Kendinden gitmek ve kendine varmak arasında: Arayış baki
- Litera

- 7 saat önce
- 4 dakikada okunur
Özlem Akkel, Didem Ünal Demir’in Bu Cenazeyi Bana Lütfeder Misiniz? romanı üzerine yazdı: "'Bu hayat çok yordu beni! Her şeyi bırakıp sakin bir Ege kasabasına yerleşmek istiyorum! -ama ben bunu geçen ay yapmıştım zaten,' diye başlıyor roman ve diyor ki, kendinden ve olası hayatından kaçmak mekân değiştirmekle mümkün olmuyor."

İnsan kırklarına doğru kabuk değiştiriyor. Yenilenmek ihtiyacı, şimdiye kadar taşıdığı tüm hayatı geride bırakmayı gerektirebiliyor çoğu zaman. Kolay mı? Değil. Sancılı mı? Çok. Kırklar bahane belki de. Zaman, insanın içini kalabalıklarla doldururken ölümüne doğru yaklaştığının idraki yeniden anlam bulmak ve canlı hissetmenin kapılarını aralıyor. Bu canlılık her nereden geçiyorsa bu yolculukta her yol mübah.
Esin’in öyküsü de sanırım bu arayışlarla başlıyor. Didem Ünal Demir’in “Bu Cenazeyi Bana Lütfeder Misiniz?” romanındaki ana karakterden bahsediyorum. İstanbul’da kalabalıklardan, geçim zorluğundan, iletişim probleminden ve şehir hayatının getirdiği birçok riskten bunalıp köye yerleşme kararı alan Esin’in hikâyesini okuyoruz. Eşinden boşanıp, ailesiyle uzaklaşma ihtiyacı duyup İstanbul’dan Fethiye’nin bir köyü olan Sikkeli’ye göç ediyor. Reklam ajansındaki işini online olarak da yürütebilecek olmak büyük avantaj. Yenilenmek, kendini yeniden keşfetmek yolculuğunda bu köyde de komşuların iç içe geçmişliği, dedikodular ve cinayet şüphesi olan bir cenazenin ortasına düşüyor. Duydukları, okudukları, yaşadıklarını birleştirip olayı çözmeye çalışırken görüyoruz ki kendinden ve olası hayatından kaçmak mekân değiştirmekle mümkün olmuyor. Kaçtığı hayatın farklı bir versiyonunu farklı bağlar ve deneyimlerle yeniden keşfediyor.
Esin’in, İstanbul’da yaşadığı deneyimler -boşanma, aldatılma, maddi zorluklar, mesafeli ilişkiler, kalabalık, deprem riski…- yoğun bir kaçma, arama, bulma yolculuğuna çıkarıyor onu. Birçoğumuz için tanıdık bir yolculuk: Kendini yeniden bulmak. Önce Esin İstanbullu iken sonra Esin Alkan ve en son 25 numara Esin. Kendilik arayışının kırılma noktalarından birinde İstanbul’dan Fethiye’nin bir köyüne göç ediyor. Aslında mekânlar sadece ayağımızı bastığımız zeminin ismini koymak için var bana göre. İnsan her seferinde kendi içinden başka içler inşa edip oraya taşınıveriyor muhakkak. Dolayısıyla hiçbir zaman tam da umduğunu bulamayabiliyor. Çünkü kurduğumuz her iç, her yeni hayat bir ötekinin sesini içeriyor. Yani şimdi uzaklaşmak istediğimiz seslerden bir gün uzaklaşmak isteyeceğimiz yeni seslere yolculuk gibi. Romana başlarken şöyle bir cümle kuruyor Esin: “Bu hayat çok yordu beni! Her şeyi bırakıp sakin bir Ege kasabasına yerleşmek istiyorum! -ama ben bunu geçen ay yapmıştım zaten.” Sanırım bugün burada konuşacaklarımızın bir özeti sayılabilir bu cümle.
Kendinden gitmek. Kalabalıklardan kaçıp yalnızlığına sığınırken varoluşsal meselelerinden kaçamamak. Heidegger kalabalıkları herkesin dünyası olarak tanımlar. Kalabalıktan kaçmak da herkesin dünyasından kendi dünyana bir dönüş isteği gibidir. Fakat kendinle kalmanın verdiği bu yoğun yalnızlığın olduğu yerde insan, ölümlülüğü ile de yüzleşmek durumunda kalır. Ve bir defa bu varoluşsal meselemizle yüzleştiğimizde başka bir yere de kaçış yoktur. Esin’in şehirden köye taşınması da bireysel bir özgürleşme gibi görünürken aslında herkesin dünyasından bir diğerine geçişinin tekrarlanmasının güzel bir örneği. Yani ne kadar çabalasak da ötekinden uzağa düşemeyiz. Öteki, dışımızda olduğu kadar içimizdedir de. Ondan kaçış yoktur. Kalabalıkların belirlediği anlamlardan, değerlerden, davranış biçimlerinden kaçmak ancak başka kalabalıkların içine düşene kadar mümkün oluyor. İstanbul’daki kalıpları bırakıp Sikkeli’dekilere düşene kadar hissettiği özgürlük hissi ile kalabilir ancak Esin. Kendisini özgürleştireceğini sandığı yeni mekânında, başkalarının bakışlarının belirlediği bir kimliğe indirgeniyor. Hepimiz gibi. Bu durum varoluşsal bir paradokstur. Kalabalıklardan, yargılardan, başkalarının gözünde nesneleşmekten hangimiz kaçabildik ki?
Esin, kendi hikâyesinden ve kendi kalabalığından kaçarken Fethiye’nin dağ başında bir köyü olan Sikkeli’deki meselelerin içine düşüyor. Yaşananları anlatanlar, anılar, bilinmezlikler köyün muhtarının şüpheli ölümüyle yaşamının büyük bir bölümünü kapsıyor bir anda. Sanki böylelikle kendinden kaçmanın bir yolunu bulmuş gibi. Terapisti Ayhan’la görüşürken de kendine varış ve kendinden kaçış arasında bir ikilemde salınıyor. Terapisti ile özdeşleştiğini sezinliyorum okurken. Sanki İstanbul’un terapisti Ayhan’ken Sikkeli’ninki kendisi oluveriyor. Bu da kendine yeni kimlikler arama yolculuğunun doğal bir yansıması gibi görünse de aynı zamanda kendinde eksikliğini hissettiği becerilerin bir hatırlatması gibi de duruyor. Annesine, komşusuna, eşine yapamadıklarını tanımadığı bir köyde yabancı bir kalabalığa yapabilmek, beceri dünyasında bir geçişi mümkün kılıyor sanki. En çok da komşularından Gönül Hanım’ı dinler ve anlamaya çalışırken ve hatta onu teselli ederken karşılaşıyorum bu çabayla. İlişkilerde sınırların yıkıldığı bir şehirden göç ederken çok daha iç içe geçmiş bir ahalinin meselelerine düşüveriyor. Dilini anladığımız sohbetler arıyoruz her birimiz. Bunun için insanlar, evler, mekânlar değiştirebiliyoruz. Esin de Gönül Hanım’la konuşurken aynı dili anlıyormuş izlenimi verse de bir süre sonra uzak mesafelere düştüğünü görüyoruz. En yakın hissettiğimize yabancılaşabiliyoruz. Gönül Hanım’la konuşurken almancasını anlıyormuş gibi yapmayı bırakana kadar belki de evini bulduğunu sanıyordu. Kendisine lise yıllarından tanıdık gelen bir dili duymak yabancılık hissini süpürse de bir süre sonra süpürgesinin ortalıktaki tozları kaldıracak yeterlilikte olmadığı ile yüzleşiveriyor insan. Karşısındakini anlamaya çalışırken anlaşıl(a)madığıyla de yüzleşiyor. Kendisini terapistine anlatırken de öyle hissediyor olmalıydı. Yakınlık ve mesafenin ikileminde gidip gelmek böyle olmalıydı.
Köyün muhtarının cenazesinin kaldırılması ile birlikte ortaya çıkan bağlantılar her şeyin bir define arama macerasıyla başladığını anlatıyor bize. Yazarın romanda anlattığı hazine benim zihnimde başka haller alıyor. Bu kadar kıymetli, bu denli canlara mal olan bir şey hepimizin aradığı değerde olmalı diye düşünüyorum. İnsan hep kendi hazinesini aramaya koyulmuyor mu? Dünden bugüne taşıdıklarımızı usulca bir kenara bırakıp bu dünyadaki anlamımızı yeniden keşfetmeye koyulmuyor muyuz? Tabii ki geçmişten bugüne taşıdıklarımız kim olduğumuza dair çok şey söylüyor fakat artık kendimiz hakkında yeni şeyler duyma arzusu da çok ağır basabiliyor böyle zamanlarda. Bu anımıza kadar duyduğumuz sesler, annemizin, sevgilimizin, en yakınımızdaki arkadaşımızın sesleri yabancılaşabiliyor bu değişimle. İçimizde yükselip duran şarkıların izini sürmeye girişebiliyoruz. Nereden gelip nereye gittiğimizi unutarak yüzyıllar önce saklanmış o definelerin peşine düşüyoruz. Nihayetinde aradığımız tüm değerli madenin hep tam da burnumuzun dibinde olduğunu keşfediyoruz. Tüm hazinemiz içimizde saklı olanların dışa yansıması değil mi? İçten dışa doğru yolculukta ortaya çıkıp ışıldıyorlar. Bu yüzden paha biçilmez belki de. Başkasına değil bize özel olduğu için. Onca kaçıştan sonra Esin’in kalabalıklarla birlikte bulduğu şey de yeniden kendine dair becerilerini keşfetmesi olabilir. Sikkeli’de yaşananları bir bir aydınlatırken sanki kendi yeteneğinden doğan hazinesini de görünür kılıyor.
Kendi geçmişinden kaçıp başkalarının geçmişinde şifa bulmak da kendini aramaya dair çok şey söyler. Hepimiz böyle bir yerden katılmıyor muyuz başkalarının hayatlarına? Bir ötekinin yasını tutar, onların davalarını sorgularken kendi deneyimlerimize gönül rahatlığıyla dışarıdan bakma imkânı da buluruz. Yaşamaktan kaçıp ölümle hemhal olarak canlılığımızı keşfederiz. Romanın sonlarına doğru “Tüm bunları araştırırken kendimden mi kaçıyordum yoksa gerçek Esin’i mi arıyordum?” diye içinden geçiriyor. Aklımdan geçen o ki insan kendinden de ancak birkaç kilometre ya da birkaç yıl uzağa düşebiliyor. Öyle ya da böyle kendimizle bir yerlerde karşılaşıyoruz. Çünkü dünya küçük. Zaman sınırlı. Varoluşsal olarak ölümlülüğümüzle yüzleştiğimiz yerde kendimizi arayışın ve bulmaların, yeniden inşa etmelerin anlamı da değişiyor. İçten içe bulacağımızdan emin olduğumuz o hazinelerin de. Mal mülk, defineler, kalabalıklar, kaçışlar, yeniden buluşlar hep bir bahane. İnsan dört bir yanı mezarlarla çevrili küçük mekânında bir anlam inşa etmek istiyor kendine. Kimsenin bulmadığı, yalnız ona ait olan…
BU CENAZEYİ BANA LÜTFEDER MİSİNİZ?
Didem Ünal Demir
Everest Yayınları, 2025
Tür: Roman
224 s.












































Yorumlar