Derinlere gömülü define, elbette insanın ta kendisi
- Litera
- 6 dakika önce
- 4 dakikada okunur
Umut Kaygısız, İlay Bilgili'nin 2025 Sait Faik Abasıyanık Hikâye Ödülü kısa listede yer alan Onca Günah Varken adlı kitabı üzerine yazdı: "Yazar, yeryüzünün sayısız imtihanıyla mücadele eden insanı, birbirinden sert ve sade hikâyeleriyle doğadan ve toplumdan soyutlamaksızın günahlarıyla yüzleştiriyor."

2025 Sait Faik Abasıyanık Hikâye Ödülü kısa listede yer alan Onca Günah Varken, dünyanın ortasında bir başına bırakıldığı hissini iliklerine kadar yaşayan insanın çırpınışlarını boyayla tuvale değil, kelimelerle öyküye resmeden bir kitap olarak hafızalarda uzun süre yerini koruyacağa benziyor. Abartıdan uzak durarak, insanların en yalın haline ulaşmayı hedefleyen İlay Bilgili, kimi zaman korku kimi zamansa suçluluk duygusuyla bizleri baş başa bırakmakta kararlı. Yeryüzünün sayısız imtihanıyla mücadele eden insanı, birbirinden sert ve sade hikâyeleriyle doğadan ve toplumdan soyutlamaksızın günahlarıyla yüzleştiriyor. Ve sımsıkı tutunduğumuz inançlarımızın bizi uzak tutmaya uğraştığı onca günahın temelini öykülerle kazıyor. Derinlere gömülü defineyse, elbette insanın ta kendisi.
Yani Onca Günah Varken, onca, onlarca günaha devam.
Metinlerinde minimal yapıya ehemmiyet veren yazar, genellikle kuvvetli bir ana fikri öykünün çekirdeğine yerleştirdikten sonra bizlerle tanıştırdığı karakterleri tüm fazlalıklarından arındırarak, en korumasız ve çıplak halleriyle kısa soluklu fakat çok etkili hikâyelere demir atıyor. Ana duygudan uzaklaşmadan karakterleri olabildiğince sıkıştırıp kaçmaları mümkün olmayan durumlara sokması ise öykünün vurucu etkisine yoldaşlık eden değerli bir detay. Bu sayede okurun öykü kişileriyle kuracağı empati dozu yükseldiği gibi olay örgüsüne taht kurmuş merak unsuru da varlığını sürekli koruyor. Diğer taraftan ağırlıklı olarak durum hikâyesi tercih ettiği göze çarpan İlay Bilgili, insana dair karanlık noktaları erişilmez olmaktan çıkarırken, ağır akan ve duyguları el üstünde tutan bir hikayecilikten de uzak. Boğmayan, sadece psikolojik detaylarla yetinmeyen, kısa mesafeli olay akışlarında sık sık vites yükseltip tempoyu ayarlayabilen bir eserle selamlıyor bizleri.
İnce yazar işçilikleriyle bezeli kitabın içinde hapsolmaya gönüllü okurlara özel olarak, bazı öyküleri mercek altına almakta fayda var.
“Herkesin Her Şeyi” ile ergenliğe göz kırpan bir çocuğun gözünde depremi anlatıyor kıymetli yazar. Yıkıntı ve sarsıntı olgularının, kulağa çarpınca oluşturdukları ilk anlamın çok ötesine çıkışına şahitlik ediyoruz. Özünde geniş bir evren barındıran öyküde asıl yıkılan çocuğun evi değil. Ailesi, hane halkı, değerleri, hatta bütün yaşantısı. Derin anlatım sayesinde tüm aile fertlerinin gözüyle deprem öncesi ile sonrası arasındaki psikolojik köprü kurmakta zorlanmıyoruz. Hatta komşularının dünyasını bile yıkılan evlerinin içine almayı başarıyor hikâye.
“Doyma Noktası”, geçmişe dönüşlerle kurulan bağlantının bir hayli güçlü ve sarsıcı olduğu öykülerden biri olarak sırıtıyor. Dramatik yapının çok doğru biçimde kuruluşu hemen göz kırpıyor okuruna. Çok güçlü geçişlerle zamanın neşter görevi gördüğü tüm hislerse, satır satır okurun kalp atışlarına tutunuyor. Durumsallıktan öte, insanı düşünmeye, es geçtiği hayatsal öğeleri sorgulamaya sevk etmesi takdir edilesi.
Kitaba ismini veren “Onca Günah Varken” ise son yıllarda okuduğum en etkileyici öyküler arasında. Gücünü anlatımındaki derinlikten ziyade, okuru yüzleştirdiği gerçeklerin açtığı tartışma boyutlarından alıyor. Bir hikâye bittikten sonra hâlâ kafanızda gezinmeyi sürdürüyorsa, yazarın yaptığı finale rağmen sizin için sonlanmamış şeyler öylece duruyorsa, okuduğunuz metnin büyüklüğü kolay kolay ölçülemez demektir. Besbelli ki, sadece altı buçuk sayfada onlarca soruyu evlerimize getirmeye niyetli İlay Bilgili. Altı buçuk çarpı on. Eder altı yüz elli. Kalın bir roman derinliği ile kimin günahkâr olduğunu sorgulatıyor bizlere. Tavşanı yemeye niyetlenen mi yoksa onunla fotoğraf çektiren mi? Eşini aldatıp gizlice sevişen mi? Yoksa öldüren mi? Ya da ölülere şöyle bir bakıp ah vah ettikten sonra kumandayla kanalı değiştiren mi? Bizim zararımız da kötülüğümüz de sadece kendimize… Onca günah varken… Onca, onlarca günaha devam. Susmaya, görmemeye, duymamaya, bilmemeye… Devam.
Kötülüğün nefesini bir masumun dudaklarından dışarı akıtarak anlatan “Cinayet Mahalli” de günah sahibiyle günahtan korkan arasındaki mesafesi kısaltan bir öykü. Belki de yazar haklıdır. Acı bitmiyordur ölünce. İnsan mekânı kaybetse bile zamanın içinde sürdürüyor varlığını. O halde pekâlâ yetişebilir sesi. Uzaklardan… Mesela toprağın altından… Annesi dinliyorsa, şayet kalbinin penceresi ardına kadar açıksa… Anlatabilir küçük küçük. Gitse de dönebilir, pişman olsa da ardında bıraktıklarını birkaç cümleyle sonsuzluğa sürükleyebilir.
Sonra sıra “Akşama Ne Pişirsek?”’ e geliyor ve tekrar bastırıyoruz içimizden fışkıran o kuvvetli, kesici ve de delici sesi. Güçlü imgelerin meydan muharebesi olarak kocaman bir yer kaplıyor kitabın iç tarihinde. Paldır küldür dökülen duyguların yollarını kaybetmeden tek bir doğruya koşarak ilerlemesine tanıklık ediyor okur. İçinde yağmur var, güneş var, bulutlar ve hatta yemyeşil çimenler, mis kokulu çiçekler de. Mevsim değişikliklerinin ruh halimizi alt üst edişinin bir benzerini yaşatıyor bu öyküsüyle kıymetli yazar. Ve sonra yine eksikliklerimizle barışmak istemeyen ruhumuza son bir şans daha veriyor.
Sıkı durun. Şimdi nefessiz kalana dek bağırabilirsiniz. Soluk soluğa güneşi selamlayıp samimiyetsiz bir merhaba cümlesiyle geçiştirebilirsiniz gökyüzünü. Sonra toprağa el basıp atmaya devam ettiğini ispat eden kalbinize zamanı sorabilirsiniz. Her şey o kadar çıplak bir çirkinlikle yakıyor ki canınızı, pişman olacak ya da özür dileyecek bir şey bulmanıza gerek kalmıyor. Yaşıyor olmanız kâfi. Bir küfür daha. Ölümle erken tanışan sevdikleriniz bir daha. Ol-mak istemediğiniz her şey, var ol-mak istemediğiniz her yer için… “Kün”. Acı verici ve de dikenli…

Uzun lafın kısası, öykünün en sert şamarlısı makbul. Çıplak ayakla toprağa basmadan önce havanın sıcak ya da soğuk olma derecesi karşılaşacağınız şeye ne kadar hazırlıyorsa sizi, zemine temas eden deriniz de bir o kadar dürüsttür vereceği tepkiyle. Çıplak kaldıkça daha dürüsttür insan. Kaçacak yeri kalmadıkça döner kendine. Korktukça, endişelendikçe daha fazla özünü bulur. Konforlu hayatlarımızdaki düşüncelerimizin de kötülükten uzak olduğundan eminken, etrafına iyilik dağıtan kalplerimiz de bilmez yere ayakkabısız ya da terliksiz basmasını. İçine düştüğümüz istenmeyen durumlar anlatır kim olduğumuzu. Eğri ya da doğru. Sevgi ya da nefret. İyilik ve en az onun kadar da kötülük. Herkesin âşık olduğu sevap, korktuğu günah. Düz bir terazidir hayat. Bir kefesinde boşluk, diğerinde varlığımız dışındaki her şey. Ayakları yerden kesilen pişmanlıklara, havada asılı durunca korkmayı da günahı da terk edenlere…
Özetle yaşamak, başlı başına bir savaş. Cesaret istemez ki… Korkaklar da yürür aynı yolda. Düşer, kalkar. Er ya da geç yüzleşir içinde var olanla, diyenlere usulca ve nazikçe dokunmasını bilen bir kitap Onca Günah Varken. Keyifli okumalar.
ONCA GÜNAH VARKEN
İlay Bilgili
Metinlerarası Kitap, 2024
Tür: Öykü
92 s.









































