top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Nefretine sımsıkı sarılanlara

Şule Tüzül, Vigdis Hjorth'ün Miras ve Annem Öldü mü romanları odağında yazdı: "İki kadın da kimsenin dinlemek istemediği kendi önemli hikâyelerini anlatabilmek için evi terk ediyorlar. Biz her iki romanda da bu sesi dinliyoruz. Miras'ta olduğu gibi Annem Öldü mü de yazarın hayatından izler taşıyor, özkurmaca bir roman okuyoruz."


ree

Vigdis Hjorth, “Önemli bir hikâyesi olan ama kimsenin dinlemek istemediği bir insanın sesi nasıldır?” (What’s the voice of a person like, when she or he has an important story that nobody wants to listen to?) sorusuna cevap arayarak Miras adlı romanını yazmaya başlamış. Miras'taki bu sesi Annem Öldü mü'de sürdürüyor yazar. İki roman birçok benzerlikler taşıyor. İki farklı hikâye okusak da her iki romanda da hem aile hem de annelik meseleleri derinlemesine irdeleniyor. 


Hjorth, Miras'ta olduğu gibi burada da hikâyeyi bilinç akışı şeklinde ben anlatıcı tarafından aktarıyor. Roman, başlıkları olmayan kısa bölümler halinde ilerliyor. Bazı bölümler sadece tek bir cümle. Yirmili yaşlarında çekirdek ailesini ve ülkesini terk eden Johanna'nın otuz yıl sonra doğduğu ve büyüdüğü şehre dönmesiyle başlayan ve birkaç aylık bir zaman dilimini anlattığı hikâyede Hjorth sanki bir günlük tutuyor. Miras'ta olduğu gibi Annem Öldü mü de yazarın hayatından izler taşıyor, özkurmaca bir roman okuyoruz. 


Bir yalanın içinde yaşarken bir yalanın içinde yaşadığımızı bilebilir miyiz? Görmek için dışına çıkmamız gerekir ya da belki bir şey, biri kendimize dışardan bakmamızı sağladığında görebiliriz. İçinde bulunduğumuz aile, ilişkiler, gruplar, ülke ve ortamlar için de geçerli bu durum. Romanın ana kahramanı, ben anlatıcı Johanna yirmi yaşında bir adama âşık olduğunda ve aşkının peşinden her şeyi terk ettiğinde görür o yalanı. Otuz yıl sonra yaşadığı şehre geri döndüğünde, bu yalanla yüzleştirmeye zorlar çekirdek aileden geriye kalan annesini ve kız kardeşini. Hem o yalanı taşımanın hem de kaybetmenin zorluğunu anlatmak ister onlara. 


Ancak annenin de kız kardeşin de tüm kapıları kapalıdır Johanna'ya. Johanna yıllar içinde farkına vardığı her şeyi onların da bilmesini, fark etmelerini ister. Bu süreçte geçmişte unuttuğu pek çok anıyı hatırlar. 


Miras'ta, zaten her yönüyle zor olan ensest meselesi romanın odağında yer aldığından daha ilk sayfalarda okuru tedirgin etmeyi başarır. Diğer yandan romanın yaklaşık ilk elli sayfası son derece sıradan bir anlatımla ilerler. Annem Öldü mü'de de aynı şekilde ilk bölümle son derece sıradan bir hikâye okuduğumuz hissini veriyor. Ancak bir süre sonra annelik ve aile kavramları öyle ters yüz ediliyor ki, Hjorth, Miras'ın okurda yarattığı sarsıntıyı Annem Öldü mü'de de yapmayı başarıyor. 


Hangisi daha mağdur; Miras'ın Bergljot'u mu Annem Öldü mü'nün Johanna'sı mı? Bence ikisi de eşit derecede mağdur. Ve bence Vigdis Hjorth bunu anlatmak için yazdı Annem Öldü mü'yü. Bergljot, babası tarafından istismar edildiği konusunda ailesiyle yüzleşmek istiyor, ancak ailenin bu yüzleşmeyi kabul etmemesi nedeniyle yirmili yaşlarında evi terk ediyor. Johanna ise istemediği bir hayatı yaşamamak için aynı yaşlarda evi terk ediyor. Miras'ta, ortada bir ensest vakası olmasa da Bergljot evi terk edecekti, çünkü iki kadının hikâyesi aynı. İki kadın da kimsenin dinlemek istemediği kendi önemli hikâyelerini anlatabilmek için evi terk ediyorlar. Biz her iki romanda da bu sesi dinliyoruz. Miras'ta ensest meselesi birçok ana meseleyi gölgeliyor; ensestten bağımsız olarak anne meselesini, baba meselesini, aile meselesini, iktidar meselesini... Oysa her biri ensest kadar önemli, rahatsız edici, travmatik ve yaşamlarımız üzerinde etkileri aynı derece şiddetli. Hatta eğer anne, baba, aile ya da iktidar sorunu olmasa ensest sorunu ya hiç olmayacak ya da hasarı romandaki kadar yüksek olmayacak. Vigdis Hjorth'ün bu nedenle aynı romanı ensest meselesinden bağımsız nasıl olacağını göstermek için yazdığını düşünüyorum.


Annem Öldü mü'de anlatılanlar hiç de sıra dışı hikâyeler değil. Dünyanın her yerinde, hemen her ailede yaşanması olası şeyler. Belki kimisinde daha şiddetli, kimisinde daha hafif, ama pek çok çocuk benzer şeylerle karşılaşıyor. Sonra bu travmalar nesillerden nesillere aktarılıyor. Anne babalarsa çoğunlukla doğru anne baba olduklarını, ne yapıyorlarsa çocuklarının iyiliği için yaptıklarını düşünüyorlar, çoğu zaman. "Ne zaman mutlu olmak istesem annemle babamı unutmam gerekti," diyor Johanna. Tam aksi olması gerekmez mi? Anne babasını düşündüğünde mutlu olan kaç çocuk vardır dünyada acaba? Peki ya mutsuz olan? Anneler babalar mutsuzluklarını neden çocuklarına bulaştırırlar? Çocuklar neden bir acının taşıyıcısı olurlar? Anne babalar ne zaman çocuklarından nefret ederler? Kendilerinden daha iyi olmalarına ne zaman katlanamazlar? Bir çocuk anne babanın travmalarının ağırlığı ile nasıl baş edebilir? Annem Öldü mü, tüm bu soruların peşinden gidiyor. Bir cevap bulmak için değil, tüm bunların üstünü örten kutsal aile imajının örtüsünü bir parça da olsa aralamak için. 


Vigdis Hjorth, aile kötüdür, anne babalar kötüdür, demiyor. Annem Öldü mü'de tam aksi örneklere de yer veriyor, örneğin erkek arkadaşı Fred'in annesi ile olan ilişkisine. Zaten bu örnekler üzerinden kendi ailesindeki sorunları su yüzüne çıkarıyor. "Nefretine sımsıkı sarılan ya da acı hissetmemek için nefretinden vazgeçmekten korkan" insanlardan bahsediyor Hjorth. Bu tutuma karşı çıkılması, mücadele edilmesi gerektiğini savunuyor. 


Vigdis Hjorth, romanını inşa ederken, Miras'ta olduğu gibi burada da farklı disiplinlerle ilişki kuruyor. Neredeyse her sayfada Jung'dan esintiler var. Roman boyunca, sanatın yaşamımızı nasıl etkileyebileceğinin örneklerini veriyor. Hjorth bir yazar olarak, Miras'ın Bergljot'u tiyatro eleştirmeni olarak, Annem Öldü mü'de Johanna ressam olarak sanattan aldıkları güçle yaşamın ağırlığını kaldırabiliyorlar, özgürlüğün bedelini ödemeye cesaret edebiliyorlar:


"Sanatçı gerçekliği olduğu gibi ele almaz, ancak sanatsal açıdan ilginç olanı ele alır. Gerçek hayat deterjan, tuvalet kâğıdı, otobüs bileti almak, faturaları ödemek, diş fırçalamak, kabız olmak, bulaşık makinesini doldurup boşaltmaktır, gerçek hayat ilginç değildir. İlginç olan hakikattir, ama hakikati yakalamak, kuşatmak, ona ulaşmak zordur.

Eserin gerçeklikle ilişkisi ilginç değildir, eserin hakikatle ilişkisi belirleyicidir, eserin asıl değeri gerçeklik denilenle ilişkisinde değil gözlemleyenin üzerinde bıraktığı etkidedir."


Annem Öldü mü'yü okuyanlara ayrıca Miras'ı da okumalarını, Deniz Yüce Başarır’ın hazırlayıp sunduğu Miras romanını konu alan Ben Okurum podcast programını dinlemelerini tavsiye ederim. Programın konuğu klinik psikolog Deniz Bolşoy’un da katkıları ile çok nitelikli bir kitap incelemesi yapmışlar. Vigdis Hjorth'ü tanımak isteyenler için...


Siren Yayınları’na ve Vigdis Hjorth romanlarının ruhunu ve duygusunu okura eksiksiz aktardığını düşündüğüm çevirmen Dilek Başak’a okur olarak teşekkürü borç bilirim.


Annem Öldü mü, Miras gibi yaralayıcı bir kitap. İçinize koca bir ağırlık oturuyor. Edebiyatın bunu başarabilmesi çok kıymetli; hakikatle bağımızı kurabilmesi, üzerimizde bu kadar büyük ve dönüştürücü bir etki bırakabilmesi. Vigdis Hjorth, nefretine sımsıkı sarılanları anlatıyor bu romanında. Özellikle nefretine sımsıkı sarılanların ve bu nefrete maruz kalanların okuması dileğiyle...

Yorumlar


bottom of page