top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

“Beklenen’in sorduğu asıl soru: Kimi Bekliyoruz?”

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 1 gün önce
  • 5 dakikada okunur

Kübra Karadağ, Mustafa Küçük ile ilk kitabı, Beklenen özelinde söyleşti:

"Yazar, Beklenen'de travma, zaman, semboller ve insanın kendi karanlığıyla yüzleşme cesaretini merkeze alıyor. Yazarla hem kitabın arka planını hem de bireyin kendini bekleme hâlini konuştuk."


ree

Modern anlatıda metafizik ve psikoloji çoğu zaman birbirine yaklaşan iki eksen hâline gelir. Mustafa Küçük’ün Beklenen romanı da tam bu kesişim noktasında duruyor: Semboller, ezoterik yapılar, travmanın dönüştürücü gücü ve zamanın doğrusal olmayan akışı üzerinden insanın kendini anlamaya çalıştığı bir iç yolculuk. Yazar, hem kişisel kırılmalarını hem de tarih, psikoloji ve sembolizm alanlarındaki birikimini romana taşıyor. Ortaya çıkan metin, okurdan yalnızca bir hikâyeyi takip etmesini değil; hikâye ile birlikte düşünmesini, sezmesini ve sorgulamasını talep eden bir yapı sunuyor.


Aşağıdaki röportaj, romanın temel meselelerini açarken aynı zamanda yazarın yazı ile kurduğu geç gelen ilişkiyi, kırılma anlarını ve “beklemek” fikri etrafında şekillenen insan hâllerini derinleştiriyor.


Merhaba Mustafa Bey, yazıyla ilişkiniz nasıl başladı? Bu sizin ilk kitabınız, sizi 45 yaşına kadar bekleten şey neydi?

Yazma isteği bende çok geç uyandı. Çocukken defterlere hikâyeler yazan o tipik yazar adaylarından değildim ama kitapla ilişkim çok erkendi. Annem ve dedem sürekli okuyan insanlardı; evdeki küçük kütüphane benim dünyaya açılan kapım oldu. Okumayı öğrendikten sonra kendimi kitapların arasında buldum.

Tarih merakım ise neredeyse aynı yaşlarda başladı. Ders kitaplarıyla yetinmez, ilgimi çeken dönemleri kendimce araştırırdım. Üniversiteye gelmeden klasiklerle tanışmış olmak bana hem edebî bir birikim hem zihinsel bir disiplin kazandırdı. Kendimi uzun yılların sonunda “iyi okur” olarak tanımlayabilirim.

Askerî okullarda okudum. Deniz Askerî Lisesinden mezunum. Askerî okulda gerçekten çok kitap okunur; ben de okulun kitap satış merkezinde çalıştım, sonra yönettim. Yayın evleriyle tanıştım, çok kitap aldım, okudum, arkadaşlarıma verdim. Sonra sivil hayata üniversiteye geçtim; okuma hiç kesilmedi. Dijital çağ başlayınca sadece okuyan değil; izleyen, dinleyen ve sürekli bunlardan beslenen birine dönüştüm.

Bu birikimi çevremle paylaşırken hep aynı soruyla karşılaştım: “Sen neden yazmıyorsun?” Belki de o adımı atmayı kendime hak görmüyordum. Fakat hayatın keskin dönemeçleri vardır; benim için eşimi kaybettiğim dönem böyle bir kırılma oldu. Acıyla yüzleşirken içimde bir ses “Zamanı geldi” dedi. Beklenen’in ana iskeleti o dönem netleşti; hikâyeyi sonradan üçlemeye dönüştürmem ise okur deneyimini daha sağlam kurma isteğimden kaynaklandı.

Kısaca kendimi nasıl tarif ederim? Sokakta karşılaşabileceğiniz herhangi biri. Oğluyla yaşayan, kurumsal hayatta çalışan, ama hayatının merkezinde hâlâ kitap olan biri. Küçük ama derin tartışmalar yaptığımız bir okuma grubumuz var. Tarih, sembolizm, ezoterik kültürler ve modern psikoloji ilgi alanlarımı oluşturuyor. Akademik makaleler yazıyorum ve ileride tarih ile psikoloji/sosyoloji arasında köprü kuran çalışmalar üretmek istiyorum.


ree

Beklenen’de tarot, semboller, regresyon gibi görünmeyen alanlar var. Bunlar ne kadar araştırma, ne kadar kurgu?

Bu alanlara dair kişisel inancımdan çok, romanın kurduğu dünyanın kendi iç tutarlılığı benim için belirleyici. İnanmak ya da inanmamak, bu olguların insanlık tarihindeki gücünü değiştirmiyor. İnsan bilmediğini mutlaka bir imgeyle tamamlar. Mesela Anthony Quinn, Çağrı filminde Hz. Hamza’yı canlandırdı. Gerçekte Hz. Hamza’yı hiç görmedik ama gözlerimizi kapattığımızda çoğumuzun aklına gelen ilk yüz yine onunkidir. Bu, zihnin bilinmeyeni doldurma refleksinin ne kadar güçlü olduğunun bir örneği. Romanda da bu refleksin yarattığı alanı kullandım.

Romanı yazarken yalnızca teorik okumalara yaslanmadım; bu alanlarda çalışan kişilerle birebir görüştüm. Bir şamanik ritüel uygulayıcısından astrologlara kadar pek çok kişiyle konuştum. “Bu süreç nasıl işliyor, danışan ne hissediyor?” gibi soruları sormam, romanın atmosferini oluştururken bana gerçek bir zemin sağladı. Hatta karakterin doğum haritasını gerçek bir astrolog yorumladı ve metne o dili taşıdım.

Ama roman “Bu gerçekliktir” demez. Okurun bu dünyayı ister metaforik, ister olası bir gerçeklik ihtimali olarak okumasına açık bıraktım.


“İnsan vazgeçtiğinde yok olur” cümleniz çok dikkat çekiyor. Romanın merkezinde yatan duygu bu mu?

Evet, belki de en çok üzerine düşündüğüm mesele bu. Bana göre insanı gerçekten tüketen şey ölüm değil; hayat karşısında elini eteğini çektiği, iradesini bıraktığı an. Bu yüzden “bitmiş gibi hissediyorum” cümlesi aslında bir teslimiyet anıdır.

Bugün farkındalık kavramı çok kullanılıyor ama çoğu zaman yüzeysel. Birkaç sosyal medya cümlesiyle aydınlandığını düşünen bir topluma dönüştük. Oysa gerçek farkındalık, bilmediğini kabul etmekle başlar. Sokrates’in sözünün hâlâ yaşamamızın nedeni bu.

Bireyler olarak çoğu zaman bir kurtarıcı bekliyoruz — bir lider, bir işaret, bir “beklenen kişi”… Ama ben inanıyorum ki çoğu zaman beklenen kişi biziz. Hayatın ipleri elimizde; akıl ve sezgi elimizde. Buna rağmen beklemeyi tercih ediyoruz. Romanın sorduğu soru da bu: “Ben aslında neyi bekliyorum ve neyi değiştirebilirim?”


Gölge yapılar, semboller ve Maria gibi karakterlerle işaret edilen güçler romanda önemli bir yer tutuyor. Bunların gerçeklik payı nedir?

Tarih benim için yalnızca ilgi alanı değil; ciddi bir çalışma konusu. Romandaki tarihsel olayların çoğu gerçek verilerle örtüşüyor: savaşlar, ekonomik dalgalar, toplumsal kırılmalar…

Gölge yapılar kısmı ise tarihte iz bırakan gizli veya yarı-gizli örgütlerin modern yansımalarına dair bir sorgulama. Tapınak Şövalyeleri veya Malta Şövalyeleri gibi yapılar tarihsel olarak var. Bugün bire bir aynı biçimde var olup olmadıkları tartışılabilir; fakat güç ilişkilerinin daima görünmeyen yanları olduğunu inkâr etmek pek gerçekçi değil.

Yine de romanı ansiklopediye çevirmek istemedim. Detaylı açıklamalar yerine semboller ve küçük ipuçlarıyla atmosfer kurmayı seçtim. Okurun bilgisini aşırı yönlendirmeden merak uyandırmak istedim.


Romanda zamanın sürekli yer değiştirmesi dikkat çekiyor. Bu parçalı yapıyı neden tercih ettiniz?

Çünkü karakterlerin hikâyesi çizgisel bir anlatıyla açıklanamayacak kadar çok katmanlı. İnsan hayatı hiçbir zaman düz bir çizgide akmaz; bir kararın kökü bazen yıllar önce alınmış bir karara, bir kırgınlığa, bazen de kişinin bile farkında olmadığı bir inanca dayanır. Romanın mantığı da buradan besleniyor: Bugün sandığımız şey çoğu zaman dünün yankısıdır.

Ayrıca zaman, romanda yalnızca bir akış değil; bir karakter gibi davranıyor. Kimi sahnelerde sıkışıyor, kimi sahnelerde genişliyor, bazen de okuru aniden başka bir boyuta çekiyor. Çünkü insan zihni de böyledir. Bir anda kendimizi çocukluğumuzun bir anısında bulabilir, geleceğe dair bir sezginin bugünkü davranışımızı etkilediğini fark edebiliriz. Bu zihinsel zaman atlamasını romanda duyurmak istedim.

Zamanlar arasındaki geçişler bir teknik tercih değil, hikâyenin zorunluluğuydu. Karakterlerin iç dünyalarını, kırılmalarını, bağlarını ve motivasyonlarını ancak bu parçalı yapı taşıyabiliyordu. Hatta bazı olayların okur tarafından ancak daha sonra anlaşılması da bilinçli bir tercih; çünkü hayatta da çoğu şeyi geriye dönüp baktığımızda yerine oturturuz.

Okurdan zihinsel bir eşlik talep eden bir roman bu. Yalnızca hikâyeyi takip eden değil, kendi sezgisiyle boşlukları dolduran, parçaları birleştiren aktif bir okur istedim. Hayatın kendisi gibi parçalı ama sonunda bir bütünlük duygusuna ulaşan bir yapı kurmak istedim.


Karakterlerinizin travmalarla yüzleşmekten kaçtığını görüyoruz. Bu kırılma anları sizin için ne ifade ediyor?

Herkesin hayatında yaralar var; önemli olan onların bizi nasıl şekillendirdiği. Romanın ana karakteri de kendi acısıyla baş edemediği için sahte konfor alanları yaratıyor: yüzeysel ilişkiler, geçici mutluluklar, ertelenmiş yüzleşmeler… Ama insan ne kadar ertelerse ertelesin, gerçek er ya da geç kapıyı çalar.

Ben travmayı yalnızca bir yıkım hâli olarak değil, aynı zamanda dönüşümün eşiği olarak görüyorum. Çünkü insan çoğu zaman karanlığın içinden geçmeden kendi özünü göremez. Jung’un bu konudaki sözü çok belirleyici: “Işık, karanlığı reddederek değil; karanlığın farkına varılarak yaratılır.” Romanın karakterleri de tam bu sınırda duruyor: karanlıktan kaçmanın mümkün olmadığı o eşiğin üzerinde.

Bu kırılma anları benim için sadece dramatik bir unsur değil; insan ruhunun en çıplak ve en dürüst olduğu zamanlar. Kişinin kendine anlattığı hikâyelerin çözüldüğü, iç sesinin susmadığı, kabuğun kırıldığı anlar… O anlarda kişi istemese de kendi gerçeğiyle yüzleşiyor. Uyanış da tam burada başlıyor: kişinin kendi hikâyesini ilk kez sahici biçimde duymasında.


İlk romanınız yayımlandı. Bu süreç size ne hissettirdi? Devamı gelecek mi?

İlk romanın ardından yazma isteğimin azalacağını sanmıştım; tam tersi oldu. Beklenen zaten baştan üçleme olarak tasarlanmıştı; ilk kitap çıktı, diğerleri üzerinde çalışıyorum. Ayrıca kurgusu hazır birkaç roman vardı; bir yenisi daha eklendi. Akademik çalışmalarım da yazı disiplinimi güçlendirdi.

Bu roman bana “Oldu.” duygusundan çok, “Asıl şimdi başlıyoruz.” duygusunu verdi. Bir anlamda kendi uyanışımı da yazarken yaşadım.



BEKLENEN

Mustafa Küçük

Ceres Yayınları, 2025

Tür: Roman

392 s.

1 Yorum


arzucebeilaslan1971
bir gün önce

Beklenen romanını okuduğum için söyleşi kafamda daha da iyi oturmasını sağladı, teşekkür ediyorum. Heyecanla yeni romanlarınızı bekliyorum, sevgi ve selamlarımla

Beğen
bottom of page