top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıYavuz Arkın

Kıyamet

Yavuz Arkın, Jon Krakauer'nin Yabana Doğru isimli romanından uyarlanan, orijinal adıyla Into The Wild filmi üzerine yazdı: "Film, mevsim geçişleri gibi insanın hayatı boyunca yaşadığı döngüyü; deneyimlerle, değişim ve dönüşümle bizlere gösteriyor."


Sanayi devrimiyle doğaya karşı başlattığımız savaş, dijital devrim ile devam etti. Sanayi devrimi dışımızdaki doğayı yok etti, dijital devrim ise içimizdekini. Into the Wild filmi ise tam tersi bir savaşımın içinde, başrol oyuncusu Chris (Namı diğer Alex Superberduş) karşısına bu iki devrimi alıyor.


“Dehşetin bir yüzü var. Onunla dost olmalısın. Ahlaki şiddet ve dehşet senin dostundur. Eğer değillerse korkulması gereken düşmanlardır. Gerçek düşmanlardır.”

1979 yapımı Kıyamet [Apocalypse Now] filminde geçen bu replik kıyamet gününü bekleyenlerin hüsrana uğrayacaklarını gösteren bir belge gibi; kıyamet artık yaşamlarımız için tekrarlanan bir süreç; belirtilerinden biri de ahlaki şiddet. Ahlaki şiddet bana göre hayatımızın her alanına sızmış durumda ve bundan kurtuluşumuz yok gibi; kurtulmayı istediğimizi de sanmıyorum. Bu durum bizi ve çevremizi sadece davranışsal olarak değil ekolojik olarak da etkiliyor.


“Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır, Bomboş sahillerdeki coşkudadır. İnsan elinin değmediği bir yerdedir, Denizin diplerinde ve gürlemesindedir. İnsanları severim ama doğayı daha çok severim…” Lord Byron


Orijinal adı Into The Wild olan, Türkçeye Özgürlük Yolu olarak çevrilen filmin başında geçen bu şiir, şiddetin belki de çözümlerinden birini sunuyor; filmin ismi de zihnimize doğaya kaçıştan ziyade, doğaya kavuşma anlamını kodluyor. Filmin sosyolojik, psikolojik hatta feminist bir eleştirisini de yapabiliriz ama benim bu yazıda üstünde durmak istediğim, ekolojik bir yaklaşım.


Film, doğanın ve insanın geçirdiği yaşamsal süreçleri bir döngü etrafında işliyor. Mevsim geçişleri gibi insanın hayatı boyunca yaşadığı döngüyü; deneyimlerle, değişim ve dönüşümle bizlere gösteriyor. Fakat doğanın bizden ayrı bir olgu olduğu ve onunla yabancılaştığımız noktasından hareket etmiyor, onun bir parçası olduğumuza vurgu yapıyor.


Burada bahsedilen doğa, her ne kadar dışımızdaki dünya gibi gözükse de içimizde var ettiğimiz doğamız da yabancılaşma haline ters oranda katkıda bulunuyor. İkisinin sentezi; hayalimizdeki doğayla birlikte olmak ütopyasına bizi biraz daha yaklaştırıyor.



Film beş bölüme ayrılmış;

1- Kendi doğumum

2- Ergenlik

3- Erkeklik

4- Aile çağı

5- Bilgelik edinmek


Kendi Doğumum

Ana karakterimiz Christopher McCandless üniversiteden mezun olduktan sonra kendisine Alexander Supertramp (Süperberduş) ismini veriyor. Üniversite sonrası, ailesinin ondan kariyer beklentisi yüksek olsa da, filmde duyduğumuz kız kardeşinin (animası) dış sesi, Chris’in planlarının farklı olduğunu söylüyor.


Alex’in doğumundan önce Chris bir ölüm yaşamak zorunda, doğanın kendisini tekrar var etmek için yaptığı gibi. Bu nedenle ilk adım olarak tüm kimlik kartlarını ve kredi kartlarını kesip atıyor. Hatta tüm parasından da vazgeçiyor, büyük bir kısmını da yakıyor. Toplumun, ailesinin, eğitim sisteminin ve düzenin ona dayatmış olduğu rollerden de bir ayrılış bu; artık ne örnek bir öğrenci ne de örnek bir aile bireyi olma çabası var. Filmin ilerleyen bölümlerinde ifade ettiği gibi: "Bence kariyer denen şey bir 20. yüzyıl icadıdır ve ben bir kariyer istemiyorum."


Filmin başındaki kep atma sahnesi zamanı adeta durduruyor; kısacık bir zaman diliminde Chris’in uyanış üzerine sözlerini duyuyoruz. Medeniyet diye ifade edilen doğadışı bir yaşam koşulu olarak kabul edilen; oku, okulu bitir, işe gir, para kazan, evlen, çocuk sahibi ol, daha fazla para kazan, bir çocuk sahibi daha ol, çok daha fazla para kazan ve öl döngüsünden bir çıkış aslında söyledikleri: “Medeniyet tarafından daha fazla zehirlenmemek uğruna kaçtı ve yabanda kaybolmak için ıssız doğada tek başına dolandı.” (Alexander Süperberduş)


Böylece Chris’in toplumun sunduğu döngüden ziyade doğanın sunduğu döngüye girme isteği daha ağır basıyor. Doğadan bu denli kopmuş olması rahatsız ediyor onu, onunla tekrar birleşip bütünleşmek tek arzusu.


Ergenlik

Alex (Chris öldükten sonra) yeni doğan bir kuş yavrusu gibi hemen uçamıyor, arzu ettiği doğaya kavuşması için acemiliği üzerinden atmalı. Doğada tek başına kalmak kolay değil, belli zorlukları aşması gerekiyor. Alex de ergenliğini atlatıp doğal hayata karışmak için mücadele veriyor.


Karşısına çıkan insanlar bu aşamalarda ona destek oluyor, karşılıklı bir destek elbette. Kendisini ifade etmesi ve gelişmesi için bir ön şart belki de;


“Paraya ihtiyacım yok, insanı ihtiyatlı olmaya zorluyor.”

“Bana aşk, para, inanç, şöhret, adalet yerine gerçeği verin.”

“Denizin tek hüneri şiddetli darbelerdir ve ara sıra da olsa, kendini daha güçlü hissetme şansı.”


Toplumun kendisine sunduğu yalancı bir ütopya hayali yok Alex’in, bu yüzden maddiyattan kaçınıyor. Güvende olmak ona göre anahtar sözcük; para, inanç, şöhret de maddiyatı büyüten yollar. Doğada bulunmayan kavramlar bunlar, orada tek bir şey var; o da saf gerçek, bu da Alex’in ulaşmak istediği arzusu.


Erkeklik

Maddiyatla beraber medeniyetten ne kadar kaçarsa kaçsın, hayatta kalma çabası filmin en güçlü ironisi. Eril bir film ile karşı karşıyayız, baba-oğul ilişkisi yer yer üzerinde durulan konulardan biri. Bölümün bir tanesine de “erkeklik” denmesi bu yüzden olsa gerek. Doğanın ana olduğunu düşünürsek, filmde babalık tarafına tanıklık ediyoruz.


Baba kavramı otoriteyi de akla getiriyor; doğa ana doğurgandır, doğa baba kural koyucudur; uymazsanız başınıza geleceklere hazırlıklı olmalısınız. Güçlü olmak her zaman yeterli değildir;

“Hayatta güçlü olmanız çok gerekli değil fakat kendini güçlü hissetmenin önemli olduğunu, en azından bir kere bile olsa kendini tartmanın, bir kere bile olsa kendini, insanın en antik koşulları içerisinde bulmanın ellerinizden ve kafanızdan başka size yardım edecek bir şey olmadan kör ve sağır taşla tek başına yüzleşmenin gerektiğini biliyorum.”


Aile Çağı

Alex’e yol gösteren sadece insanlar değil elbette, kitaplar da onun yanında. Walden ile başlayan dönüşüm Tolstoy’un Aile Mutluluğu ile sonuna gelmiş gibi;

“Başımdan çok şey geçti ve şimdi mutluluk için gereken şeyi bulduğumu düşünüyorum. Taşrada iyilik yapılması kolay olan ve kendilerine iyilik yapılmasına alışkın olmayan insanlara faydalı olma ihtimaliyle, sessiz, gözlerden uzak bir yaşam. Ve birilerine fayda sağlayacağı umulan bir iş. Sonra dinlence, doğa, kitaplar, müzik ve komşu sevgisi. İşte benim mutluluk tanımım budur. Ve tüm bunların üstüne eş olarak sen ve belki de çocuklar. Bir erkek hayatta daha başka ne ister ki?”


Önceki söylemi,“Yaşama sevincinin insan ilişkilerinden kaynaklandığını düşünüyorsan yanılıyorsun,” olsa da Alex’in artık atacağı son bir adım kalmıştır; bilgelik.



Bilgelik Edinmek

“İnsan ruhunun özü yeni deneyimlerden oluşur,” cümlesiyle hayalindeki bölgeye ulaşmak için elinden gelen her şeyi yapıyor Alex, her deneyim onun olgunlaşmasına katkı sağlıyor. Maddi ne varsa karşı bir duruş sergilese de yeri geldiğinde kendi amaçları için kullanmaktan çekinmiyor.


Bilgelik; hayatta karşımıza çıkan kişileri, olayları ve olguları deneyimleyip kendimize göre içselleştirmektir. Aşkın olma hali ile sıkı sıkıya bağlı bir durum bu; kendini gerçekleştirmesi, içsel doğasını tanıyan insanın dışındaki doğadan yabancılaşmadan var etmesi, onun parçası olduğunu hatırlaması belki de Alex’in olma yolundaki son nokta diyebiliriz.


“Yüzümde bir gülümsemeyle kollarınıza koşuyor olsaydım, o zaman siz de benim şu anda gördüklerimi görür müydünüz?” sözü bizlere bunun bir ifadesi olduğunu gösteriyor.

Into the Wild, Jon Krakauer'ın 1996 yılında yayımlanan ve Christopher McCandless adındaki bir gencin maceraları hakkında, filmle aynı ada sahip kitabından uyarlanıyor. Türkçeye Özgürlük Yolu olarak çevrilen filmin ve uyarlandığı kitabın orijinal adı Vahşi Doğaya Doğru anlamına geliyor ve adını eserin başlarındaki "I now walk into the wild" (Şimdi vahşi doğaya doğru yürüyorum) cümlesinden alıyor.


Yönetmenliğini ve yapımcılığını Sean Penn'in yaptığı filmin oyuncu kadrosunda Emile Hirsch, Vince Vaughn ve Catherine Keener yer alıyor. Film, En İyi Kurgu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Hal Holbrook) dalında Oscar'a aday gösteriliyor.


Into the Wild bir ekolojik kıyamet filmi. Ancak aksiyonu bol, insanların patır patır öldüğü bir film olarak düşünmeyin. En azından bu film için, kıyamet bir an değil, bir süreç ve biz de filmi izlerken sürece bir köşesinden dahil oluyoruz.


Amerikan sinemasının doğaya bakışı, ağırlıklı olarak felaket filmleri ile kendini gösteriyor. Senaryolar da bilindik bir süreçte ilerliyor; dünya veya ülke büyük bir felakete adım adım yaklaşıyor ve zirve noktasında yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Hepsinin sonucunda da deux ex machina devreye giriyor ve bir kahraman dünyamızı kurtarıyor. Avrupa sineması bunun tersine daha çok Marki de Sade geleneğinden gidiyor ve kurtuluştan daha çok acı çekmek filmin odağında kalıyor. Into the Wild bu açıdan Amerikan sineması geleneğinden ayrılıyor.


Filmin yazının başında belirttiğim savaşın önemli bir figürü olduğunu düşünüyorum; farkında olmasak da savaş artık bireysel yürütülüyor. Savaşın en güçlü silahı, bu defa sanat!


Film: INTO THE WILD

Yönetmen: Sean Penn

Yapım: 2007


Filmin uyarlandığı kitap:

YABANA DOĞRU

Jon Krakauer

Siren Yayınları, 2015

Çeviri: Taylan Taftaf

248 s.

Comments


bottom of page