daha da kötüsü kitabı hakkında inceleme yazacağımı ona söyleyince bana defalarca “Sakın bana kitap güzellemesi yapma. Hatalarım, eksiklerim neler? Onları yaz Engin!” diyen birinden bahsediyorum. Zaten bana göre başarısının altında yatan etkenlerden ilki burada gizli: Anıl’ın içindeki bitmek tükenmek bitmeyen kendini geliştirme arzusu…
Emir büyük yerden, çare yok. Eleştiri şapkamı takıyorum kafama, başlıyorum sayfaları çevirmeye… Beni ilk sayfada ödülleri karşılıyor, saygıyla selam verip devam ediyorum yoluma. Karşıma teşekkür yazısı çıkıyor. Okuyucusuna kitabını okumaya niyetlendiği için içtenlikle teşekkür eden ince ruhlu bir yazar görüyorum. Hatta teşekkür metninde özne olup da kalın puntoyla yazılan tek metin “Sevgili Okur” sözcükleri… Zaten kitabı okuduğumda görüyorum ki öykülerinin tamamında da gizli özne daima okuyucu. Merkezde hep o var. Örselli, kitapta öykülerle beraber dinlenmesi tavsiye edilen şarkılara kadar okurunu düşünmüş, hatta yetmemiş çalma listesini QR koduyla bile paylaşmış. Daha öyküleri okumaya başlamadan kendinizi özel hissetmeye başlıyorsunuz. Sanırım onun öykülerdeki başarısının ikinci ana nedeni de bu olsa gerek: Okuyucuyu merkeze koymak…
Gelelim öykülere… Bana göre öykülerinin on dördü de birbirinden güzel ve değerli… Yazar bir bakmışsınız “Ankara Bekçisi” ile sizi Ankara sokaklarında dolaştırırken bir bakmışsınız hüzünlü bir “Ah(!)tapot” öyküsüyle sizi buz gibi denize sokup çıkartıyor. Ardından sizi lunaparkta “Balerin”e bindirip başınızı döndürdükten sonra “Heimat” öyküsüyle yüreğinizi çıkarıp acı vatan Almanya’daki işçilerin kucağına bırakıveriyor. Son olarak da Ezo Ana’nın evlat nöbetine götürüp göğsünüzdeki serçeyi kanatarak kitabı bitiriyor. Bana göre yeni kuşak öykücüler arasında eserlerinde atmosferi okuyucusuna en iyi yaşatan yazarlardan biri o. Keskin kalemi nereyi yazıyorsa, ruhumuzu da alıp oraya götürüyor. Tüm öykülerini sevdim. Yine de bende en çok iz bırakan öyküleri, öğrenciliğimi geçirdiğim Başkent’e beni geri götürdüğü için “Ankara Bekçisi”; etkileyici, gittikçe tırmanan ve dramatik olay örgüsüyle “Pamuk İpliği” ile metaforlarına ve anlatımına bayıldığım “Ah(!)tapot” ve “Göğsümde Var Bir Serçe”. Aaa bir de “Balerin” vardı değil mi? Onu da çok sevdim. Neyse tüm öykülerini teker teker yazmadan burada keseyim isim vermeyi.
Biraz da kitaba öykü tekniği açısından bakalım. Bir kere kitabın dili yalın, akıcı ve sürükleyici… Diyaloglar yerinde ve yeteri kadar kullanmış, aynı zamanda gerçekçi. Konuşan karakterler sizi capcanlı bir öykünün içerisine bırakıveriyor. Devrik cümle kullanmayı da seviyor yazar. Yazarın sevdiği bir diğer kullanım ise “iç monologlar”. Öykülerinde sıkça iç monologlara rastlıyoruz. Yine başarılı öykülerin olmazsa olmazı özgün betimlemeler ve çarpıcı metaforları da kitapta sıklıkla görmekten keyif aldığımı söyleyebilirim. Zaten Ah(!)tapot, Göğsümde Var Serçe, Balerin gibi bazı öykülerin ismi başlı başına bir metafor. Bununla birlikte öykülerde sağlam kurgu da dikkat çekiyor. Hiçbir kelime boşa harcanmamış. İnce bir işçilik söz konusu, Eee boşuna bir insana o kadar çok ödül vermezler ama değil mi?
Fakat bana Anıl’ın öykülerinin en çok neresini sevdin derseniz; final bölümlerini sevdim, derim. Yazar ilmek ilmek işlediği öykülerini finalde çok başarılı bir şekilde nihayete erdirmiş. Örnek mi istiyorsunuz? Buyurun! Yıllar önce gözaltına alınıp naaşı dahi teslim edilmeyen oğlu için adalet nöbeti tutan Ezo ananın dramatik öyküsünün anlatıldığı “Göğsümde Var Bir Serçe” adlı öykünün beni derinden etkileyen son paragrafı şöyle bitiyor:
“Oğlanın fotoğrafını geri aldı, essahtan kavuşmuşlar gibi fotoğraftaki yüzünü sevdi, sonra mendilinden kefen ettiği serçeyi sordu. ‘Kayda girmemiş, öyleyse yoktur!' dedi memur. Ben de görmüştüm de işte… Vazife!“
Bazılarınızın hani eleştirecektin, hep övdün dediğini duyar gibi oluyorum. Eee, ne yapayım, çok sevdim tüm öyküleri… Yazar istedi diye eleştirmek için yalan yanlış şeyler mi yazayım. Ayrıca bu noktada Türk Dil Kurumunun internet sözlüğündeki “eleştiri” tanımına da sığınmak istiyorum. Bakın eleştirinin tanımında ne diyor TDK: Bir edebiyat veya sanat eserini her yönüyle değerlendirerek anlaşılmasını sağlamak amacıyla yazılan yazı türü; tenkit, kritik.”
Ben de bu değerlendirmemde tanımı karşılayacak hususlara yeterince yer verdiğimi düşünüyorum. Gözden kaçan birkaç ufak dilbilgisi yanlışı dışında tenkit edilecek bir noktasının bulunmadığı sıcacık, coşkulu, samimi ve toplumun yaralarını estetik bir dille bize yansıtan başarılı öyküler okudum. Belki de bizi bize anlatan toplumsal gerçekçi öyküler okumaktan keyif aldığım için bu kitabı sevmişimdir, bilmiyorum.
Hani ünlü Yazar Cortazar roman ve öyküyü boks maçına benzettiği meşhur sözünde “Etkileyici bir metin ve okur arasında yaşanan bu mücadeleyi roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün bu maçı nakavtla alması gerekir.” demiş ya! İşte Örselli’nin “Ah Bu Şarkıların” kitabı da öykülerin ince dokunuşlarıyla beni nakavt etmeyi başardı. Bana inanmıyor musunuz ya da abarttığımı mı düşünüyorsunuz? Açın okuyun kitabı öyleyse, iddia ediyorum en fazla dördüncü öyküde nakavt olmanız garanti…
AH BU ŞARKILARIN
Anıl Çetinel Örselli
Eksikparça Yayınları, 2023
Tür. Öykü
Comments