Hayat, beklediğimiz kadar gürültülü sahnelere gebe olmak zorunda değil
"Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nı okuyup bitirdikten sonra kendimi şunu sorarken yakaladım önce; ne oldu yani şimdi? Sonra da tam o noktada yakalayıp kendimi, dur, dedim. Bir şey olması gerekiyor mu gerçekten? Hayat bazen tam da böyle akıp gitmez mi? Neden hep büyük hikâyeler, sarsıcı olaylar, insanı yolundan çıkaran virajlar bekliyoruz ki?" Ege Soley, içindeki Ferrante edebiyatını sevip sevmemek konusunda bir türlü karar veremeyen okurla birlikte yola çıkıyor ve edebiyatla kurduğumuz ilişki üzerine yazıyor.
Ege Soley
Hayatta ne zaman zor bir dönemeçle karşılaşsam veya benzer durumda birini görsem, neden bilmem içimden hep aynı cümleyi kurarım. İnsan olmak çok zor. Böyle diye diye hayatı daha da zorlaştırıyor muyum ya da bunu kendime düstur edinmek bugüne dek bana pek bir şey kattı mı, gerçekten bilmiyorum.

Ama işte malum; insanın aklına kazınan inanışlar da, diline yapışıp kalan cümleler de öyle ha deyince sökülmüyor.
İnsan olmak zor. Biraz daraltırsak kadın olmak daha zor. Madem oradan yürüyoruz o zaman biraz daha inelim; hayatın mümkün mertebe rahat bir köşesine yerleşmeye çalışan genç bir kadın olmak daha da zor. Henüz ilkokula giden küçük bir kız çocuğu olmaktan ise -en azından benim adıma- hiç bahsetmeyelim.
Elena Ferrante’nin The Guardian’a yazdığı denemelerini derlediği Tesadüfi Buluşlar kitabında bir yazısı var, ilkokul yıllarını nasıl hoşnutlukla hatırladığına dair bir yazı. Hayat bilgisi dersinin onu nasıl etkilediğinden, soyut ve somut tüm kavramları bir çerçeve içine oturtabilmenin nasıl şaşkınlık verdiğinden bahsediyor. Ve sonra da şöyle diyor; “şaşırtıcı şekilde, öğrenmeye hızlıca girişebilmek için öğrenciliği bırakmış olmam gerekti.”
