Yanıkları tedavi eden yüzler
- Litera

- 27 Eki
- 3 dakikada okunur
Ahu Uzun, Ezgi Tanergeç'in yeni romanı, Tuzlu Yüz üzerine yazdı: "Yazarın insanları anlamlandırmanın tarafındaki tutumu, belirgin şekilde ikincil cinsiyet bağlamına gönderme yapıyor. Çünkü tuz yanıklarını tedavi etmenin yolu, yalnızca bedensel yaraları değil; zihindeki zehirli sesleri susturmayı da gerektirir."

İnsan doğduğu yerin uzantısıdır. Toprağı kaderini, emeği şansını, insanları yalnızlığını biçimlendirir. Özellikle Anadolu'da geleceği şekillendiren etkenlerin yalnızca küçük bir kısmı, insanın yeteneği ile ilgilidir. Hayatın size vaat ettikleri köklerinizde ise adımınız gözünüzün kestirebileceği kadar ufuk çizgisine bakar. Yaşamı idame ettirmenin zorluğu bazı iklimlerde eksiler kapatılarak düzeltilemez. Çok katlı binalarda sınıflar üstü bir zevkle yaşayanların anlam veremeyeceği ruhlardan bazılarının, kıyıda köşede elleri nasır tutar. Onları ne ağız özelliklerinden ne ayakkabılarını kullanma biçimlerinden ne de üstündeki yamalı elbiselerinden tanıyabiliriz. Tuzlu Yüz bu yanlışı fark edip aklımızı bir süreliğine ruhun derinliklerinde oyalamaya davet eder. Ve biz “Kim bilir, şu an dünyanın borçlu olduğu anlamlı ruhlar nerededir?” diye sormadan edemeyiz.
Bu hikâyede Meryem, o anlamlı ruhlardan biridir. Bilmediği çoğu şeyi, kendisine yutturulan evin eşiğinde öğrenmeye meyillidir. Koruması gereken bir çocuğu vardır; ancak eşi, tıpkı pek çok sınıfsal katmanda olduğu gibi, onu yeterince önemsemez. Hatta sürekli yeni sıkıntılar çıkaracağı bahanesiyle görmezden gelir. Topuklu ayakkabı giymenin, tozlu bir yemeni giymekten pek de farkı olmayan bu ülkede, değişmeyen bir şey daha vardır: Egosu yara almış erkekler. Meryem'in, dünyanın yaratılışından beri sitem ettiği bu ruh; ilk görüşte vurulduğu ama birlikte yaşarken görmeye tahammül edemediği Haydar'ı. Haydar'ın uydum aklı, incinmiş gururu, çocukluk travmaları, kurtulamadığı sesleri vardır. Bu sesler, her erkekte farklı oranlarda bulunan şu özelliklere bölünür: Güçlü görünme isteği, cesaretsizce geri adımlayıcı sinikliği, her halükârda kendine hak yontan hormonu, masumane çocuk dürtüselliği… En korktuğu şey ise özgürlüktür. Sartre’ın sorduğu gibi: “Neden özgürlük bize korku verir?"
İstediğimiz şeyi yapabiliyor olmak, kendimize dönük bir dumanla yürümeyi gerektirir. Haydar için bu, kendi hayatını sürdürebilmek adına başkasının yaşamını sürdürülemez kılmak demektir. Özgürlük, Haydar için bir kapının ardında duran hem merak uyandıran hem de korkutan bir boşluk gibidir. O boşluğun içinde neyle karşılaşacağını bilmediği için adım atmaya cesaret edemez. Özgür olmak, kendi seçimlerinin sorumluluğunu taşımak, artık başkasını suçlayamamak demektir. Haydar, başkasının kararlarının gölgesinde yaşamayı, kendi kararlarının ağırlığını sırtında taşımaya yeğler. Çünkü gölgede kaldığında yenilgilerinin hesabını vermek zorunda değildir; hatalarının bedelini başka birine yükleyebilir. Sartre’ın sözünü ettiği o korku, Haydar’ın damarlarında ağır ağır dolaşır, her fırsatta onu eylemden geri çeker. Özgürlük onun gözünde, insanın kendi elleriyle kendini ateşe atması, kendi yargıcına dönüşmesidir. Haydar, özgür olduğunda karşısına dikilecek o yargıcın, kendisini kuşatan seslerin, kendinden daha acımasız olacağını bilir. Bu yüzden zincirleri elleriyle sıkılaştırır, ama her fırsatta kırılacakmış gibi sallandırır.
Onun bu seçimi -zira suç olması için toplumun onayı gerekir, sayılmaması için de- sıradan bir köyde gerçekleştiğinde, ilk bakışta size inandırıcı gelmeyebilir. Üç karış toprağı kazarak öğününü çıkarmak isteyen birinin sebepleri, yoldan geçerken bir kadını öldüreninkinden daha mı haklıdır? Hepimizin, gece yatmadan önce yarın halledilmesi gereken işleri, “Keşke şunu söyleseydim!” dediği cevapları, en çok utandığı ya da korktuğu anına geri döndüğü, adrenalin yuttuğu saatleri vardır. Bir şirket ya da fabrika sahibinin, daha çok para kazanmak isterken aslında hep kendini daha az düşündüğüne ikna ettiği çıkarımları olacaktır. Her canlının terazisi, kendi ağırlığını daha hafif göstermek üzerine ayarlanmıştır.
Yazar bu hakikati Tuzlukarnı köyünün sokaklarında dolaşarak gerçekçi bir gözlem gücüyle bize yansıtıyor. Yazarın insanları anlamlandırmanın tarafındaki tutumu, belirgin şekilde ikincil cinsiyet bağlamına gönderme yapıyor. Bu serzenişle baş etmenin iyi tarafı, bütün okurun kimliğini tarihin uydurduğu noktaya geri bırakabilmesidir. Çünkü tuz yanıklarını tedavi etmenin yolu, yalnızca bedensel yaraları değil; zihindeki zehirli sesleri susturmayı da gerektirir. Tuz yanıkları, yalnızca deriyi kavurmaz; hafızayı da yakar. Yaraya temas eden tuz, önce keskin bir acı verir, sonra o acının içinde gizli bir arınma başlar. Çünkü tuz, dokunduğu yeri hem yakar hem temizler. İnsan ruhundaki yaralar da böyledir; en derin kesikleri iyileştiren şey, çoğu zaman en çok can yakan o dokunuştur. Tuzlukarnı Köyü’nde yaşanan acılar, insanların hafızasında tuz gibi birikir; kiminde kabuk bağlar, kiminde sürekli kanar. Meryem’in sessizliği, Haydar’ın suskun öfkesi, köyün tozlu yollarında yankılanan eski hesaplar… Hepsi, görünmez yanıkların izlerini taşır. Ve o izler, zamanla bedenden silinse bile, zihnin kıvrımlarında tuzun keskin kokusu gibi kalır. Tuz yanığını tedavi etmek, yarayı görmezden gelmek değil; ona bakmaya cesaret etmek, acının içine girmek, yakarken temizlemesine izin vermektir.
Bazen, en derin yanıklar görünmez yüzlerde saklıdır. Yazar, bu hikâyede yalnızca bir köyün ya da iki insanın çatışmasını değil; görünmeyen yaraların nasıl taşındığını, sessizlikle nasıl büyüyüp içten içe nasıl kavurduğunu gösteriyor. O, Anadolu’nun tozlu yollarında dolaşırken, karakterlerinin ellerindeki nasırdan, bakışlarındaki gölgelerden, sustukları kelimelerden bir yaşam haritası çıkarıyor. Meryem’in sessiz direnişiyle Haydar’ın iç karanlığı arasında ördüğü bu anlatı, okura kendi yaralarını yoklama cesareti veriyor. Yazarın bakış açısı, suç ile mazur görülme, güç ile acizlik, özgürlük ile korku arasındaki ince çizgiyi yeniden düşünmemizi sağlıyor. Bu yüzden, yanıkları tedavi eden bu yüzler yalnızca bir hikâye değil; görünmez acıların sessiz tanıklığıdır.
TUZLU YÜZ
Ezgi Tanergeç
İthaki Yayınları, 2025
Tür: Roman
184 s.













































Yorumlar