Zaman, aşk ve hafıza üçgeninde çok katmanlı bir roman
Peyman Ünalsın Gökhan, Sepin Sinanlıoğlu’nun dikkat çeken ilk romanı Hoyrat üzerine yazdı. “Bir edebi eserde olması gereken estetik unsurların tamamından beslenerek kurgulanan bu ilk roman ayakta alkışlanmayı hak ediyor.”
1977 doğumlu Sepin Sinanlıoğlu henüz okuma yazma bilmediği yaşlarda annesinin kulağına okuduğu kitaplarla edebiyat şerbetine parmağını değdiriyor. Günün ödülü gibi, uyumaya gittiğinde bir yudum o şerbetten tadıyor. Zaman geçiyor, okul yılları başlıyor. Okumaya özellikle de kız çocuklarının okumasına önem veren bir ailede yetişiyor Sepin Sinanlıoğlu. Hani demin, evde her gün yudum yudum tattığını söylediğim o şerbet var ya, öyle okullara gidiyor ki Sepin Sinanlıoğlu, şerbet atölyesinde ufak ufak üretimler başlıyor. Okul dergisinin yayın tayfasında yer alıyor, dergide şiirlerine, minik öykülerine yer veriliyor. Edebiyat öğretmeni Miss B. onu edebiyatın en ihtişamlı bahçelerinde gezdiriyor. Ve öyle bir kehanette bulunuyor ki; “gün gelecek üretmeye başladığın o şerbet nam salan bir tada dönüşecek.”
“Hadi yatın!” diyen ebeveynlerin ardından okumaya doyamayan küçük Sepin’in yorgan altında fener ışığında kitaplarıyla buluşması okul çağlarından itibaren özgürlüğe kavuşuyor. Onun için okumak, yazmak bir tutku oluyor.
Çocukluğundan itibaren gözlerine yerleşen melankoli yakasını bırakmıyor. Kaleminden hep hüzün akıyor. Yetişkin döneminde yaşadığı büyük kayıp, deneme türündeki ilk kitabı Ağıtların Tanrısı’nda bir iç dökmeye dönüşüyor.
‘Zaman’ meselesi büyük yitirişlerden sonra daha da meşgul ediyor insanın aklını. Zamanın ölçülebilir somutluğuna inat uçuculuğundaki soyutluk olgusu öyle kolay kolay harcanmaya gelmiyor.
“Zaman işini yapardı ve sorun da çözüm de ona itaatti. Tekrarı, bir dahası yoktu. Zaman bir kereydi, tekti, bir tanecikti.” Syf.217
Doğumla ölüm arasında geçen süre insana atanmış süreçtir. Ne doğum zamanımızı biliriz ne de ölüm. İki bilinmezin arasında akan bir nehir zaman. Hoyrat davranmaya gelmez.
Doğum zamanını bilmemek henüz dünya ile hiçbir alışverişi olmayan embriyo için önem arz etmez. Ölüm zamanımızı bilmemek ise bir o kadar önemlidir. Her gün, yirmi dört saatlik vaktimizin son çeyreğindeymişçesine dolu dolu yaşamak bir bilinçtir.
Zaman, ölçülebilir somutluğu ile uçuculuğundaki soyutluk nedeniyle de kendi kendisinin tez ve antitezi gibi. Bazen iki dakikayı saatler geçmiş gibi algılarız, bazen yıllar bir göz kırpma hızıyla geçip gider. Buna estetik eserlerde öznel zaman diyoruz. Karakterin ölçülebilir, içinde bulunduğu zamanı olduğundan daha kısa ya da daha uzun duyumsaması.
Zamanın akışkan veya donuk olmasının bir sebebi içini ne kadar doldurduğumuzla alâkalı. Burada nitelik devreye giriyor. Her nicelik, niteliği de koluna takıp gelmiyor. Geriye dönük analiz yaptığımızda “yazık olmuş o saatlere” dememek önemli.
“Hayatın beni beklediği yoktu. Umuru bile değildim. Hayat zamanın içine yerleşmiş, ayaklarını uzatmış, oluyordu da oluyordu. Zaman ise işini yapıyor, kendini hoyrat kullananı kâle almıyor.” Syf.217
Katman katman, açıldıkça içinden üç boyutlu hikâyelerin çıktığı tebrik kartları misâli Hoyrat. Kırklı yaşlarındaki Miran’ın çocukluğu, aile hayatı ve sırları, aşkı, mesleği ekseninde geçen bir kurmaca metin. Miran, Bitlis’ten İstanbul’a göç etmiş Emeni ailenin bir dalı. Tıpkı ağaç gibi aile; sağlam kökleriyle tutunmuşsa toprağa, dallar birbirinden ne kadar uzağa yükselse de, onları bağlayan güçlü kökler sayesinde hep ‘tek olma’ hâli vardır.
O teklik ne yaşanırsa yaşansın koparamaz bağları. Miran abisi Kevork’un vakitsiz ölümü ile onun gölgesinde geçirdiği çocukluğuna dair derin sessizlikleri hatırlıyor. Babası içkiyle avunmaya adanırken, annesi tamamen kendine kapanıyor. Miran babasının ticaret deposunda ağacın sıcaklığına gömülüyor. Eski ahşap kapıları, mobilyaları onarıyor. Bu toprakların insanları; Ermenilerin, Rumların, Musevilerin zanaate çok daha yatkın ve yetkin olduklarını hatırlatıyor. En iyi kuyumcular, marangozlar, ferforje ustaları çoğunlukla azınlıklardan çıkar.
Miran bir gece barda tanıştığı yıldız gözlü Leyla’ya âşık oluyor. Leyla Miran’ın terapisti, iyileştirici merhemi. Miran, kulağında, ufakken annesinden dinlediği “Bir küçücük aslancık varmış” şarkısındaki yaralı küçük aslancık. Miran’ın dramı, Leyla’nın aşkıyla yatışıyor.
Ve iki insan âşık olunca ‘Üçüncü Beden’ doğuyor. Sepin Sinanlıoğlu Robert Bly’ın ‘Üçüncü Beden’ şiirini iki gencin aşkına ithaf ediyor ve metne epigraf olarak mısra mısra işliyor.
Bir adam ve bir kadın oturuyorlar yan yana ve özlem duymuyorlar
o an daha yaşlı olmaya veya daha genç
veya başka bir ülkede, zamanda ve diyarda doğmuş olmaya.
Bulundukları yerden memnunlar, konuşsalar da konuşmasalar da.
Nefesleri bir olmuş, tanımadığımız birini besliyor.
Kendi parmaklarının hareketini görüyor adam,
kadının uzattığı kitabı saran ellerini görüyor.
Paylaştıkları üçüncü bedene itaat ediyorlar.
Söz vermişler o bedeni sevmeye.
Yaşlılık gelebilir, ayrılık gelebilir, ölüm gelecek.
Bir adam ve bir kadın oturuyorlar yan yana;
nefes aldıkça tanımadığımız birini besliyorlar,
bildiğimiz ama hiç görmediğimiz birini.
Azınlıklar üzerinden Türkiye’yi anlamak itkisiyle kurgulanmış bir ilk roman olarak itinayla düşünülerek yazıldığını karakterlerin isimlerinden de anlamak mümkün.
‘Miran’ adı gibi iyi insan ama çirkin ve yaralı. ‘Leyla’ gece, karanlık, siyah saçlı güzel kadın. Tam da yıldız gözlü Leyla gibi. Gece, çirkinliği örtüyor.
Diğer karakterlere de baktığımızda isimlerinin anlamı bağlamında değil ama etnik kökenler ekseninde irdeleyince bu toprakların kültürel rengini ortaya çıkaran bir çeşitlilik görüyoruz. Sadece Miran ve ailesi değil, dede Dikran’ın arkadaşı Hristo da doğduğu, büyüdüğü toprakları terk edip Midilli’ye göç etmek zorunluluğunu hisseden bir Rum. Bitlis’ten İstanbul’a; burada Galata, Emirgân, Boyacıköy, Kumkapı, Kınalıada’ya ulaşan bir nesnel mekân zenginliği var romanın.
Romandaki en önemli katmanlardan biri de bir nesne; Miran annesi ile ilişkisini onaracak aile yadigârı kayıp bir harmonyumun peşine düşüyor. Geçmişle bugün arasında bir bağ olan harmonyum hafızanın karanlık odalarına itilen sırları gün yüzüne çıkaracak hem gösteren hem ilerleten nesne olarak ona bahşedilen görevi başarıyla ifa ediyor. Bir söyleşide; “harmonyum olmasaydı da mutlaka bir enstrüman olurdu hikâyede,” diyor Sinanlıoğlu müzik sevgisine âtıfta bulunarak. O müzikaliteyi metinde de koruyor. Kelimeler bir ritim içinde akıyor. Müzikle dostluğu kelimelerle dostluğundan daha çelimsiz kalıyor. Okuru boğmayan üslûbu ve dilindeki selâset, aşina olmadığım kelime seçkileriyle -mahrek, iterasyon, puşide, malihülyam- merak celbeden bir okuma deneyimi sunuyor.
Kurmacayı başarıya ulaştıran bir diğer unsur birbirini tamamlayan metaforlar. Aile ve ağaç ilişkisi; kökler ve ahşabın sıcaklığı üzerinden Miran’ın dramatik çocukluğuna gönderme yaparken babasının deposunu ahşap atölyesi, kendi ifadesiyle mahzeni olarak yeniden düzenlemesi, zaman zaman içine çekildiğini gördüğü kuyu, Miran’ın anne karnındaki, sorunlardan uzak güven atmosferine dönme arzusunu temsil ediyor.
“Manevi yuvam mahzendi zira. Ağaç da can suyum. Ağaçla uğraşmak bana susmayı, içimdeki sesleri susturmayı öğretiyordu. Çünkü ağaçla uğraşırken sadece ben vardım ve o.” Syf.105
Ne zaman ailesiyle ilgili düşüncelere, tereddütlere gark olsa karnındaki şişliğe dokunuyor Miran. Çekirdek ailesinin hayatta kalan tek halkası annesiyle ilişkisini onarma ihtiyacını, annesiyle onu birbirine bağlayan göbek bağının hâlâ taze olan sertliğiyle hatırlıyor.
Toplumsal çözümlemeler metne öyle güzel yedirilmiş ki, paragraf paragraf okumuyoruz, cümlelerde gizli isimler, uzamlar, nesneler üzerinden keşfediyoruz.
Bir edebi eserde olması gereken estetik unsurların tamamından beslenerek kurgulanan bu ilk roman ayakta alkışlanmayı hak ediyor.
HOYRAT
Sepin Sinanlıoğlu
Doğan Kitap, 2024
Tür: Roman
Comments