top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Hem okuyun hem dinleyin çünkü Burası Radyo Şarampol

Şule Tüzül, Şükran Yiğit'in Attilâ İlhan Roman Ödülü'nü alan romanı Burası Radyo Şarampol üzerine yazdı: “Burası Radyo Şarampol’ün okurken hiç bilmediğim bir portakal ağacı ile dost oldum, kim bilir kaç kere koşup sarılmak istedim o portakala ağacına, hiç tanımadığım insanlardan dost edindim, Filiz’le birlikte onlardan ayrıldığımda içimden benim de bir şeyler koptu, belki Filiz ağlamadı ben onun yerine de ağladım.


“Hayat siz başka planlar yaparken başınıza gelen şeydir.”

John Lennon


Çok klişe bir cümleyle başlayacağım: Burası Radyo Şarampol’un kapağını açıp okumaya başladığınız anda başka bir dünyaya geçiyorsunuz. Evet, kesinlikle dünya değiştiriyorsunuz. İçinde insana dair acı tatlı her şey olmasına rağmen huzurlu ve büyülü bir dünya bu. Ama aslında bir yandan da çok iyi bildiğimiz bir dünya. Çocukluğumuz. 14 yaşımız. Sonra gençliğimiz. Sonra bu günlerimiz. 1960-70’lerde Türkiye’de doğup büyüyen herkesin çok tanıdık anıları ile örülmüş bir romanın içinde ilerliyorsunuz.


“Umut ediyorduk, dünyanın sihirli bir yer olduğuna inanıyorduk, çünkü bunca kötülüğün, çaresizliğin, el konulan şiir pusulalarının ve yere düşen saç tokalarının arasında da bir aşkın yaşayabildiği, çünkü içinde ‘Bu mektubu bulan bana bir mektup yazsın,’ diyen bir pusulayla denizleri aşıp, oturduğumuz sahile vuran şişelerin bulunabildiği bir dünyada yaşıyorduk.”

Nasıl bir romanın içinde olduğumuzu en iyi özetleyen paragraflardan biri bu sanırım. Evet, kitapların ve şarkıların hayat memat meselesi olduğu, kitap kahramanlarıyla, balıklarla, ağaçlarla dertleşen çocukların ağaçları mektuplarla ve sözcüklerle suladığı, sokaklara şiir pusulalarının bırakıldığı, yere düşen saç tokalarına hayatın bin bir anlamının yüklendiği, Antalya’nın sahillerinde yakalanamayan balıklara asla unutulmayacaklarına dair sözler verilen bir dünya bu roman.



Kitabın ana kahramanı ve anlatıcısı Filiz sanki bir kurgu kahraman değilmiş gibi ete kemiğe bürünüyor, yanınıza oturuveriyor. Kitabın en sağlam kahramanlarından, gerçek bir kahraman Mine Abla sizin de Mine Ablanız oluveriyor, hep yaptığı gibi gidip hemen ama hemen bir çay koyuveriyor. O çayın tadına da doyum olmuyor. Filiz anlatıyor, siz dinlerken yaşanan her şeyin bir parçası oluveriyorsunuz. Ali size de bakıyor hüzünle, içiniz aynı Filiz gibi kabarıyor o bakışlar karşısında. Ali’nin şakağınızın kenarından saçlarınızı öpüşünü kendi saçlarınızda hissediyorsunuz. Tıpkı Filiz gibi, Arkadyus’a değil bir geçmişe aşık oluyorsunuz, Filiz ne zaman Arkadyus’un plakçı dükkanında onunla müzik dinliyorsa siz de yanlarında oluyorsunuz. Onların içini dolduran duygular, sizin de içinizi dolduruyor. Filiz’in Chris’le yaptığı bütün yolculuklara siz de katılıyorsunuz ve Chris’in yanından siz de hiç ayrılmak istemiyorsunuz.


“Hayatımız bölünmüştü bizim, hangi şehirde, hangi hayatta yaşarsak yaşayalım içimizde hep, sadece kendimizin girip dolaşabileceği, herkese yabancı bir şehir taşıyacaktık. Ne zaman ki o şehrin pusulasını birisine vermek çok isteyecektik, işte o zaman ona aşk diyecektik.”


Eski bir binada Filiz’in yerine siz dolduruyorsunuz kasete şehrin seslerini. Ve bütün o sesleri dinlerken Antalya’nın Şarampol mahallesine hiç gitmemiş bile olsanız beyninizin içinde sizin bir parçanız oluveriyor koca bir mahalle. Tıpkı Filiz’le birlikte Berlin’in doğusu ve batısı arasında gidip gelirken, Kreuzberg’in sokaklarında gezinirken hiç gitmediğiniz bir şehrin kokusunu, müziğini, karmaşasını da içinizde hissedeceğiniz gibi…


1970’lerin Türkiye’sinde okula gidip de aşağıdaki şu satırları yaşamamış olan var mı?

“Uzattığımız avuçlarımızla, birleştirdiğimiz parmak uçlarımızla içimizde bir daha asla kapanmayacak üzere açılan yaralardan habersizdik. Çalan teneffüs zili ile birlikte ellerimizin sızısı yavaş yavaş kaybolurken, biz her gün, tekrar tekrar, yenilmeyi öğretilen ruhlarımızı birbirimizden saklamaya, bize kaybedeceğimizi şimdiden söyledikleri bir hayata alışmaya çalışıyorduk.”


Bir Genç Kız Yetişiyor’un Francie’si, Gorki’nin Ana’sındaki Pavel, Andrey ve Nataşa, Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri sokaklara dağılıp nasıl ki bir ömür boyu Filiz’in yanından ayrılmıyorsa, Burası Radyo Şarampol’un daha ilk sayfalarında Filiz’in ve Filiz’in hayatına giren insanların yanınızdan ayrılmayacağını biliyorsunuz. Tam da bunu hissederken şu satırlarla karşılaşıyorsunuz:

“Kim kimden kopya çekiyordu? Hayat mı kitaptan, kitap mı hayattan?”

“Çünkü artık hikâyelerin zamanı durdurabilen gücünü fark ediyordum. Pavel ve annesinin niye hâlâ o portakal bahçesinde yaşadıklarının nedenini fark ediyordum. Zamanı, hikâyeyi beyaz bir ışık olarak o prizmadan geçirince hayatın renklerine ayrıldığını fark edip, zamanı ve hikâyeyi hep yanımda taşımayı öğreniyordum.”


Zaten roman boyunca Şükran Yiğit hep tam da yerinde karşılaşacağımız cümleler sunuyor okuruna. Zaten bütün hikâyeler sırf o büyülü cümleler yazılsın diye yaşanmış sanki. Bu yazıya sığdırabilsem kitapta geçen minik minik bütün hikâyelere dair bir şeyler söylemek istiyorum, dilimin ucunda, söyleyemiyorum, kitabı henüz okumayanlar o bölümleri okurken benim yaşadığım duyguları eksik yaşamasınlar diye. Ama en azından şunu söylemeliyim: Hani dedim ya Burası Radyo Şarampol’ün okurken başka bir dünyaya giriyorsunuz diye, işte o dünyada hiç bilmediğim bir portakal ağacı ile dost oldum, kim bilir kaç kere koşup sarılmak istedim o portakala ağacına, hiç tanımadığım insanlardan dost edindim, Filiz’le birlikte onlardan ayrıldığımda içimden benim de bir şeyler koptu, belki Filiz ağlamadı ben onun yerine de ağladım.


Filiz’in dinlediği şarkıları dinlerken onun anılarını kendi anılarım gibi sahiplendim. Şarkısız geçtiğiniz bir sayfa yok bu kitapta. Burası Radyo Şarampol’ü sadece okumuyorsunuz, dinliyorsunuz, hatta bazen dans ediyorsunuz. Bu romanın en özel yanı şarkıları. İçinden şarkılar geçen bir roman bu. Leonard Cohen, Beatles, David Bowie, The Cure, Morrissey ve daha niceleri eşlik ediyor satırlara. Meraklısı için Spotify’da bir Radyo Şarampol çalma listesi var.* Ben kitabı okurken sürekli bu listeyi dinledim ve halen dinlemeye devam ediyorum. Ayrıca bir sözlüğü var bu kitabın, Şükran Yiğit romanda geçen birçok olay ve kavram için çok hoş bir sözlük hazırlamış.**


“Çünkü dünya ifade edilebilenlerden çok ifade edilemeyenlerden ibaret bir yer olarak görünüyordu gözüme.”

İşte o ifade edilemeyenlerle dolu Burası Radyo Şarampol … Bizim de ifade edemediklerimizle karşılaşıyoruz sayfalarda.

“Bazı gerçekler ne kadar gerçek olurlarsa olsunlar nüfuz edemiyorlardı hayata.”


Ve Burası Radyo Şarampol’un satırlarında adım adım ilerlerken her şey nüfus ediveriyor hayata…


Kitap boyunca her cümleye nasıl bu kadar yakın hissedebildiğimi soruyorum kendime. Bu sorunun cevapları cümle cümle karşıma çıkıyor. Filiz hayatı boyunca en çok Mine Abla’yı anlıyor. Çünkü diyor ki “ikimiz de hâlâ hayatımızı bildiklerimizin değil, bilemediklerimizin yönettiği bir dünyada yolumuzu bulmaya çalışıyor, daha doğrusu buna inanıyorduk.” Belki bu yüzden Radyo Şarampol’ün seveni çok, aynı dünyada yolunu bulmaya çalışan insanlar topluluğuyuz belki biz hepimiz… Belki bu nedenle Burası Radyo Şarampol ruh akrabalarımızı bulduğumuz bir coğrafyaya dönüşüyor. Belki hepimiz için “Hayat başımıza gelen bir şey değildi, biz onun peşinden gidiyorduk.” Hepimizde benzer vazgeçişler olmalıydı, güzelliğini bozmadan içimizde taşıdığımız, ki bu nedenle edebiyatın şefkatli kollarında kendimizi sağaltmayı seçen okurlar olarak bu kitapta buluşuyorduk…


En umutsuz, çaresiz, çıkışsız zamanlarda bir mucize bekleriz, mucizelerin olmayacağından adımız gibi eminizdir ama işte içimizde bir yer, olacağına inanmak ister. Burası Radyo Şarampol, bize o mucizenin olabilirliğini vadediyor. Mine Abla böyle bir duyguyla kavuşma ihtimalinin olmadığı bir sevgiliyi bekliyor ve diyor ki “Çünkü Cengiz Abi’n içtiğim şu çay gibi yudum yudum içimi ısıtıyor.” Bu romanda öyle çok çay yapılıyor ki, sevinirken, üzülürken, en umutsuz zamanlarda ya da işte o mucizelerin arifesinde. Filiz ve Mine Abla ne zaman çay demlese, satırların arasında o çayın tadı ve kokusu duyuluyor. Şükran Yiğit’in cümleleri, romanın onlarca minik hikâyesi yudum yudum içimizi ısıtıyor…


Şarkılarıyla, hikâyeleriyle, masal kahramanına dönüşen kahramanlarıyla Burası Radyo Şarampol bize diyor ki memleket sevdiğimiz insanlardır.

Burası Radyo Şarampol, hepimizin başından geçmiş, son derece sıradan sandığımız acı tatlı anıları gömüldükleri geçmişten çıkarıp onların ne kadar olağanüstü olduğunu anlatıyor.


Bazı kitaplar birbirine hiç benzemese de yakın duygular uyandırabilirler. Burası Radyo Şarampol de bana Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını hatırlattı sık sık. Kitabın efsane kahramanı Holden bir yerde şöyle der: “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.”

Burası Radyo Şarampol, bitmesini hiç istemediğiniz, bitirdiğinizde yazarını aramak isteyeceğiniz bir kitap.


BURASI RADYO ŞARAMPOL

Şükran Yiğit

İletişim, 2020

291 s.

bottom of page