top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

“Hayatta yenilmemek mümkün değil, ama bozguna uğramamak başka bir şey!”

İlke Kamar, edebiyatımızın 40 yılı aşkın bir süredir yazmaya devam eden, etkili isimlerinden Erendiz Atasü ile söyleşti: "Mekânlar beni etkilediği için öykülerime ve romanlarıma girdiler. Mekânlar, çeşitli insanların orada birikmiş izlerinin somut tanıklarıdır."


Yazmaya 70’lerin ortasında başlayan, çok geçmeden okuyucuyla buluşan bir yazar Erendiz Atasü. O akademisyen kimliğinin yanı sıra 1983’te yayımlanan ilk kitabı Kadınlar da Vardır'dan bu güne nerdeyse durmaksın yazdı, bizlere birçok öykü, roman ve denemeleri ile seslendi. Sosyal yaşam, aile ve evlilik, cinsel kimlik, doğa ve din gibi farklı konuları feminist yaklaşımla ele alan Erendiz Atasü, erkek hegemonyasına karşı çıkarken, cinsiyetçi yapıları ifşa etti. Geçmişten günümüze, farklı coğrafyalarda kadın olmanın zorluğuna dikkat çeken Atasü’ye göre aslonan mücadeleyi bırakmamak.



Edebiyatta 40 yılın üzerinde bir zamandır farklı sınıflardaki insanların yaşamına mercek tutuyorsunuz. Eril tahakkümün var olduğu bir düzende, bedenlerimizin giderek daha fazla devletin ya da mesleki kurumların gözetimine tabi tutulduğu baskıcı bir toplum yapısı içinde yaşıyoruz. Ve adaletten de söz edemeyeceğimiz, otoriter bir dünyaya karşı yazılarınız aracılığıyla bir duruş sergiliyorsunuz. Öykü kitaplarınızın yanı sıra roman ve deneme türünde de çok sayıda eserler verdiniz. Çok başa dönersek, yazma eğiliminiz nasıl ortaya çıktı, tereddüttünüz oldu mu?

İçimdeki yazarı yirmi beş yaşımdan sonra keşfettim. Kardeşsiz çocukluğumda, kitaplarla dolu evimizde, kitaplar benim yoldaşımdı. Böylece farkında olmadan bir edebiyat birikimi edinmiştim; bir de insanlara dikkat etmesini ve onlar üstüne düşünmeyi gene fark etmeden huy ettiğimi görüyorum, geriye bakınca. Tabii gerek annemde gerek babamda tam anlamıyla sahip çıkmadıkları, ya da çıkamadıkları bir edebiyat yeteneği vardı; bunu da hesaba katmalıyız. Bendeki birikimin taşması için, yabancı bir ülkede yalnız kalmam gerekmişti. İngiltere’deydim, 1972-73 ders yılında, Londra üniversitesinde burslu konuk araştırma görevlisi idim. O sırada yazmaya başladım; sıla hasreti deyin isterseniz, ya da kültür şoku.



“Yenilsen de ayağa kalk”

Yazmaya öykü türüyle başladınız. İlk öykünüz "Balkon Saati", 1981 yılında yayımlanıyor. Ağırlıklı olarak kadın sorunlarını merkeze alan öyküler karşımıza çıksa da bakış açınızın genişlediğini görüyoruz. Siz de buna katılır mısınız?

Doğrudur, kendimi keşfederken, kadınlık durumunu da keşfediyordum, ya da kadınlık durumunu tam olarak kavrarken, kendimi de keşfediyordum. Büyük annelerimi anlamaktan başlamıştım, hayatın ilmeklerini zihnimde çözmeye. Olaylara ve kişilere hep kadınlık konumundan baktım, ama sadece kadınlara bakmadım. Hayat bütünüyle çok geniş ve çok ilginç.



İlk öykü kitabınız Kadınlar da Vardır’dan bu yana kadın erkek ilişkileri, kadının toplumdaki yeri ve kimlik arayışının yanı sıra evliliklerde kadının konumu, ev içi emek sömürüsü ve yabancılaşma öykülerinizde yer alan konular. Karakterlerde kimlik ve özgürlük arayışı toplumsal düzenle çatışma dikkat çeken unsurlar. Bununla birlikte başkaldırı her kişide kendine has bir biçimde karşımıza çıkıyor. Karakterlerin ortaklaştıkları nokta, egemen toplum yapısının baskısına gösterdikleri direnç diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Yenilsen de, Mümtaz Soysal hocanın dediği gibi ‘‘vuruşarak çekil!’’ Hayatta yenilmemek mümkün değil, ama bozgun başka bir şey. Yenilsen de ayağa kalk, bozguna uğrama; galiba benim ile öykü ve romanlarımdaki kadınların ortak yanımız bu.



Genel olarak baktığımızda, öykülerinizde sınıfsallık ve cinsiyet ayrımını sorguluyor ve ikisi arasında çok güçlü bir bağ kuruyorsunuz. Bugün de, ait olduğumuz sınıf ve cinsel kimliğimiz hayatımızı etkiliyor, dönüştürüyor… Ama sanki bugünün öykülerinde neden-sonuç ilişkisi üzerinden giden bir kurgudan çok sonuçlar üzerinden giden bir anlatı var. Buna katılır mısınız ve bunun nedenleri üzerine ne söylemek istersiniz?

İşin doğrusu yazar böyle meseleler üstünde durarak yaratmaz. Bu, sanırım metni çözümleyen edebiyatbilimcilerin işi. Edebiyat yapıtı biçimiyle beraber ve kendiliğinden doğar, yazarın zihninde. Yani gerçek yazarlar, yani yaratma eylemine doğuştan eğilimli olanlar, ya da hayatın ilk yıllarında karakter şekillenmesi sırasında maruz kaldıkları etkilerle yazma eylemine yönelenler, yazamazsa delirecek olanlar böyle çalışmaz. Hayatın olaylarından, zihinlerinde kendiliğinden o olaylarla ilgili imgeler belirecek kadar etkilenenlerde, yapıt özü ve biçimi kaynaşmış halde doğar zihinde. Elbette iş bununla bitmez; zihinde baş gösteren bu tasarı, basılmaya hazır bir metin haline gelinceye kadar; pek çok çalışmak gerekir. Bu kesme biçme, ekleme çıkartma, törpüleme perdahlama işlemleri sırasında bir takım edebiyat kuramlarından yararlanılabilir, ama bu başka bir şeydir. Yazar meramını en iyi anlatabileceği sözcükleri, sözcük gruplarını, metin düzenlemesini, neyin metinde önce ve ne ölçüde, neyin daha sonra ve ne ölçüde sıralanacağını hassas bir şekilde ölçüp biçmek zorundadır. Buradaki yol gösterici, demek istediğini en iyi nasıl aktarabileceğidir.



Öykülerinizde, tarihsel süreçteki kadın imgesinde dönüşüme önem veriyorsunuz. Öyle ki bu sizi mitlere kadar taşıyor. Taş Üstüne Gül Oyması adlı öykü kitabınızda bunu görebiliyoruz. Oysa feminist eleştirmenler, mitlerin genelde eril yapıları yansıttıklarını savlar. Mitsel öğeleri yeniden kurgulamanızda, kadının kimlik arama uğraşını tarihsel bağlamda ele alma amacı mı yatmakta?

Yazarın eseri üstüne hüküm bildirmesi pek yakışık almaz; ama hadi bir ‘’yakışıksızlık’’ yapayım; ne de olsa, kitabın yayımlanmasından bu yana çeyrek yüzyıl geçmiş: Taş Üstüne Gül Oyması belki de benim en nitelikli öykülerimi içeren kitaptır. Oradaki her halde ‘’Eskil Masal’’ öyküsüne bakarak bunu söylüyorsunuz. Aslında bu öykülerde ben yaratıcılığı incelemek istemiştim. Kitaba başlamama yol açan bu istek değildi. Kimi mekânların beni pek çok etkilemesiydi. Nerelerdi bu mekânlar? Mesela, Trabzon’da 1993'de gördüğüm Küçük Ayasofya klise-Müzesi ve müze bahçesindeki tarihi Müslüman mezar taşları. Onların üstündeki o harika motifler! Ve ülke olarak değer bilmezliğimiz! Yapılaşma uğruna kendi mezarlıklarımızı düşman askeri geçmiş gibi talan etmemiz! Bu taşlar, inşaat temellerinden, futbol sahalarından çıkartılmıştı. Ve sadece, o tarihte 100 yaş civarındaydılar. Hani manevi değerler, hani geleneğe saygı; bu lafları ağızlarından düşürmeyen ikiyüzlü muktedirlere sormak istedim! Ve mezar taşlarındaki gül motiflerinin çok benzerine, gene aynı yıllarda, Lefkoşe’de gezdiğim bir müzede sergilenen bir sandığın üstünde rastlamam… Sanatın coğrafyayı aşan gücü… O yıllarda kaybettiğim annemin acısı… Gördüğünüz gibi önce etkilenme geliyor, etkilenme başka duygularla etkileşime giriyor ve öykü taslağı öyle doğuyor. "Eskil Masal" öyküsü ise Mısır yolculuğunun meyvesidir. Çağları aşan mimarinin, piramitlerin etkisi. O öyküye, ‘’mit’’ yaratmak denilebilir mi, bilmiyorum. Bir öykü sınırları içinde mit yaratılamaz; tarihe farklı açıdan bakarak, belki bir masal yaratmak…



Eserlerinizde kadın- mekân ilişkisi çok önemli. Eril tahakkümün, kadına dayattığı mekânları görünür kılıyor ve kadınların mekânla güçlü bağ kurmalarını cinsiyete özgü duyarlılıkla ele alıyorsunuz. Dağın Öteki Yüzü’nde Vicdan ve Nefise’nin doğada buldukları özgürlük buna çok iyi bir örnek. Bugüne geldiğimizde kadın ve mekân arasındaki ilişki fiziksel olarak değişse de değişmeyen çok şey var. Neoliberal düzenin kadına sunduğu "yeni mekânları" nasıl değerlendirirsiniz?

Mekânlar beni etkilediği için öykülerime ve romanlarıma girdiler. Mekânlar, çeşitli insanların orada birikmiş izlerinin somut tanıklarıdır. Mesela tarihi Haydar paşa tren garının aşınmış mermer basamakları, yüzyıllar boyunca, ‘’İstanbul’un taşı toprağı altın’’ efsanesine kapılıp Anadolu’dan büyük kente göç etmiş köylü kitlelerinin ayak izlerini taşır; aynı zamanda buradan Osmanlı İmparatorluğunun doğu ve güney doğu bölümlerine, yani şimdiki birçok Arap ülkesine ölmeye yollanmış katar katar askerin ayak izlerini… Neoliberalizm mekânlara ne mi yapıyor? Bizdeki köktendinci çeşitlemesi Haydarpaşa garına ne yaptıysa onu! Kentlerin tarihle yoğrulmuş yüzlerini silerek, maziyi, kimliği unutturuyor. Dağın Öteki Yüzü romanının kahramanları Vicdan ve Nefise’ye gelince, onlar elbette 1930’ları sakin ve güvenli İngiltere kırsalından etkileniyorlar. Kendi ülkelerinde asla yaşayamayacakları bir deneyim bu onlar için, "kadın başlarına" hiçbir tehlikeye maruz kalmadan doğanın özgürlüğünü tadabilmek!



“Yazarlık yaşantımın iki serüveni. İlki ‘evin (ailenin) koruyucu meleği’ olmaktan kurtulmak. Sanırım bunu başardım. Ama ikincisini, yani bir gövde olarak kendi gerçek deneyimimi anlatabilmeyi başarabildiğimi sanmıyorum. Bu sorunun üstesinden gelebilmiş herhangi bir kadın var mı? Kuşkuluyum. Bu konuda kadının karşısına dikilen engeller hâlâ son derece güçlü, ancak tanımlanabilmeleri zor! Kadın kendi içinde daha pek çok hortlakla savaşmak, birçok önyargıyı yenmek zorunda…” diyor Virginia Woolf . Sizinle, Virginia Woolf arasında çok güçlü bir etkileşim var. Öyle ki öykülerinizde karakterler, Woolf ile özdeşlik kuruyor. Örneğin, "Ağlayan Kadınlar Kolajı İçin Taslak"’ta ya da Dağın Öteki Yüzü’nde… Peki, bugün geriye dönüp baktığınızda –belki kıyaslamak doğru olmasa da- bu topraklardaki kadınların içindeki hortlaklar daha güçlü mü? Nasıl değerlendirirsiniz?

Woolf’ta beni etkileyen iç konuşmalardır. Karakterlerin zihninde bir iç monolog, hatta diyalog sürer. Her halde Woolf’un zihni böyle işliyordu; galiba benimki de öyle işliyor. ‘’Kadınların içindeki hortlaklar’’ deyişiyle, ayıp-günah- yasak üçlüsünün hâkimiyetini kastediyorsanız, elbette bu coğrafyada çok daha baskın ve kadınları tutuklama gücü de çok daha şiddetli! Namus cinayetlerinin ülkesindeyiz!



Kitaba da ismini veren "İncir Ağacının Ölümü" öykünüzde Nuran ve Fikret çiftinin yazlık evlerinin bahçesine diktikleri küçük incir ağacının yarattığı çatışmayla toplumsal koşulların bireyin yazgısıyla kesiştiği noktaları küçük bir incir ağacı üzerinden hicvediyorsunuz… Öykünüzün keyifle okunması bir yana bir yandan da bugünün meseleleri için giderek daha manidar olduğunu düşünüyorum. Sanki her geçen gün toplumdaki yersiz tehdit algısı yaygınlaşıyor.

Haklısınız, bir toplumsal hiciv o öykü. ‘’İyi yurttaş, iyi insan’’ görünümü arz eden ve kendilerini de öyle değerlendiren kimi kişilerin, içselleştirdikleri kötülüğe dair mizahi bir öykü. ‘’Haset’’ ile öylesine özdeşleşmiştir ki kimi insanlar, varlıklarındaki bu özelliği teşhis edemezler. Bir yazlık sitede birbirlerinin bahçesindeki bitkileri kıskandıkları için komşu bahçedeki bitkinin köküne zehirli madde döken komşuların acıklı gülünç halleri.



“Duygudaşlık olmadan edebi metin doğmaz”

Yine aynı öykü kitabınızda "İnci, Satı, Erhan Ve Durmuş" isimli öykünüzde Erhan’la birlikteliğinin bedelini tek başına ödeyen İnci karakterinin sürüklenmekte olduğu durumdan uzaklaşma isteği, yalnızlığı ve ilişki sırasında bozulan her şeyi onarmada üstlendiği rol karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda Satı karakteri de gündelikçi olarak çalışmak zorunda olmanın yanı sıra kocasından gördüğü şiddet nedeniyle de zorluklarla mücadele ediyor. Satı’nın sevgisizlik ve yaşadığı şiddete karşı belki de hesaplaşması anlatıyı bambaşka bir yere sürüklüyor. İnci’yle Satı’nın yaşadıkları biçilen rollere ne ölçüde boyun eğildiği sorusunu da gündeme getiriyor.

Hayata baktığımızda, gördüğümüz tablo şöyle, kabataslak: Kişiler biçilen rollere görünüşte çoklukla uyuyorlar, ama gene çoklukla göze görünmeyen, ya da görmezden gelinen kaçamaklara başvuruyorlar. Yani hâkim olan tavır, ikiyüzlülük.



Bir söyleşinizde “yazar konuyu ya da karakterleri seçmiyor, onlar yazarı seçiyor, başka bir değişle konu ve kişiler içimizden ve kendiliğinden doğuyor. Şahsi acınız gibi içinizde hissettiğiniz bir toplumsal yara, gene içinizde roman konusuna ve kişilerine dönüşüyor.” Yazarın içinde yaşadığı dünyayla ya da tanıklık ettiği olaylarla duygudaşlık kurabilmesi metni nasıl dönüştürür?

Kanımca bu duygudaşlık olmadan edebi metin zaten doğamaz. Yazdığınız lise kompozisyonu düzeyinde kalır. Duygudaşlık yeteneği de bir kişide ya vardır ya yoktur. Sonradan öğrenilebilecek bir şey değil. Ya doğuştan getireceksiniz bu özelliği, ya hayatın ilk yıllarında kişilik oluşumu sırasındaki tesadüfler kişiye bu yeteneği kazandıracak. Bir karakter meselesi, yani.



Son olarak yazarın hayatıyla eserleri arasındaki kesişme merak edilir. "Bunun ne kadarı sizin kendi yaşantınıza dayanıyor" sorusuyla sıkça karşılarız. Karşılaştığımız metin yazarın birebir öz yaşamı üzerine olsa bile dili, düşüncesi ve hassasiyetler bir başka görme biçimiyle farklı bir gerçeklik yaratır; geçmişe ait olan ne varsa yeniden biçimlenir, yani aslında yazarın kendisi de kurgunun bir parçasına dönüşür diye düşünüyorum. Yazarın hisleri, samimiyeti, yaşadıklarından öte etkileyici olan metnin bütünlüğüdür. Sizce yazarın kendi yaşamı metne dâhil edilirken nasıl tecrübe edilir yazar tarafından?

Doğru, ‘’yazarın kendisi de kurgunun bir parçasına dönüşür’’ durumu güzel ifade ediyor. Öz yaşamsal bir olaydan yola çıksa bile yazar, metnin iç mantığı, iç hareketliliği kendini dayatır ve yaşanmışlığı dönüştürür. Okur doğal olarak merak eder, ne kadarını hayal etmiş, ne kadarını yaşamış, diye, ben de okur konumunda iken merak ederim, doğal bir şey bu, yadırgamıyorum. Ancak nafile bir meraktır; yanıtı yoktur; çünkü yazar yaşanmışlıklardan olduğu kadar, özlem duyulup da yaşanamamışlardan da söz eder; bu sözü de metnin merceğinden geçirir de öyle eder.


bottom of page