“Diğer her şey gibi ölüm de ölümsüzlük de politiktir.”
- Litera

- 1 dakika önce
- 5 dakikada okunur
S.Deniz Öz, Fatih Balkan ile son romanı Lacivert Ülke üzerine söyleşti: "Çok sesli bu kitapta her şey gibi, hayatın da ölümün de ölümsüzlüğün de politik olduğunu bir kez daha derinlemesine hissediyoruz."

Romanda ölümle ölümsüzlükle, cinayet, tanrı olmak, insanlaşmak, insanlıktan çıkmak, aşk, hastalıklı tutku, okuma, yazma, edebiyat, diktatörlük, ülkeyi saran karabasanlar, karabasanların sonundaki ışıkla karşılaşırken, tanrılardan insanlara, atlardan denizlere bol karakterli, çok sesli bu kitapta her şey gibi, hayatın da ölümün de ölümsüzlüğün de politik olduğunu bir kez daha derinlemesine hissediyoruz.
“Ne kadar uzun yaşarsa yaşasın her şeyin, herkesin öldüğü ve bizim bunu bildiğimiz bir dünyada ölümsüzlük isteği hepimizde var.”
Merhaba Fatih Balkan. Altı ana karakterli, çok eskilerden, hatta tarih öncesinden günümüze ilerleyen oldukça ilginç bir romanla karşı karşıyayız. Lacivert Ülke’yi neden yazdınız, size başlangıç itkisini veren, bunu yazmalıyım dedirten şey neydi?
Müsilajın görüldüğü Korona virüs günlerinde Bostancı sahiline inmiştim. Denizi o halde, artık kendisi olmayan, neredeyse ölü bir şekilde görmek, yaşadığım en kötü günlerden birini yaşattı bana. Bu ve buna bağlı olarak deniz tanrısı Poseidon'un kendi ölümünü gördüğü rüya imgesi o zaman aklıma gelmişti. Deniz öldü, tanrısı bile koruyamadı demiştim kendi kendime. Bir paragraf olarak yazmıştım. Hatta ilk romanımın editörü Beril Erbil'e göstermiştim, yeni romanım böyle başlayabilir diye. Biraz değişti ama o paragrafla başlıyor Lacivert Ülke. İlk ve en temel itki budur diyebilirim.
Romanın ana eksenlerinden biri, belki de birincisi ölüm ve ölümsüzlük. Sizin bu konuyu işlemenize neden şey olan nedir?
Ne kadar uzun yaşarsa yaşasın her şeyin, herkesin öldüğü ve bizim bunu bildiğimiz bir dünyada ölümsüzlük isteği hepimizde var. Çelişkili gibi görünse de değil, diyalektik bir bütünlük bu. Yazma, çizme, ne bileyim yeni bir şey keşfetme, çok güzel yemek ya da kütür kütür turşu yapma, bunlarla ileride anılabileceğimizi düşünme, çocuk sahibi olma, sadece genlerimizi değil, kendimizi de o çocukta devam ettirme, öbür dünyada sonsuz hayat vaat eden dinlere, reenkarnasyon sayesinde aslında ölmeyip başka bir şekilde var olacağımıza inanma. Bunlara daha birçok şey eklenebilir. Sonuçta sanırım hepimiz, öleceğini biliyor olmanın travmasını hafifletmeye çalışıyoruz. Ama sadece biz değil, tanrılar da öyle. Savunduklarının, temel iddialarının aksine onlar da ölüyor, yok oluyorlar. İlkel toplulukların tanrıları bugün yoklar, hemen hiçbirini bilmiyoruz bile. Mitolojik zamanların tanrıları da öyle; sadece tarihsel, poetik tanrılar artık onlar. Bir gün bugün var olanlar da öyle olacak. Değişecek, silinecek, unutulmasa da yenileri gelecek belki. Romanımda musilaj da Poseidon'un varlığının, anlamsızlığının son noktası zaten. Yok oluşunun, insanlaşmasının kritik noktası. Öleceğimizi bilmek belki de en temel ıstırabımız. Ben de bununla ilgili hislerimi aktarmak istedim sanırım.
Romanı, ana karakter Sakallının denizle bağı, ölümü hissetmesi, ardından eski hayatını anlaması, pişmanlıkları ve yeni hayatına, yeni amaçlarına ulaşma çabası olarak okuyabilir miyiz?
Eskisinin ölüp yeni Sakallıya dönüşümü, ölümü fark etmesinden sonra geçmişini değerlendirmesi, onu en çok seven kadını yani A’ yı kendisinin de en çok sevdiğini anlamasıyla önce onu sonra da hayatının anlamını arama, bulmaya çalışma yolculuğu. Sakallı ve deniz o kadar aynı ve iç içe ki onları ayırmak zaten mümkün değil. Böyle bir izlek var evet, kitap böyle okunabilir. Ama ben birkaç tane daha izlek olduğunu düşünüyorum. A’nın Sakallıya, Deniz’in Yıldız’a aşkı, Yıldız’ın Çınar’a hastalıklı tutkusu, Sakallının A’ya duyduğu unutulmuş ama şiddetli kaybediş acısını izleyerek aşk, sevgi, tutku, bağlılık, kadın erkek ilişkileriyle okunabilir. Ayrıca hem A’nı babasının hayatında hem de A’da şahit olduğumuz ölümcül derin devlet üzerinden, Sakallının kentleri ve A’nın şehirlerinden bahsederken, o sayfalarda çok acı, zaman zaman umudumuzu korumamızı sağlasa da aslında hâlâ devam eden karanlık günler üzerinden ya da özellikle Sakallıda işlenen sahiplenme, birine, bir yere ait olma üzerinden de okunabilir. Okuma yazma, tarih bilinci üzerine yoğun izlekler var ve tabii ki Lacivert Ülke deniz, denizin üzerimize, dünyaya, hayata etkisi üzerinden de okunabilir.
Peki bir karakter daha var. Kitabın sol sayfalarında, başka bir yazı karakteriyle, iç sesiyle konuşan karakter. O kim, romanda nasıl bir rol oynuyor?
İsterseniz onunla ilgili konuşmayayım. O karakteri okuyucuların keşfedip romandaki işlevini görmelerinin okuma zevki açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Ben onu yazarken kendi kendime hep karanlıktaki adam diye isimlendirdim, sadece bunu söyleyeyim.
Romanın ana ekseni yani Sakallının hikayesi çok uzun bir zaman dilimine yayılsa da lineer bir çizgide devam ediyor. Ama bunun dışında numaralandırılmış her bölüm kendi bölümüne ve romanın kurgusuna bağlı olsa da parçalı, gelgitli, okuyucuyu biraz da zorlayan bir bir okuma sunuyor. Bu benzerlik ilk romanınız olan Anahtarım Cebimde’de de vardı. Bu biçem size özgü diyebilir miyiz?
Bana özgü demek çok doğru olmayabilir ama benim sevdiğim bir okuma, yazma şekli bu. Aslına bakarsanız parçalanmış, bin parçaya bölünmüş hayatlarımızı bölük pörçük yaşayabiliyoruz. Bu küçük parçalar birleşince ancak anlamlı bir bütün oluşabiliyor, o da belki. Bunu kalemime yansıması bu şekilde oluyor sanırım.

Romanınızda birinci, ikinci ve üçüncü tekil şahıs anlatımını bir arada kullanmışsınız. Bir de şiirler var. Bu pek sık görmediğimiz bir dil. Bunu neden tercih ettiniz?
Buna dördüncü olarak tanrısal üçüncü şahsı da ekleyebiliriz sanırım. Tanrıların ve buna bağlı olarak Sakallının dili, aralarında farklılıklar olsa da tabii ki üçüncü tekil şahıs olmalı diye düşündüm. Ama bu dil, Deniz’e, Yıldız’a ve A’ya uymuyordu. Birinci tekil anlatım bu üçünün duygularını en iyi yansıtan dil diye hissettim. Çınar ise karakter olarak romandaki herkesten farklı, birçok olumsuz, kötü özelliği barındırıyor. Sanırım bu nedenle süperegonun sorgulayıcı, suçlayıcı, sert, biraz da yaralayıcı dilini ona yakıştırdım.
Evet, ikinci tekil şahıs anlatımı okuyan için hem biraz zordur hem de bazı okuyuculara rahatsızlık verir.
Zorluğu bir yana ama, şimdi şimdi düşününce anlıyorum ki Çınar’ın bu şekilde işlenişinin rahatsızlık vermesi biraz da benim isteğimmiş. Çınar içimizdeki gölgeyi gösteriyor. Hepimizin içinde, kimimizin derinlerinde, kimimizin yüzeyinde duran, bazen becerebilip iyi olduğumuz bazen de ona yenik düştüğümüz kötülüğü. Rahatsızlık vermesi sadece ikinci tekil şahıs dilinden değil, bilinçdışımızdaki tekinsizliğin, kötünün etkisi sanırım.
Şiirler de sizin mi?
Evet, onları da ben yazdım. Çoğu tanrıların çağının şiiri. İki üç tane de günümüzün diliyle yazıldı.
Poseidon ve Sakallıdan başka dört ana karakter daha var. Onlar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Deniz iyi, hatta fazla iyi bir karakter. Yıldız’a aşık, denizle ve atlarla bir bütün halinde yaşayıp gidiyor. Çınar ise kötü biri. Sebepleri olsa da kötü. Hayat ona iyi olma, iyileşme fırsatın vermiyor. Deniz’le karşıtlık oluşturuyor. Yıldız ise sorunlu, Çınara hastalıklı bir aşkla tutkun, bundan kurtulmaya, Deniz aracılığı ile iyileşmeye çalışıyor.
Roman nerede geçiyor?
Adı konmuş bir yer yok ama buraları biliyoruz, yaşadığımız yerler hep. Romanın çoğu bölümü deniz kenarındaki yerlerde geçiyor. Birazı daha ortalarda, birazı uzakta, sıcak karasal iklimde, birazı da daha yükseklerde geçiyor.
Lacivert Ülke farklı okumalara olanak veren çok katmanlı bir yapıya sahip ama aslında politik bir roman. Bu konuda neler söylersiniz?
Haklısınız, Lacivert Ülke politik bir roman. Son 45-50 yıldır yaşanan yoğun kötülükler, olumsuzluklar, açılan onulmaz yaralar bizi, bir çoğumuzu derinden etkiledi, etkilemeye devam edecek. Ben de bu dertleri yaşayan, birçoğunu hâlâ benliğimin derinliklerinde taşıyan biri olarak bunların bir şekilde yazılması, dile getirilmesi gerek diye düşündüm. Yazdıklarımın politik olması, yazanın tarihe, insanlara karsı sorumluluğu diye düşünüyorum. Tarihi sadece tarihçiler yazmaz. Romanlar da öyküler de tiyatro da müzik de filmler, resimler, fotoğraflar, şiirler de tarihi kendi dillerince yazar. Ve tarih politiktir.
Kitabınızı kara bir roman olarak değerlendirebilir miyiz?
Hayat ne kadar karaysa o kadar, evet. Akışta olumluya gidiş yok belki ama bir umut ışığı da görünüyor.
Son olarak klasik soruyu da sorayım. Yeni roman, romanlar yolda mı?
Bir romanı yazarken yeni, farklı, yazdığım romanın içeriğine giremeyecek şeyler yaşarım veya aklıma gelir zaten. Şimdi de öyle. Lacivert Ülke’yi yayınevine teslim ettikten sonra, yani o defteri kapattıktan sonra kafamda var olan temel bir düşünce etrafında dönüyor, okuyor, dolanıyorum. Bakalım ne zaman ve nasıl bir şey çıkacak ortaya. Ben de merak ediyorum…













































Yorumlar