top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Hayat, beklediğimiz kadar gürültülü sahnelere gebe olmak zorunda değil

"Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nı okuyup bitirdikten sonra kendimi şunu sorarken yakaladım önce; ne oldu yani şimdi? Sonra da tam o noktada yakalayıp kendimi, dur, dedim. Bir şey olması gerekiyor mu gerçekten? Hayat bazen tam da böyle akıp gitmez mi? Neden hep büyük hikâyeler, sarsıcı olaylar, insanı yolundan çıkaran virajlar bekliyoruz ki?" Ege Soley, içindeki Ferrante edebiyatını sevip sevmemek konusunda bir türlü karar veremeyen okurla birlikte yola çıkıyor ve edebiyatla kurduğumuz ilişki üzerine yazıyor.


Ege Soley

Hayatta ne zaman zor bir dönemeçle karşılaşsam veya benzer durumda birini görsem, neden bilmem içimden hep aynı cümleyi kurarım. İnsan olmak çok zor. Böyle diye diye hayatı daha da zorlaştırıyor muyum ya da bunu kendime düstur edinmek bugüne dek bana pek bir şey kattı mı, gerçekten bilmiyorum.

Ama işte malum; insanın aklına kazınan inanışlar da, diline yapışıp kalan cümleler de öyle ha deyince sökülmüyor.


İnsan olmak zor. Biraz daraltırsak kadın olmak daha zor. Madem oradan yürüyoruz o zaman biraz daha inelim; hayatın mümkün mertebe rahat bir köşesine yerleşmeye çalışan genç bir kadın olmak daha da zor. Henüz ilkokula giden küçük bir kız çocuğu olmaktan ise -en azından benim adıma- hiç bahsetmeyelim.


Elena Ferrante’nin The Guardian’a yazdığı denemelerini derlediği Tesadüfi Buluşlar kitabında bir yazısı var, ilkokul yıllarını nasıl hoşnutlukla hatırladığına dair bir yazı. Hayat bilgisi dersinin onu nasıl etkilediğinden, soyut ve somut tüm kavramları bir çerçeve içine oturtabilmenin nasıl şaşkınlık verdiğinden bahsediyor. Ve sonra da şöyle diyor; “şaşırtıcı şekilde, öğrenmeye hızlıca girişebilmek için öğrenciliği bırakmış olmam gerekti.”

Hesap ettim, hayatımın neredeyse 22 senesi boyunca okula gitmişim. Gönül rahatılığıyla söyleyebilirim ki bir tanesi hariç hepsine baştan başlar, aynı dersleri alır, hiç öğrenmemiş gibi bir açlık ve keyifle okurum. İlkokul yıllarımı ise çocukluğumun her yanına yayılmış sevimsiz bir gerginlikle hatırlıyorum. Aynı anda kesirleri ve kümeleri, akrebi ve yelkovanı, arkadaş edinmeyi ve sonra onlarla küsmeyi, bir şey söyleyebilmek için parmak kaldırmayı ve tuvalete gitmek için gıkını çıkarmadan beklemeyi öğrenmeye çalışmak bugün bile düşününce tüylerimi diken diken ediyor. O çok bilinmezli yola çıkış hali, sudan henüz çıkmış bir balık olarak kupkuru tahta sandalyelerde bütün gün oturma mecburiyeti hâlâ nefesimi daraltıyor. Sonra da işte o malum cümle yine kendini haklı çıkarıyor, çocuk ya da ergen fark etmez, insan olmak çok zor!


Fakat ne mutlu bana ki ne zaman ilkokul bitti, okumak da, öğrenmek de, arkadaşlık da, tahta sandalyeler de yeni anlamlar kazandı gözümde. İtalyan edebiyatına olan sevgim ve aşinalığım önce yüzden fazla İtalyanca kitabı ustalıkla çeviren bir annenin varlığı ile başlamışken, sonrasında İtalyan Lisesi’nin sıralarında Dante Aligiheri’den Luigi Pirandello’ya kadar uzanan büyük bir külliyatı ucundan da olsa öğrenebilmekle iyice perçinlendi. Yine de büyük konuşmak istemem; Elena Ferrante’nin Napoli romanları serisinin hem dünyada hem de bizim evde yarattığı büyük heyecan maalesef beni tahmin ettiğim kadar etkilemedi. Kalabalık kadrosundan mı, olayların geçtiği sokakların verdiği hissiyattan mı yoksa iki kız arkadaşın arasında olup bitenlerden mi bilinmez, Ferrante’nin cümleleri benim aklımda hep oturtamadığım, havada asılı bir yerlerde kaldı. Ta ki son iki kitabını okuyana kadar. Hem Tesadüfi Buluşlar, hem de Yetişkinlerin Yalan Hayatı, bir şekilde okuma zevkimle aynı noktada buluştular. Ferrante’nin o hafif mesafeli, soğuk ve olanları okuyucudan daha farklı, belki biraz daha koyu renk bir mercekten izleyen bakışı aklımda asılı kalanları doğru düzgün bir rafa yerleştirdi.


Genç bir kadın olmanın, ergenlik yolunda yürümenin, dünyayı anlamaya çalışmanın, basit hayat bilgisi derslerinden ilginç ilhamlar alarak büyümenin, hem taşrada hem zengin mahallelerde var olmaya çalışmanın zor ama zevkli bir yol olduğuna, bazen kayıp bir bebeğin, bazen de elden ele dolaşıp bileğine takıldığı herkesin yalan hayatını ortaya çıkaran bir bileziğin peşinden koşmanın o tuhaf renkli mercekten bakınca ne kadar farklı göründüğüne bu iki kitapla şahit oldum.


Hatta Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nı okuyup bitirdikten sonra kendimi şunu sorarken yakaladım önce; ne oldu yani şimdi? Sonra da tam o noktada yakalayıp kendimi, dur, dedim. Bir şey olması gerekiyor mu gerçekten? Hayat bazen tam da böyle akıp gitmez mi? Neden hep büyük hikâyeler, sarsıcı olaylar, insanı yolundan çıkaran virajlar bekliyoruz ki?


Kendimi bunu düşünürken yakaladığım, sonra her zamanki sorularıma bu defa farklı cevaplar verebildiğim ve bana bunları düşündürdüğü için sanırım o kitabı biraz daha sevdim.


Evet, ister Napoli taşrasında ister İstanbul’un dik yokuşlarında olsun, insan olmak zor. Fakat hayat, her zaman sandığımız ya da beklediğimiz kadar gürültülü sahnelere gebe olmak zorunda da değil. Ferrante’nin de söylediği gibi belki de yapmamız gereken şeyler aşağı yukarı belli; tahta sandalyeler üzerinde sabırla otururken öğrendiğimiz basit hayat bilgisi dersleri ile yola çıkmak, başkalarının yalan hayatlarının arasında kendimize düzgün ve doğru çizgiler çizmek, tırmanmamız gereken yokuşlarda çok fazla söylenmemek ve hayatın bizi ektiği topraklarda hem inatla hem sevgiyle var olmaya çalışmak.


bottom of page