top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Ci(e)nnetten Sonra Yirmili Seneler

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 1 dakika önce
  • 6 dakikada okunur

"Ne vadedeceğini kestiremediğim cümleye yakınlaşırken sokaktan şaşalı bir yankıyla virgülde sendeleyip durdu gözbebeğim."


Canan Özdek


Ne vadedeceğini kestiremediğim cümleye yakınlaşırken sokaktan şaşalı bir yankıyla virgülde sendeleyip durdu gözbebeğim. Böyle başladı cümlelerin altını çizme huyum zira bu sendeleyişle başladı cümlelerin zeminsizliği. Böyle başladı o dükkânın mevzusu. Atıllığın görünmez kıldığı bir gözecikti hepi topu o ana kadar o dükkân ve yine hepi topu buyruktan uzlaşıya varılmış hukuk kitabıydı bellemeye çalıştığım. Kepengin geceyi yırta yırta açılmasıyla kimdir bu uğursuz diye masamdan kalkıp pencereye uzanışım arasında çoktan yere düşmüştü konser afişi, konferans daveti. O afişin önünden geçerken ben resminize aşığım hanımefendi size değil diyordum, Metin Erksan Lacan’cı mıydı dersiniz hanımefendi. Bence de… Konferans çağrısının da "biz bize benzemeliyiz" mottosu vardı, o çağrının hemen altında konuşmacının dudakları üstünde ince bir topuğun açtığı pabuç deliği, pabuç yarası, dil yarası değil. O delikten o ağzın anatomisini yapmak işten bile değildi, nanesi türbe yeşili bol sarımsaklı bir terbiyesi var o ağzın, ham bir dili, başka türlü sataşacak sevimli bir alegori bulamamıştım ona.

Sarı ışığın altında gölgesi kendisinden heybetli ve başındaki kasketinden başka betimlemeye nazarı olmayan adamın teki aylardır kapalı olan dükkânın kepengini açıp elden geçirmeye başlayacak bir niyetle dükkâna girmişti. Birkaç bir şeyi dışarıya çıkarmaya başlayınca bende yerime oturup kitabımı okumaya devam ettim. Tek farkla altını çize çize, tek bir satırı bile atlamadan, tek bir noktayı dahi kalınlaştırmayı ihmal etmeden, tek bir virgülde ayağı takılıp sendelemeden… İçimdense bir kahveci daha diye yandım tabi ben, hep kahva, hep kahva, ama bu kahvaler hep acı, gecenin kör saati gibi acı.

Ben altı çizili cümlelerle birbirine teyellerken gece ile yıldızları o kandile yakaran pagan misali mırıltılı bir gürültü ile teker teker söndürene kadar tüm manaları çalışıp durduk. Ben kara kalemimle geçtikçe altından cümlelerin o elindeki ıslak bezle üzerinden geçip kömürünü çözüp tüm manasını bakanın görüsüne çevirip durdu, ben bütünleyip birleştirirken o tahrip edip durdu manayı. Onun bir yapı sökümcü gibi başka türlü oku diye fısıldayan hatta yanlış oku diyen buyruğuna uyan algımda git gide bir masal gibi tınılamaya, eylemeye başlayan kitaptan sanırsın birazdan cinler, periler yargı dağıtacak, acuzeler kem sözlerle yasaları çiğneyecek, kahramanlarına ilgisini yitirmemiş tanrılar bu çağda yani ci(e)nnetten sonra yirmili senelerde baht dönüşü için olmadık büyüler, hileler yapacak hale geldi. Çekiciliği de buradan olsa gerek okudukça okudum, ilgim ve merakım arttığı gibi ihtimamım da arttı, düşmesinler diye kelimeler, havada kalmasınlar diye cümleler bir zemine oturturcasına tüm sözcüklerin hatta boşlukların ki bazı boşluklar öylesine derindi ki, gayya kuyusu gibi, kalemin ucu kayıp dengesini yitirip düşmesinler diye altını çize çize okudum, ta ki ferasetimi, asabiyetimi, illiyetimi kaybetmeye ramak kalmada yani sabaha az kala kepengin kapanma sesi duyulana kadar. Ve ben kalemimi bıraktım, sandalyemden kalkıp perdemi örttüm ve de uyudum, masalsız, rüyasız, bekçisiz uykularımla…


Kaç saat uyudum bilmiyorum ama aynı günün gecesinde büyük bir şevkle tekrar oturduğumda sandalyeme tek satır bile okuyamadım. Harfler oynaşıp durdu, dili kekeç hatta ahraz olup, kelimelerin tüm art ardalığı bir yarık mesafesinden birbirine sadece çığıran seslenişler olarak ünleyip durdular. Sanırsın o ünleyişler, tüm o ulumalar iki kelime arasındaki boşluğa düşüp yok oluyorlardı. Akıl bulanıklığıma iyi gelir diye dolaşmaya çıktığımda kendimi dükkânın içini gözetleyecek bir açıklık, gözümün sığabileceği bir oylum bir yuva ararken buldum. Ne alakası var deyip geri dönecekken yerde duran afiş ve davete ilişti gözlerim. Bir zamanların yasağını deliyormuşçasına korkulu bir heyecanla yerden alıp sağımı solumu iyice kontrol ederek kepengin duldasına sığındım. Davetin deliğinden tuhaf bir koku ilişti o sıra burnuma, tiksinmeye engel olamadan kendimden uzak tutarak hemencecik iliştiriverdim kepenge onu, ağız kokusu gibi kesif, sası, uzun süren bir açlığın nefesi gibi… afişteki kadın ise gecesinden kovulmuş bir yıldız gibi hüzünlü görünse  de bu nezaketli davranmama yetmedi, tabi ki ben size değil resminize aşığım hanımefendi, derken zihnim anonimleşmiş filmlerdeki bir düdük sesi, erketeye yatmış bir yoldaş arzulamak yerine o adamı yerleştirdi sokağın başına. Aksayan bir adam ki adamın aksak olması gibi marazlı bir düşünce ilk o gece düştü aklıma sanırım ve o, o haliyle ne kadar hızlı olabiliyorsa işte o kadar hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. Kaçınılmaz bir arzuydu. 

Tabi kasketli adam o gece gelmedi dükkâna. Ve bir gece ve bir gün ci(e)nnetten sonradaki zamanlarda eksik yaşandı gibi. Milattan sonraki zamanlar diye tanımlamak artık eksik, yetmez bir tanım gibi, böyle hisseden bir tek de ben olamam bu yüzden yazıtlarda artık böyle geçebilmeli zaman, ci(e)nnetten sonra yirmili seneler, tarih yazarları şiar edebilmeli, kanon haline getirebilmeli belki bu adlandırılmayı… 

Ertesi gece sandalyeme oturup kalemimin ucuna kömürü sürdüğümde tekrar duyuldu o ses. Kalkıp perdemi açtım. Kasketli adam konferans davetini eline almış bakıyordu, buruşturup atar diye düşünürken diğerinin yanına yere bırakıp içeriye girdi. Bir aksayış yoktu yürüyüşünde. O geceki gibi çalışmaya koyulunca ben de kalemimi elime aldım, önceki gece kaldığım yerden çizmeye devam ettim. Hışştt, hışştt! Bu senkron kasketli adamın ıslak bezine mi aitti yoksa benim kalemime mi ait bilmiyorum. Anlayayım diye durup kalemimi kitaptan ayırdığımda önüme beliren cümlenin altını çizemedim.  Atladım o cümleyi. (Bir köleye ait olduğu düşünülen mezarda ölünün avucuna konulan şeyin buğday olduğu tahmin ediliyor.) Sonrasında bahsi geçen köle misali hamallığım devam etti. O gece kapanan kepenk sesine kadar ben de kasketli adam gibi çalışıp durdum, biri fikri diğeri bedeni çabalayışla sabahı ettik. Kepenk indi, ben de perdemi çekip dükkâna koştum. Afişi ve daveti tekrar kepenge yapıştırıp uyudum. Tabi ben size değil, resminize aşığım hanımefendi. Ve o delikten taşan acılaşmış koku, bozulmuş bir şeyler var o ağızda, çürüyen…

 Birkaç gece daha böyle geçti. Allahtan adam sektirmeden geldi de ki bu şekilde gelişi lafzen olmalıydı, aksayarak gelmesi gerekiyor bu adamın, diye bir yandan büyük bir zihin bulanıklığına gark etse de beni bir yandan da Hukuk, Adalet ve Yargı Etiği dersinin tuğla gibi kitabının sonunu görebilme umudunu yeşertti bende. Yoksa bir büyü kitabı gibi efsunlu hale gelen bu kitabı hatmedecek maya yoktu bende. Belki de sırf bu yüzden bu büyülenmişliğe protesto olarak geliştirdim o afişleri asma oyununu bilmiyorum. Ama onun her gece kepengin önüne sağlam adımlarla, ki bu benim için tam bir zihin krizi, katiyen yersiz bir diretme, ısrar değil belki de yalan olan bir gerçek, ama aksaması gerekiyor, zira zihnimde hep aksıyor, başka türlüsünün mümkünü yokken  onun yeri çatırdata çatırdata gelip tekrar asılmış afişlerde ne bir tehlike ne de yersiz bir inat sezmeyişi, onları yırtıp bir kenara atmayışı ve üzerinde yazılanları sanki ilk kez okuyormuşçasına hatta heceleyiş gibi uzun sayılabilecek bir sürede duraksayışı ile benim onun sabrını sınayışım, ne istediğimi bilmeyişim gibi okunacak çocuksuluğum, konferans davet afişini elime alırken artık ağzımı burnumu tıkayışım, onda tahammül edilemez bir kokuşmuşluk sezinleyişim, ve tabi o kokudan zorlansam da aşk ilamım, ben sizin resminize aşığım hanımefendi, size değil, diye babıldayışım tüm bu zihin bulanıklığım gecelerce deveran edip durdu. Ne afiş ne davet buruşturulup atıldı ne de adamın aksaması başladı. Kitabın altı çizile çizile darası arttı da anlamı kalınlaştı ve bir cümle daha kayboldu (Pirelerin yargılandığı mahkemenin tutanakları pireler tarafından yenmiştir). Öğrendiklerim ise tıpkı aksayan adam imgesi gibi hem fazla şahsi hem de fazlasıyla ortak bir hal alınca benim de dersi vereceğime dair inancım sönüp gitti. Öyle ki son sayfasında kitabın üzerinde uyuyakalmışım. Beni durduracak kepenk sesini duymadığım gecenin sabahında hem kitabın son sayfasına gelmiş hem de dükkân açılmışa benziyordu. Kepengin bu saatte açık olduğunu fark ettiğim anda salyamın ıslattığı son cümleyi okumaya aynı adetle altını doldurmaya yeltenmeden öylece koşuverdim dükkâna. Sevimli, davetkar bir cezbi yoktu dükkânın, ne açılışa ait bir balon ne de maskotKimsecikler de yoktu henüz sadece yüzünü gölgeleyen kasketiyle yine o adam yaptığı şeyi kontrol eden bir duruşla karşısındaki duvara baktıktan sonra oldu der gibi masadaki diğer çerçeveyi aldı. Hâlâ aksamıyordu. O anda gördüm afişi. Siyah bir çerçevenin içinde. O duvarda sanki bu sefer de o bana, ben de size aşık değilim beyefendi, sizin bana olan aşkınıza aşığım, der gibi bakıyordu. Tabi konferans daveti de tam karşısına asıldı. O arada adam bir an sendeledi gibi. MiYo, bu bir sendeleyiş değildi. Çerçeve ile mumyalanmış ağız sonsuzluk kadar bilinmez bir vakte kadar hep öyle kokacak, ama kokusunu kimse duyumsamayacak bir tek mumyayı fi tarihinde açacak olan arkeologlar, bir de o dudaklardan Godot Gelmeyecek diye dudak okuyarak kehanette bulunacak bir kahin… Onun bu sahiplenişiyle tanışma vaktimizin geldiğini düşündüm. Hayırlı olsun, ya da afişler güzel olmuş, ya da niye?  Bunlar olmaz, olur mu? Bence de... Bu düşüncelerle elim kapıya gittiğinde fark ettim tabelayı. Bir mana veremedim yazılana yine de çiğneyip de geçemedim yasayı, kitaptakiler gibi, sessizce boyun eğip odama döndüm. Niye böyle yazmış diye düşünürken kitabın son cümlesine gitti aklım. Kitabı açıp kalemi elime aldım, aldığım gibi bırakmam bir oldu. Salyalı ağzımla öptüğüm cümle ile tabeladaki cümle aynıydı. (Sarı çorap giyinmemiş olanlar giremez.)

bottom of page