Malina: Faşizme feminist başkaldırı…
- Peyman Ünalsın Gökhan

- 28 Tem
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Tem
Peyman Ünalsın Gökhan, Ingeborg Bachmann’ın adından kurgusuna, içinde küçük oyunlar barındıran akılcı, otobiyografik kurmaca romanı Malina hakkında yazdı.

Malina, Bachmann’ın, Ölüm Türleri ismiyle üçleme olarak plânladığı roman dizisinin 1971’de yayımlanmış ilk kitabı. Maalesef 1973 yılında, aldığı aşırı dozda uyku ilacının etkisiyle elinde sigarasıyla uyuyakalan Bachmann, Roma’daki evinde yanarak ölüyor. Üçleme tek kitapla yarıda kalıyor.
Klagenfurt, Avusturya doğumlu Ingeborg Bachmann üç kardeşin en büyüğü. Felsefe, psikoloji, hukuk ve Alman filolojisi okumuş. Alman ordusunun Avusturya’ya girişinden sonra hayatında bir kırılma oluyor. Nazi’lere katılan babasının aile ortamına kattığı gerginlik Malina’da fazlasıyla hissediliyor. Ölüm Türleri’nin ilk romanını babasına atfetmiş gibi. Baba figürünün bir kız çocuğunda açtığı yaralar, yetişkinlik çağında da kanamaya devam ediyor. Babanın faşist tutumu ikili ilişkilerdeki güvensizliği büyütüyor. Erkek egemen topluma bir başkaldırı olarak kadının içindeki isyanı çoğaltıyor.

Kadın direnç gösterdikçe güçleniyor ama içten içe çürüyor. Ingeborg Bachmann’ın çağdaş yazarlarla bir arada olduğu fotoğraflardaki duruşuna bakın. Güçlü, yenilmez, dik başlı, umursamaz. Oysa hayat hikâyesi tam tersini söylüyor. Bıkkın, yorgun, stresli. Uykusuz geceler yakasını bırakmıyor. Uyku haplarına sığınıyor.
Bence romanın en can alıcı yanı, adı. Malina, ahududu gibi insanın kulağına hoş gelen bir anlam taşımasının dışında İbranice bir isim. Ve dişil bir isim. Bazı kaynaklara göre yatıştıran manâsına gelse de bu isme sahip kişilerin güçlü gibi görünen ama özgüven yoksunu kişiler oldukları yazıyor. Felsefe ve psikolojiye güçlü bağlarla ilmeklenen romanın ismi bile ince, zarif bir dantel âdeta. Her ne kadar Ingeborg Bachmann kitabın girişinde bize ana karakterlerin isimlerini ve kısa biyografilerini verse de ki bu açılışta Bachmann’ın radyo oyunları yazarlığının izlerini sürüyoruz, bende Malina’nın erkek olduğuna dair bir fikir oluşmadı. Bunda zihnimin uzun yıllar mâruz kaldığı İtalyan ekolünün payı da yadsınamaz; Malina kesinlikle dişil bir ad. Ama ilk bölümün hemen başlarında yazar, Malina’nın ‘nazik bir erkek olduğundan’ söz ederek karakterin cinsiyetini mühürlüyor. İsmi olmayan ve Ben diye adlandırılan, romanda geçen bazı mektupların imzalarında Bir Kadın olarak geçen anlatıcı karakterimizin zihnindeki erkek taraf Malina. Bu sebeple bir antitez niteliği içeriyor diyebilirim. Eril hırsına yenik düşmüş herhangi bir kadının içindeki erkek ses. O yüzden Ben anlatıcı karakterin bir adı yok. Ben, sen, o, biz olabilir.
Üç bölümden oluşan romanın ilk bölümünde Ben anlatıcı karakterin, Ivan ve Malina isimli iki erkekle aynı anda yaşadığı ilişkiye odaklanıyoruz. Malina, Ben’in düşürdüğü her eldiveni yerden alıp kaldırırken Ivan ise sadece bulaşıcı gülme ânlarını paylaştığı, eşinden ayrılmış iki çocuklu bir adam.
“Ivan ve ben: bir noktada birleşen dünya. Malina ve ben, ikimiz bir olduğumuz için: aykırılaşan dünya.” Malina: 110
Dünya, toplum, erkekler, kadınlar, savaş, barış üzerine felsefî ve psikolojik düşüncelerinin duygu durumuna zaman zaman şizofrenik etkisini yansıtan bir karakter Ben.
İkinci bölüm Bachmann’ın baba sancısını okurun karnına saplıyor.
“Görünmeyen gölün çevresini çok sayıda mezarlık süslemekte. Mezarlıklarda haçlar yok, ama her mezarın üstünde büyük ve karanlık bulutlar var; mezarlar üstlerinde yazıların bulunduğu taşlar neredeyse gözükmüyor. Babam yanımda duruyor ve elini omzumdan çekiyor, çünkü mezarcı yanımıza gelmiş. Babam, emredercesine yaşlı adama bakıyor, mezarcı, babamın bu bakışından sonra, korkuyla bana dönüyor. Konuşmak istiyor, ama yalnızca ses çıkartmaksızın, uzun bir süre dudaklarını oynatıyor, ve ben ancak son cümlesini duyabiliyorum:
Burası, öldürülmüş kız çocukların mezarlığıdır.
Bunu söylememeliydi bana, acı acı ağlıyorum.” Malina: 151
Bachmann babasının ideolojisinden intikam alırcasına Yahudi asıllı Rumen şair Paul Celan ile on dokuz yıl süren, mektuplaşma yoğunluklu bir ilişki yaşar. Paul Celan ile Bachmann’ın yolları, Celan’ın, uzun zaman kaldığı Romanya’daki toplama kampından Viyana’ya geldiği 1948 yılında kesişir. Celan, Nazilerin elinden sağ çıkmayı başarmıştır. Belki de kaderin tuhaf bir oyunudur. Ve Bachmann oyunu bu şahane romanında sürdürür. Celan ve Bachmann’ın ilişkileri kadar ayrılıkları da şiirsel. Celan bu ayrılığı kaldıramaz. Bachmann’ı "katili" olarak nitelendirir. Malina’da ölen Ben’in varoluşu belki bu hikâyeden de geliyordur.
Malina üzerine yapılan bir röportajda Bachmann “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…” diyerek dünyanın kötüyü besleyen hastalıklı bir yer olduğu ve tohumlarının insanlar arasında atıldığını vurgular.
Bachmann, edebî sanatını disiplinlerarasının gücüyle birleştirme yolunda Alman besteci Hans Werner Henze ile iş birliği de yapmış. Hans Werner Henze, Bachmann’ın Güllerin Fırtınasında ve Serbest Geçiş adlı şiirlerini besteler. Bachmann ise Henze’nin operalarına libretto yazmış. Romanın, Ben ve Malina’nın mektuplar, mektuplaşmalar üzerine kurgulanmış üçüncü ve son bölümünde, Bachmann’ın müzikle yakınlığının izdüşümlerine rastlamak mümkün. Diyalogların başına ruh durumlarını belirtircesine müzikal ritmlerden esinlenilmiş İtalyanca terimler eklemiş; forte, con fuoco, allegro, sotto voce. Dilin duyguları ifade etmekteki yetkinliğine yoğunlaşan Bachmann, yapıtlarında farklı anlatım tekniklerini kullanarak metinlerinin his baremini yükseltiyor.
Kitapları okumadan önce yazarlarının hayatını incelemek, metni ve metnin ruhunu irdelemekte okuru birkaç adım öne taşıyor. Bachmann’ın hayat hikâyesine vâkıf olunca roman sizi daha çok içine alıyor. Elinizi kolunuzu bağlıyor, nefes alamaz oluyorsunuz. Tıpkı şu satırları okuduğumda bana, sayfaya not düşüren duygu gibi.
“Kısa süre sonra ben bitirme sınavlarına girmek zorundaydım ve üç büyük sınavın olacağı sabah Felsefe Enstitüsü’ndeki sobanın tüm korları dışarı döküldü. Birkaç kömür ya da odun parçasını ayağımla ezdim, bir kürek ve süpürge bulmak için koştum, çünkü kadın hademeler daha gelmemişlerdi, kor ve duman korkunçtu, bir yangın çıksın istemiyordum, korları ayaklarımla ezdim, ondan sonra enstitünün içi günlerce koktu, ayakkabılarım kavrulmuştu, fakat hiçbir şey yanmadı.” Malina: 257

Yazarların dünyaya bakışı, onu görmesi ve önsezilerinin gücü mü bunu yaptıran? Bir çekim yasası mı? Kaderin cilvesi ya da? Nasıl adlandırırsak adlandıralım Bachmann’ın ikili ilişkilerde doğan faşizme karşı takındığı feminist direniş, beni ona bağlayan.
Romanın çevirmeni Ahmet Celal’i daha ilk okuduğunda etkileyen ve dilimize kazandırılmasında, hatta çeviri kokmasında hiç tereddüt etmeden içinden geldiğince hareket etmesine sebep olan şey, Bachmann’ın o dik duruşu ve dile verdiği öneme duyduğu saygıdır.
Ingeborg Bachmann’ın Malina’sı, yeni bir savaşa uyandığımız her gün, yüreğimizden yükselen faşizm karşıtı sesimiz niyetine…
MALINA
Ingeborg Bachmann
Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Ahmet Celal
282 s.











































Yorumlar