top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

"Geçtiğim yerleri anlatıyorum, çünkü ben onların bir parçasıyım"

S. Serdar Yegül, Cevat Şakir Kabaağaçlı / Halikarnas Balıkçısı'nın Mavi Sürgün isimli otobiyografisi odağında yazdı: "Halikarnas Balıkçısı’nın bir yer, bir insan ya da bir sanat eseri olarak tarif ettiği 'gönül yurdu'nu bulabildik ve bu yolla dönüşebildik mi?"



Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973), Mavi Sürgün isimli otobiyografisinde 1918-1947 yılları arasında yaşadığı olayları anlatır. 


1918 yılında Birinci Dünya Savaşı bitmiş ve İstanbul bazı yabancı ülkelerin silahlı kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir. İşgal kuvvetleri İstanbul halkına eziyet etmektedir. Bu yıllarda Cevat Şakir, İstanbul, Babıali’de gazete ve dergilerde yazılar yazmakta, resimler ve karikatürler çizmekte ve yabancı dilden tercümeler yapmaktadır. Gerek İstanbul’un işgalinin yarattığı ağır hava ve gerekse şehrin rutin hayatı Cevat Şakir’i sıkmakta ve onda “bitmişlik” hissi uyandırmaktadır. O da çareyi, o zamanın şehir kenarı olan Rami, Kâğıthane ve Çamlıca gibi semtlere kaçmakta bulmaktadır.   



“Gönül Yurdu”nun arayışı

Tam bir manzara tutkunu olan Cevat Şakir, girdiği her mekânın bir manzaraya bakmasını ister. Örneğin İstanbul, Harem’deki evi Marmara Denizi’ne bakmaktadır. Tren ve otobüs yolculuklarında manzarayı seyretmek için sürekli pencere kenarında oturan Cevat Şakir, manzaranın onun için bir “duygu kaynağı” olduğunu söyler. İlaveten Cevat Şakir, “Meçhul Diyar” ve “Tılsımlı Ada” adını verdiği ve sezgi yoluyla keşfedilebileceğini söylediği bir “gönül yurdu”nu aramaktadır. Kimi için bir yer, kimi için bir insan, kimi için ise güzel bir sanat eserinin “gönül yurdu” olabileceğini söyler.  



Bodrum'a sürgün ve uzun bir yolculuk

1925 yılında Resimli Hafta isimli dergide yayımlanan bir yazısından dolayı İstanbul’da tutuklanan Cevat Şakir, Ankara İstiklal Mahkemesine sevk edilir. Stresli bir mahkeme sürecinden sonra Bodrum’da üç yıl kalebentlik (Bodrum sınırları içinde kalma) cezasına çarptırılır. Cezasını çekmek üzere, kendisini Bodruma götüren askerlerle birlikte Ankara’dan yola çıkan Cevat Şakir, ancak altı ay sonra Bodrum’a varabilir. Çünkü kafile, Afyon, İzmir, Aydın, Çine, Muğla ve Milas duraklarında günlerce mola vermek zorunda kalır.  


Cevat Şakir Ankara’dan yola çıkıp bozkırı geçerken, Zaro Ağa’yı kaynak göstererek, 150 yıl önce buraların “ormanlık bir bölge” olduğu bilgisini verir. İzmir’e varmak üzereyken güneş batmaktadır; ağaçların adeta köklerini tartarak ışığa doğru gitmek istediklerini anlatır. Aydın-Çine arasında; dağların onları bağırlarına basmak için adeta kollarını açtığını söyler; “Bütün bu kayalar, sular ve ağaçlar şekilleri ve renkleriyle bana göre sevgi ve duygudur” der. Çine-Muğla arasında; dağların öte tarafında İstanbul’un rutin hayatının kaldığını, bu tarafında ise güneş ve hürriyetin bulunduğunu söyler.    



İlk temas: Bodrum’un ruhu

Bodrum’a vardıklarında askerler belgeleri Kaymakam’a verir ve Cevat Şakir’e cezası okunur. Bodrum Kaymakamının yardımı ile kendisine deniz kenarında kiralık bir ev tutan Cevat Şakir’in ilk sözleri: “Pencerelerde saksı saksı, teneke teneke fesleğen, karanfil, şebboy ve başka çiçekler. Deniz rüzgârı serin serin, tuzlu. Beyaz Memleket” olur. 



Halikarnas Balıkçısı’nın doğuşu

Cevat Şakir, kiraladığı evin bahçesinde yalnız kaldığında yere diz çöker ve çocukluğunda olduğu gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. İçinde kıyametler kopmaktadır. Bir müddet sonra ayağa kalkar, Babıâli yokuşunda boyunduruğa vurulmuş Cevat’ı yerde bıraktığını, onun içinden başka bir insanın, Halikarnas Balıkçısı’nın çıktığını söyler. Bodrum, Cevat Şakir’i kendisine çekmiş ve onu Halikarnas Balıkçısı’na dönüştürmüştür.   



İkinci Bodrum dönemi: Dönüş ve derinleşme

Bodrum’da bir yıla yakın kalan Cevat Şakir’e Ankara İstiklal Mahkemesinden yeni bir karar ulaşır; cezasının geri kalanını İstanbul’da çekecektir. İstanbul’da geçirdiği 1,5 yılın ardından tekrar Bodrum’a dönen Cevat Şakir, yanında yabancı dilde balıkçılık, tarım ve fidancılık kitaplarını ve yeni olta takımlarını da getirir. Bodrum’daki ikinci dönemde de her konuda köylülere yardım eder, pek çok zaman denizde sandalıyla gezer, balık tutar ve tuttuğu balıkları köylülerle paylaşır. 


Yeni başlangıçlar

Derken Bodrum’da bir deprem olur. Deprem sonrası Halikarnas Balıkçısı, yabancı dildeki inşaat kitaplarına bakarak yeni tip bir ev tasarlar ve inşa eder. Diğer yandan, başka ülkelerden posta yoluyla getirttiği bitki tohumlarını, daha geldiği ilk saatlerde toprakla buluşturur.


“Bodrum’un berrak mavi ışığı, beni saydam mı yapıyor nedir!” (Fotoğraf: Ara Güler)
“Bodrum’un berrak mavi ışığı, beni saydam mı yapıyor nedir!” (Fotoğraf: Ara Güler)

Bir kimlik ve felsefe olarak Halikarnas Balıkçısı

İstanbul’da bitmişlik duygusu yaşayan Cevat Şakir’in “gönül yurdu”nu aradığını söylemiştik. Bodrum cezası, onun için gökte arayıp ta yerde bulduğu bir fırsat olur. Cevat Şakir, “Bodrum'da kimliğini ve kişiliğini bulur.” Mavi Sürgün kitabı yoluyla hayatının bir bölümünü (1918-1947) ve yaşam felsefesini bizimle paylaşır. 


Mavi Sürgün’de örneğin, bir tren yolculuğunda tesadüfen yan yana oturduğu insanların birbirleriyle havadan sudan konuştuktan sonra susmaları ona anlamsız gelir ve içinden “bu kadar mı yani?” der. İnsanların ciddiyetle birbirleriyle ilgilenmelerini ister. Bir başka örnek, “Bodrumdaki açıklıklar insanlara her yönden ‘Gel! Gel! Gel!’” derken, ahalinin bir bölümünün Bodrum kahvesinde oturup vakit öldürmesi Balıkçı’yı çileden çıkarır. Adeta onlara, Moğollar müzik grubunun eskimeyen şarkısında olduğu gibi: “Bişey yapmalı!” der.


Dönüşümün çağrısı

Balıkçı’nın yaşama bakışı oldukça nettir: “Ben dolaylarımda yaşar ve onlarla birlikte otururum. Geçtiğim yerleri anlatıyorum, çünkü ben onların bir parçasıyım”. Günümüzün “ego-eko” tartışmaları açısından bakıldığında, Balıkçı’nın tam bir “eko” (ekoloji) taraftarı ve tam bir çevreci olduğu söylenebilir. Balıkçı çevrecilik ilhamını sabırlık bitkisinden ve tarlakuşundan almaktadır. Sabırlık bitkisinin kurak iklim şartlarında kökleriyle toprağa sımsıkı tutunduğunu ve bitkinin ortasından çıkan sırıkla çardaklar yapıldığını görmüştür. Diğer yandan tarlakuşunun candan ötüşüyle insanları mest ettiğine şahit olmuştur. Her ikisi de hayattan aldıklarını fazlasıyla hayata vermektedir. Sanki Balıkçı biz okurların kulağına, “onlar hayattan aldıklarını hayata veriyorlar, ya siz?” diye fısıldamaktadır.  


Mavi Sürgün’ün sonuna geldiğinizde, ister istemez kendimize şu soruları sorabiliriz: Halikarnas Balıkçısı’nın bir yer, bir insan ya da bir sanat eseri olarak tarif ettiği “gönül yurdu”nu bulabildik ve bu yolla dönüşebildik mi? Bu sorulara “tamamen evet” cevabını veremesek de, Mavi Sürgün’ü okuduktan sonra “gönül yurdu”na giden yolu öğrendiğimiz söylenebilir. Bu yolun, “gönül yurdu”nu bulup dönüşümü gerçekleştirmiş ya da bu dönüşümde önemli mesafeler kat etmiş yazarların eserlerini okuma yolu olduğu söylenebilir. Bu nedenle, yazıyı bitirirken; “iyi ki edebiyat var ve iyi ki Halikarnas Balıkçısı ve onun gibi yazarlar var!” demeden edemiyorum.


MAVİ SÜRGÜN

Halikarnas Balıkçısı

Bilgi Yayınevi, 2008

225 s.



Kommentare


bottom of page