top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Lucia Berlin’den sıra dışı öyküler

İlke Kamar, Lucia Berlin’in ölümünden on bir yıl sonra yayımlanan ve onu uluslararası üne kavuşturan Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı üzerine yazdı. “Lucia Berlin’i farklı yapan sadece sıra dışı hayatının öykülerinde yer bulması değil, sıradan insanlara ve hayata olan ilgisiydi.“


Yaşamı çok sıradan değildi. Santiago’dan Alaska’ya, Teksas’tan New York’a birçok farklı şehirde var olmaya çalıştı. İstismara uğrayan bir çocuk, konforlu hayat yaşayan bir kadındı. Ama derme çatma bir çatı katında ayakta durmaya çalışan da oydu. Temizlikçiydi, hemşireydi, santral operatörüydü. Hayatı hep türbülanslarla geçti. Bağımlılıkları, hastalıkları, aşkları ve korkularıyla geride ilgiyle okunan öyküler bıraktı. Lucia Berlin’i farklı yapan sadece sıra dışı hayatının öykülerinde yer bulması değil, sıradan insanlara ve hayata olan ilgisiydi. Evet, o her şeye karşı ilgi duydu demek abartı olmaz. Bu yüzden onunla birlikte alışveriş için markete gitmek, bir toplu taşıma aracına binmek ya da çamaşır yıkamak düşündüğümüz gibi gerçekleşmez. Bambaşka detaylar ve öngörülmezlik çıkar karşımıza. Lucia Berlin (1936-2004), yaşadığı uzun yıllar boyunca öyküler yazsa da, okuyucular tarafından ilgi görmesi ancak ölümünde sonra gerçekleşir. 1985’te My Jokey adlı öyküsüyle Jack London Short Prize’ı, 1991’de ise American Book Award’ı kazanan Berlin’in, Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı ölümünden on bir yıl sonra yayımlanır. Bu kitapla birlikte artık kitleler tarafından tanınmaya başlar. Geçtiğimiz günlerde Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı, Aylin Ülçer çevirisiyle Siren Yayınları tarafından okuyucuyla buluştu.


Vahşi olanın da peşinde!

Kitapta yer alan öykülerin belki de en dikkat çeken özelliği, genellikle kendisine umutsuzca çıkış yolu arayan karakterlerin yenilgilerini ortaya koyması. Dahası insan doğasının gizli özlemlerini, öfkelerini ve tutkularını gündelik yaşam içinde aktararak gözler önüne sermesi diyebiliriz. Öykülerde temizlikçi kadınlar, hastane personeli ya da bir santral operatörü yazarın kendi yaşam tecrübesini içeren gerçekçilikle bazen de gerçekliği aşarak, zaman zaman da tuhaflıklar üzerinden, mizahi bir anlatımla karşımıza çıkar. Ancak yazar, öykülerin neredeyse tümünde yaşamını yeniden kurmaya çalışan, daha çok erkekler tarafından fiziksel veya duygusal zarar gören kadınları sahneye çıkarır. Bununla birlikte, toplum tarafından dışlanan, kasıtlı olarak kendi kendini yok etmek isteyenlerin kırgınlığını, cesaretini ve öfkesini gösterir demek mümkün. Dahası yaşamın çelişkilerini, can sıkıcılığını, pişmanlıklarını günlük ve sıkıcı görünen olaylar üzerinden anlatırken vahşi olanın da peşine düşer. Örneğin ağız dolusu çekilen dişlerin detaylı bir şekilde betimlenmesi, küçük bir kızın bir rahibeyi düşürmesi ve sonrasında okuldan atılması gibi olaylarla karşılaşırız.



Berlin’in kendi yaşamından beslenerek ele aldığı öykülerinde toplumun içinde yaşayan bireylerin çok gerçekçi bir kesitini sergilediğini görürüz. Otobüs duraklarından acil servislere, çamaşırhanelere, bağımlıların deneyimlerine, yetimhane ve hastane koridorlarına uzanan öykülerde karakterler umutla umutsuzluk, umursamazlık arasında gidip gelir. Yazar hemen hemen her öyküde kendi yaşamından ve deneyimlerinden yola çıkarak farklı mesleklerde çalışanların yaşamına odaklanır. Ama bu öyle alelade bir bakış değildir. Karakterlerinin başına gelen her şeyin hayatlarını nasıl dönüştürdüğünü, hiç düşünmediğimiz bir tarafıyla ele almayı başarır. Irkçılık, ayrımcılık, özgürlük, yaşam ve ölüm gibi temaların yer aldığı kısa öyküleri çok katmanlıdır. Basit olaylar üzerinden yoğun bir his oluşturabilme gücü dikkat çeker. Hem de bir iki satırda! Öykülerinde aniden konu değişir. Tam bitti derken beklenmedik bir şeyle yeni anlamlar ortaya çıkar. Kitapta yer alan öykülerden birkaçını ele alırsak:

“Angel’in Çamaşırhanesi” bu öykülerden biri. Anlatıcı bu öyküde çamaşırhanede uzun boylu, “ihtiyar bir Kızılderili” adamı çok sık görse de yan yana oturdukları halde bile uzun zaman hiç konuşmazlar. Ancak bir gün yaşlı adam, isminin Tony olduğunu söyler. Ve aynı zamanda kabilesinin reisi olduğunu açıklar. Karısının evlere temizliğe gittiğini, dört oğlu olduğunu ve birinin Vietnam’da öldüğünü, en küçüğünün intihar ettiğini anlatır. Bir başka gün ise çamaşırhaneye kötü bir durumda gider. Yolda kavga ettiği adamlar viski şişesini kafasında kırmışlardır. Dramatik yapıyı diyaloglar ve karakterlerin zıtlığı üzerinden gösteren yazar, gündelik hayatın diliyle rastgele diyaloglarla öyküyü sonlandırır:

“O, Jim Beam’in kapağıyla cebelleşirken ben de kıyafetlerini bir kurutma makinesine doldurdum. Yerime oturmama fırsat kalmadan bana bağırdı.

“Ben bir şefim! Apaçi kabilesinin bir şefiyim ben! Siktir!”

“Sen de siktir şefim!” Öylece oturmuş içiyor, bir yandan da aynadan ellerime bakıyordu.

“Nasıl oluyor da senin gibi koskoca bir şef Apaçilerin çamaşırlarını yıkıyor?”

Bu sözlere ikisi de aldırmaz. Şef, Berlin’in sigarasını yakar ve birbirlerine gülümserler. Şef sızar. Bu karşılaşma bir daha gerçekleşmez. O ihtiyar Kızılderili’yi bir daha görmez.


Acil serviste gözlemci olmak…

Lucia Berlin’in kendi yaşamında tecrübe ettiği yerlerden biri de hastanelerdir. Tedirginlikle geçen hastane deneyimine “Acil Servis Defteri, 1977” öyküsünde yer verir. Yazar acil serviste işlerin hiç kolay yürümediğini anlatırken birçok detayla bunu ortaya koyar. Kritik travmalar, kalp krizleri, intihar vakaları, zehirlenme, depresyon gibi nedenlerle hastaneye yatanlara koğuş görevlisi olarak yaptığı tanıklıklara yer verir. Hasta yakınları, çalışanlar ve hastaların hareketli ortamında geçen günlerin mücadelesi ve sürtüşmelerle yaşamı ne pahasına olursa olsun sürdürenlerin farklı hayatlarını gösterir bize: “Özel ambulans servisinin cenaze arabasını andıran Cadillac’ları gün boyunca geri manevra yaparak acil otoparkının hemen soluna yanaşır. Sedyeleri sabahtan akşama dek hemen penceremin önünden radyoterapi bölümüne doğru süzülür durur. Ambulanslar gridir, şoförlerin üniforması gridir, battaniyeler sarı-gridir; tabii doktorlar kafataslarına ya da boğazlarına kırmızı kalemle bir işaret koymadılarsa.”


Bir diğer ilginç öyküsü ise Yas’dır. Yazar, yakın zamanda ölen insanların evlerini temizleyen karakterin bu deneyimini konu edinir. Ana karakter yola devam etmeye, yaşamını sürdürmeye mecburdur. Ve bu boş evlerde kendi yaşam düşünü gerçekleştirmeye çabalarken; evlerin anlattığı hikayelerin de peşine takılır. Geride kalan eşyalar, kimi zaman notlar anlatıcının geride kalanların hayatıyla bağ kurmasına neden olur: “Çoğunlukla boş evleri temizliyorum, ama boş evlerin bile hikayeleri var, onlar da ipuçlarıyla dolu. Bir dolabın ta gerisine tıkıştırılmış bir aşk mektubu, kurutma makinesinin arkasındaki, boş viski şişeleri, alışveriş listeleri. “Gelirken çamaşır deterjanı, bir paket yeşil makarna ve altılı paket Coors getir lütfen. Dün gece öyle demek istemedim”.


Lucia Berlin’in öykülerinin otobiyografik izler taşıması zaman zaman eleştirilse de yazılarında yaşama, olaylara ‘başka türlü’ bakmayı başarır. Ancak ‘tekrarlar’ aynı öykünün başka versiyonlarını okuduğunuz hissini de uyandırır. Bununla birlikte yazar, gerçek kişileri ve yaşantıları ilgisiz bir kurgunun içine ustalıkla yerleştirir. Bunu yaparken gerçekliğin farklı ve ‘kusurlu’ görünümlerini alternatif yaşamlar üzerinden gösterir.


TEMİZLİKÇİ KADINLAR İÇİN EL KİTABI

Lucia Berlin

Siren Yayınları, 2021

Çeviri: Aylin Ülçer

432 s.




bottom of page