Okuru dikenli yollarda yürüten bir roman: Ev
Hiç kuşku yok ki Nermin Yıldırım, kendi okurunu yaratmış, kendi edebiyat macerasında büyük bir heves ve istikrarla geleceğe doğru emin adımlar atan yazarlarımızdan biri. Sibel Yükler, Nermin Yıldırım'la son romanı Ev üzerinden gelişen, açıldıkça renklenen ve hayatın birçok başka noktasına dokunan özel bir söyleşi yaptı.
Sibel Yükler
Nermin Yıldırım, hep kitap’tan çıkan yedinci romanı Ev ile bu kez okuru hikâyenin başladığı yere, eve götürüyor. Geçmişiyle, benliğiyle yüzleşmeye başlayan Seher’in, geçmişin izlerinden kaçmak yerine o izleri takip ederek yürüdüğü bir yolculuğa tanıklık ediyoruz.
Yıldırım, bu yolculuğu, “Yürürken kendine, yani artık orada olmayan kendine, bir fotoğraf albümünü inceler gibi uzaktan bakmaya başladı Seher,” sözleriyle anlatıyor.
Kendi tabiriyle konforlu alanlar yerine, hep mayınlı alanlarda kazı yapmayı tercih eden Yıldırım, son romanı Ev’in kahramanı Seher için de, “Yüzeyden dibe doğru giderken, hakikat dediği şeyin kurgudan ibaret olduğu gerçeğiyle karşılaşıyor,” diyor.
Unutma Beni Apartmanı’nın başladığı yerde biten Ev, Yıldırım için uzun bir hikâyenin son cümlesi, o apartmanın kapısının kapatılışı... Bu söyleşide Nermin Yıldırım ile, ilk romandan Ev’e o uzun hikâyeyi baştan sona konuştuk.
Ev’i ve evle birlikte özellikle seni konuşmak istiyorum. Öncelikle Ev’den başlayalım. Arka kapağında şöyle bir cümle var: “Bizleri uzun bir yürüşe çıkararak, kendini evinde hissedemeyenlerin, evlerinden zorla koparılanların, kaçmak zorunda kalanların ve hiçbir yere sığınamayanların dünyasına ortak ediyor.” Herkesin sorduğu soruyu biraz değiştirmek istiyorum. Seher’le arkadaşı Ogo’nun Camino de Santiago yürüyüşüyle başlayan o uzun yolculuğu eve dönmenin, eve ulaşmanın arzusuyla mı yapıldı?
Yolculuğun en temelinde Ev’i sorgulama ve o muğlak adresi arama arzusu vardı. Ev’in bir dönüş ihtimali olabileceği hissi ise zamanla açığa çıktı. Hepimizin en derininde yatan arzularından değil midir bu? O ilk sıcak yuvaya, düştüğümüz bahçeye, ana rahmine dönme arzusu. O imkânsız vuslat. Aynı kişinin aynı yere dönmesinin imkânsız olduğunu bildiğimiz için de acı çekeriz. Dinmeyen bir sıla hasretiyle yaşar dururuz.
Kitapta izlenen güzergâh Hıristiyanların hac yolu esasen. Bahsettiğin o özlenen yerden çok uzakta, çok farklı noktada. Seher, bu yolcuğu onu evden koparan nedenlerden uzaklaşmak için yapıyor olabilir mi? Çünkü esas evinin, geçmiş izlerinin çok uzağında bir yolculuk bu.
Bazen içinde durduğumuz fotoğrafın tamamını görebilmek için uzaklaşıp öyle bakmamız gerekir. Ama o vakit de biz çerçeveden çıkmış oluruz. Olmamız gereken yerde bir gölge, uygun gördüğümüz bir leke durmaktadır artık. Bu sıkça yaşadığımız bir paradoks ve kendilik algımızdaki sapmalara dahil edilebilir. Seher’in seçtiği yol tümüyle baştan kurgulayabileceği ve kendisine istediği rolü biçebileceği bir yerdi. Her ne kadar yol bile iktidar ilişkilerinden yakasını kurtaramayıp erk sahipleri tarafından tanımlanmış olsa da, Camino de Santiago’nun kökü, şimdilerde çerçevelenen yaygın hikâyeden çok daha eskilere dayanıyor.
Pratikte esas tarihini tarihçilere değil, yürüyüşçülere bırakan, her okurun okuyuşuyla yeniden yazılan bir roman gibi her adımda kendini yeni baştan yazdıran bir yoldan bahsediyoruz. Seher geçmişin izlerinden kaçmaktan ziyade, o izleri takip ederek yürüdü yol boyunca. Gizli bir planı vardı ve o yol planını uygulamak için uygun görünmüştü ona.
Geçmişine bakınca, Diyarbakır’da da geçen çocukluk anılarını görüyoruz. Bir cümlede, ait olduklarıyla oluşan, gelişen, buna sahip çıkan değil de “arada kalan” bir profili olduğunu söylüyor. Seher, geçmişle, kendisiyle çok uzaklarda yüzleşeceği bir yolculuk çizerken o izleri nasıl takip etti?
Bu arada kalmışlık hali toplumumuzda epeyce yaygın bir profile tekabül ediyor bence. Aynı yerde doğup büyüyenlerimizde bile var. Yürürken kendine, yani artık orada olmayan kendine, bir fotoğraf albümünü inceler gibi uzaktan bakmaya başladı Seher. EMDR terapisinden de destek alarak yaptı tabii bunu.
“Hiçbir zaman konforlu alanlarda yazmayı çekici bulan biri olmadım”
Nasıl bir süreç ilerliyor?
Ruh ve beden hafızasında beklenmedik kapılar aralayabilen bir psikoterapi tekniği EMDR. Seher’in gördüğü terapiler ışığında, yol boyunca hayatını fotoğraf albümü gibi kare kare seyredişine, vaktiyle travmalar üzerine kilitlenip kalmış kayıtlar yoluyla benliğine ulaşmak için çabalayışına şahit oluyoruz. Yani kahramanımız aslında dışarıdan ziyade içeride yürüyor. İleriye değil, geriye doğru. Hayatın ileri doğru yaşandığını fakat geriye bakarak anlaşıldığını söyleyen Kierkegaard’ın rotasında.
Bu aynı zamanda başa çıkması zor bir süreç de olabilir. Arjantinlilerin, hakikat ve adalet mücadelelerinde söylediği, “No al olvido”, yani “Unutmaya hayır” sözü, politik anlamı kadar ruhsal anlamıyla da çok kıymetli. Ama Seher’in benliğine ulaşma çabası, hayatını kare kare izlemesi aynı zamanda hatırlamanın yükünü de beraberinde getirebilir. Ev, Seher’in kendi hikâyesini kendisinin kurtarması diyebilir miyiz?
Hatırlamanın meşakkatli bir iş olduğunda hemfikiriz. Toplumsal olarak da böyle bu, kişisel olarak da. Neticede bellek tümüyle politik ve mayınlı bir alan. Buradan bakınca hatırlamanın bir cennet vaadi yok ama tam göbeğinden geçerek de olsa sonunda cehennemden çıkma vaadi taşıyabilir. Hatırlamak ve beraberinde yüzleşmek. Bu anlamda Ev’de derin bir kazı var. Seher özbenliğine ulaşmaya çalışan, sancılı bir kazı yapıyor. Yüzeyden dibe doğru giderken, hakikat dediği şeyin kurgudan ibaret olduğu gerçeğiyle, yani geçmiş yaşantılarını aktüel ihtiyaçlarına göre kurguladığı gerçeğiyle karşılaşıyor. Pek çok psikanalistin Janet ve Freud’dan ilhamla kurcaladığı o meşhur sahte anı olgusuna yaslanarak, hatıralarını sorguluyor diyebiliriz. Hatırlamayı seçtikleriyle ya da düpedüz uydurduklarıyla geçmişi baştan dizayn ettiğini ve yıllarca kendi yalanına inanmayı becerdiğini görüyor.
Biliyorsun, bunu toplumlar da sık yapar, tek tek bireyler de. Sahiden dürüst olduğumuzda çoğumuzun kendimizde, hiç değilse bazı konularda benzer eğilimler fark edebileceğimizi düşünüyorum. Karanlık bir aydınlanma elbette bu. Senin de söylediğin gibi beraberinde büyük yükler getiriyor. Ama yeterince cesur ve dürüst davranmayı başarırsak o karanlık yol aydınlık bir başlangıç noktasına çıkabilir. Bizi hiç ummadığımız biriyle tanıştırabilir: Kendimizle. Tanıştığımız kişiyi kolayca sevebileceğimizi garantileyemem ama anlamayı deneyebiliriz. Kişiler ve toplumlar için yüzleşmenin zor fakat önemli bir adım olduğunu düşünüyorum.
Hatırlamanın bir nevi kurgulamaya benzediğini söyledin. Sözlü tarih anlatılarında da karşımıza çıkar. Geçmiş inşası uzak olmadığımız bir gerçek. Ev, okurun sıklıkla karşılaşmadığı türden bir roman ama bir yandan da sıklıkla boğuştuğu gerçekliği anlatıyor. Nasıl dönüşler aldın?
Şu son tanımından hareketle söyleyeyim; “sıklıkla boğuşulan bir gerçeklikten sıklıkla karşılaşılmayan türden bir roman” çıkmışsa, ortaya bir parça sert bir metin çıkmış olma ihtimali var sanırım. Bu anlamda Ev, okuru zaman zaman dikenli yollarda yürüten bir metin oldu. Hedefim baştan beri buydu. Açıkçası hiçbir zaman konforlu alanlarda yazmayı çekici bulan biri olmadım. Bilhassa ana karakterlerimi kurarken kolayca sevilecek karakterler yazmayı arzulamadım. Aksine derdim hep en kabul görmeyecek olanı bile anlamaya çalışmaktı. Yapış yapış, içi boşalmış bir sevgi diline değil, anlamaktan gelen sahici merhamete inandım yani. Özellikle kadın, aile, annelik ve ebeveyn-çocuk ekseninde serpilen hikâyelerde riskli alanlar, kilitli odalar çekti beni. Mayınlı alanda kazı yapmayı, koruyucu giysilerden soyunmayı tercih ettim. Velhasıl Ev’de de kurgudan dile sızmasına çabaladığım arınma/soyunma dilini çokça okur fark etti ve buna memnun oldum.
Onun dışında en sık gelen mesajlar, romanla kişisel deneyimleri üzerinden bağ kuran okurların Seher’in hikâyesiyle tetiklenerek kendi hikâyelerini paylaştığı mesajlar sanırım. Seher’in içsel yolculuğunun onlara kendi yolculuklarında ilham verdiğini söyleyenler, kendi deneyimini paylaşanlar ya da EMDR’dan hareketle romanın psikolojik boyutuyla ilgili mesleki heyecanlar duyan terapistler oluyor. Buna elbette seviniyorum ama bütün romanlarım için hep söylediğim şeyi tekrarlamak istiyorum: Bu bilimsel bir yapıt değil, edebi bir metin. Okuma zevkinden ve bolca sorgulamadan fazlasını vadetmiyor. Öte yandan edebiyatın ruhları birbirine bağlamak, deneyimleri paylaşmak ve kolektif hafızayı bütünleyerek yalnız olmadığımızı hissetmemize vesile olmak noktasında iyi bir anahtar olabileceğini düşünüyorum ve bu da az şey değil.
“Ev, puzzle’ın son parçası, uzun bir hikâyenin son cümlesi”
Evet, mesela Unutma Beni Apartmanı, Süreyya’nın onu bebekken terk eden annesiyle yıllar sonra gelişen hikâyesiyle başlıyor ve bambaşka bir yolculuğa sürüklüyor. Üstelik anne-kız öyküleri, gerçek hayatta da aşılması zor olduğu için mayınlı bir alan. O hikâyede geçmiş denen resmin, gerçeği dinledikçe ne denli farklı kurgulandığına, aslında bir inşa olduğuna ve asıl gerçeğin kurguyu altüst ettiğinde neler olduğuna tanıklık ediyoruz.
Çok güzel, duyduğumda mutlu olduğum türden bir örnek verdin. İlk romanla son roman arasındaki köprünün temelinden bahsediyorsun tam da. Aynı izlek üzerinden farklı perspektiflerle farklı hikâyeler. İlk romanda kutsal annelik müessesesinin dayatmalarına bir isyan vardı, sonuncusunda ise isyancı taraf bu defa anne değil kız çocuğu. Sonra mesela Rüyalar Anlatılmaz’da ev kaçılan, karanlık bir yerdi, son romanda aksine aranan, ulaşılmaya çalışılan yer. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu bağlantıları izleyerek bugüne dek yazdığım yedi romanın her birinin meseleleri ele alış biçimine baktığımızda, gerçeğin farklı izdüşümlerini kapsayan daha büyük bir fotoğraf çıkıyor ortaya. Her biri başka hikâye anlatsa da, her bir romanı birer gerçek ihtimali, gerçeğin farklı izdüşümleri, yani bir nevi perspektif meselesi gibi okumak mümkün.
Bilhassa kadınlık, annelik meseleleri bakımından. Bunları en başından beri birbirleriyle konuşan romanlar olabilmeleri gayesiyle kurguladım, bunun için çabalayarak yazdım. Bu anlamda Ev benim gözümde bir puzzle’ın son parçası, uzun bir hikâyenin son cümlesi, belli temaları farklı perspektiflerden sorgulamaya çalıştığım bir yolculuğun sonu diyebiliriz. Şimdi artık gelen tepkilerden okurun yavaş yavaş romanlar arasındaki kırık aynayı bütünlediğini ve farklı hikâyelere dağılmış parçaları iç içe geçirdiğini görüyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. Tek tek romanların hikâyesi dışında, hepsini kapsayan, başka, daha büyük ve temel bir hikâye vardı çünkü anlatmak istediğim.
Sana haliyle sıkça bellek, hafıza, geçmişle yüzleşme, rüyalar gibi konuları romanlarında işlemen üzerine sorular soruluyor. Benim sorum da mekân hafızası üzerine. İnsan hafızası, mekân belleğiyle de bir bütün. Az önce de bahsini geçirdin; kolektif hafıza sebebiyle de ziyadesiyle politik bir kavram. Seher ve şimdiye kadarki onca karakterin hem bellek hem de mekânlarla ağırlıklı bir ilişki kurdu. Bu ilişkiye nasıl bakıyorsun?
Mekân belleği, dediğin gibi doğrudan politik bir alan. Tarih boyu toplumlar mekânla tıpkı dille olduğu gibi çokkatmanlı ilişkiler kurmuşlar. Hakikati dilediklerince eğip bükemediklerinde, onu tanımlayan dili ve çevreleyen mekânı tahrip etme yolunu seçmişler. Bugün kentlerimizde belli mekânların hızla yok olmasının tek sonucu kişisel belleklerimizin tahrip olması ve nostalji arzumuzun kaşınması değil. Esas sonuç, onların temsil ettikleri dünyayla kurduğumuz bağın incelmesi ve o dünyanın yavaş yavaş silikleşen bir fotoğraf gibi, hiç yaşanmamış bir rüyaya dönüşmesi. Daha korkunç olan da onun yerine hızla inşa edilerek dayatılan yeni mekân, yeni tarih, oluşturulan yeni bellek.
Peki sen yazarlığının hangi evresinde, hangi evindesin? Neler arıyor, neler görüyor, neler deneyimliyorsun? Ev romanın, bu sürecin neresinde yer alıyor?
Son on yıldır etrafında gezindiğim, içinde eşelendiğim, neredeyse saplantılı biçimde kurguladığım kimi temalardan artık azat olduğumu hissediyorum. O temaları eşelerken, onların etrafına örülmüş yedi ayrı hikâye anlatmaya çalıştım. Bunlar her ne kadar müstakil romanlar olsalar da o evrenin parçasıydılar. İlk üçü, o yıllarda henüz yolun çok başında olduğumdan yüksek sesle söylemediysem de sonradan anlaşıldığı gibi bir üçlemeydi zaten: Kafes Üçlemesi. Kafesten kasıt başta aile olmak üzere bizi koruyan, korurken sıkıştıran ve yeniden inşa etmek adına budayan kurum ve ilişkilerdi. Sonraki dört roman da ailede sembolize olan kurum ve ilişkileri genişletmekle birlikte yine aynı evren içine inşa olmuştu.
Mekân olarak bir romanda evi, öbüründe tımarhaneyi, diğerinde savaş coğrafyalarını, bir başkasında maziyi imha eden bir merkezi ve en nihayet son olarak Ev’de yolu kullandım. Mekân kullanımının bile sırasıyla bakıldığında kendi içinde bir hikâyesi olduğunu söyleyebilirim. Bu son roman Ev, ilk romanın, Unutma Beni Apartmanı’nın başladığı yerde bitiyor. Şimdi ben de içindekilerle birlikte apartmanın kapısını kapatıp yeni yazın serüvenlerine, kurcalanmayı bekleyen taze meselelere doğru yol alabileceğimi hissediyorum.
“Yaraların adresini evvela çocukluk evlerinde aradım”
Öyleyse Ev’le birlikte yedi romanın yolculuğu için, sadece mekânların değil, yaraların da müşterek temellerden birleşerek yeni yollara saptığı ve nihayetinde o yolların son katta birleştiği bir bütünlük benzetmesi yapabilir miyiz? O kurumların müşterek ve ayrı ayrı dokunuşunu nasıl haritalandırdın?
Bu gayet yerinde bir benzetme olur bence. Kimi zaman çocuk-ebeveyn ilişkisi, kimi zaman aşk ilişkisi, kimi zaman kız kardeşlik, kimi zaman abi-kardeşlik üzerinden sorgulamaya çalıştım o kurumları. Hep dediğim gibi ana eksenim bellek, kahramanlarım kadın ve yollarına taş koyanlar da bazen gizli bazen açık, ama hep patriyarkayla palazlanmış iktidar ilişkileriydi. Yaraların adresini evvela çocukluk evlerinde, sonra aşk, iş, arkadaşlık gibi bu ilişkinin başka türlü tezahürlerinde aradım. Ve evet, biraz kazıyınca birbirlerine hiç benzemeyen karakterlerin bile önemli ortaklıkları çıkıyordu ortaya. Mücadele alanları ortaktı. Dertlerinin dermanı biraz da birbirlerindeydi.
Bir söyleşinde, “Gücümüzü yettiremediklerimizden unutarak kaçma çabası beyhude bir çaba. Kaçtığımız hakikat, bir gün ansızın, hem de hiç ummadığımız bir anda karşımıza çıkıverir,” demişsin. Gücümüzü yetiremediklerimiz, yüzleşirken çekeceğimiz acı olabilir mi? Bazen yüzleşmeyi karşılama evresi bile sancılı olabiliyor. “Benim yolumsa şu: Bir sızı var ama nereden geliyor? Hele önce bir yerini işaretleyelim,” dediğine atıfla, illa işaretlemek gerekir mi?
Pek çok yol seçebilir insan. İlk romanımdan beri kahramanlar bellekle, belleğin suikastleriyle farklı biçimlerde mücadele ediyorlar. Kimi kaçmayı, kimi kovalamayı, kimi kavga etmeyi, kimi barışmayı, kimi hiçbirini, kimi hepsini birden yapmayı seçti. Ev’in Seher’i ise yüzleşme, kabullenme, yola kabullenerek devam etme üzerine kuruyor hikâyesini. Bu edilgen bir kabulleniş değil, aksine gerçeği tüm çıplaklığıyla görmeyi göze alan cesur bir anlama, konumlanma ve yola başka türlü bir olgunlukla devam etme hali. Yani geçmişten kaçmayı reddediyor ama geçmişe gömülüp kalmayı da reddediyor. Sonuçta her şey neye ne zaman hazır olabildiğimizle ilgili. Kaçmaya ihtiyaç duyanı durup bakmaya zorlayamayız mesela. Ama en azından kaçmanın kurtulmaya hizmet etmediğini söyleyebilirim. Yanlış yerlere kaçmamak, yeni ve dipsiz kuyulara düşmemek için bir müsait zamanda acının yerini işaretlememiz münasip olur diye düşünüyorum. Hem nerenin acıdığını, sızının nerden geldiğini bilirsek, oraya ihtimam göstermemiz de kolaylaşır. Kırık kemiğe yüklenmeyiz hiç değilse. Hayat yolunda tecrübe denen şey, çok bilerek yürümek değil, bildiklerimizle artık başka türlü yürümeyi becermek çünkü bence.
Sence kırık kemikle yol çizmenin ya da düğümü çözmenin bir parçası da affetmemek üzerine düşünmek olabilir mi? Bazen, affetmemek yüzleşmeyi tamamlamanın en büyük kilidi olabiliyor. Bazense iyileşmenin yahut iyileşme sürecinin en büyük merhemi.
Her romanımın başkahramanı bu soruya farklı cevap veriyor ve çoğu zaman benim de yazar olarak arkalarında durup onları doğrulamam bekleniyor. Doğrusu ben çokça düşündükten sonra artık bu konudaki genelgeçer kurallara inanmıyorum. İlle de affetmeye de inanmıyorum mesela. Affetme meselesini yıllarca travmayı atlatmanın parçası olarak kodladılar, öfkenin taşıması zor bir yük olduğundan hareketle bizlere de affetmeyi öğütlediler. Kısmen doğru bir tavsiye olabilir bu.
Ama bazı durumlarda affetme zarureti ruha daha büyük yükler bindirebiliyor. Haksızlık duygusunu perçinleyebiliyor mesela. Sahibini çürüten sonsuz bir nefreti taşımayı önermiyorum tabii ama kişinin affetmemeye karar verdiği, diğer türlüsünü vicdanına sığdırmadığı hallerin de olabileceğini söylemeye çalışıyorum. Hoş burada bahsedilen affetme eylemi, büyük oranda olayın bağlayıcı prangasından özgürleşip yoluna devam etme hürriyeti zaten. Yani faili pışpışlamak değil, mağdurun kendini olayın tahakkümünden kurtarması. Velhasıl geldiğim noktada, “affet veya etme ama derdinle hellalleşmeyi becer”ciyim ben. Meselelerle yüzleşip helalleşmekten yanayım. Ama her şeyin bir zamanı var tabii. Her acının, her kalbin kendi zamanı.
“Seher için sırlara bakma, ertelenmiş yasları omuzlama zamanı”
Rüyalar Anlatılmaz, okura şifanın ve yaranın, lanetin ve duanın, merhemin ve tuzun geçmişte ve geçmişle yüzleşmede olduğunu söylüyordu. Bana, Aslı Erdoğan’ın, “Gerçek, ne kadar acı olursa olsun özgürleştiricidir,” sözünü hatırlatıyor. O deştiğimiz geçmiş, o sancılı yüzleşme süreci, insan ruhuna ve geleceğine bir anlamda özgürlüğü sunar mı?
Bence son kertede evet. Zor bir yol ama bir noktada geçmişin prangasından da ancak böyle kurtulabiliyoruz sanırım. Acıdan kaçmak için etrafında dolanmaktan vazgeçip, tam ortasından geçerek, yasını tutarak ve nihayet onunla helalleşerek.
Seher’in, "Durursam düşünmem, düşünürsem makul olmam ve makul olursam da geri dönmem gerekir çünkü. Beş yaşındayım ve geri dönmek istemiyorum,” dediği anlatıda, dedesinin ölümü var. Ölümü kabullenmesi çok zor, üstelik bir çocuk için. Yıllar süren yaslara ya da aslında hiç tutulamayan yaslara tanıklık ediyoruz. Seher, üzerine serilen yasların ağırlığını kaldırabiliyor mu?
Seher yıllarca kendinden kaçmış zaten. O yüzden bu uzaklara yapılan yolculuk kaçış değil, aksine bir tür kendini bulma çabası aslında ilk kez. İlk kez dürüst olmaya ve derindekine, en derindekine bakmaya cesaret etme zamanı Seher için. Sırlara bakma ve ertelenmiş yasları omuzlama zamanı. Bu yüzden bu bir hac yolu en temelde. Eziyeti uzunluğundan ya da fiziksel zahmetlerinden değil, bu tür ruhsal zorluklarından geliyor. Bu anlamda semavi değil, son derece kişisel bir hac yolu. Seher yası tutulacak kaybı kabul etmekte de, sonradan yasını layıkıyla tutmakta da zorlanıyor. Ama en nihayet bunu yapmayı beceriyor bence.
“Evin dışarıda değil, içeride inşa olduğu duygusu ağır basıyor”
Ömer Türkeş’in yazısında bahsettiği “arızalı kadınlar” tanımına kendi adıma katılmıyorum ama burayı seninle bir kez daha deşmek istiyorum. Toplumun, ailenin, sistemin doğduğundan beri en çok yaraladığı, ruhunda ve bedeninde gedikler açtığı kız çocukları ve kadınlar, ne zaman sancılarına, yaralarına rağmen yüzleşmeyi göğüslese, kendine ve muhataplarına hesap sorsa ya da artık arınmak isteyip bunun yollarını arasa hep “arızalı” görüldü. Ne dersin bu karşılığa?
Daha önce de söylemiştim, yine aynını söyleyeceğim: İnsan ontolojik olarak arızalıdır, marazlardan örülmüştür. Erkek toplumumuzda “arıza”, “deli”, “tuhaf” tanımları niyeyse hep kadınlara yakıştırılsa da, romanları yazarken esas derdim arıza kadınlarla değil, toplumun bizi sakatlayan mekanizmalarıyla oldu hep. Roman karakterlerimin marjinal bir kesimi yansıttığını düşünmüyorum. Onlar, dibine kadar çamura batmış bir dünyada nasıl yaşanırsa öyle yaşıyor, velhasıl yaralanıyor, dolayısıyla arızalı bulunuyorlar. Gelgelelim anormallikleri bana gayet normal görünüyor.
Zulmün, adaletsizliğin her geçen gün hayatımızın daha doğal bir parçası haline geldiği bir dünyada bütün bu olanlardan hiç incinmeyip, normal sayılanlardan olmak tuhaf geliyor asıl bana. Asıl dünyanın bu halini kanıksayan, ona zahmetsizce katlanan, velhasıl arıza vermeden tıkır tıkır işleyenler dehşete düşürüyor beni. Delilikten korkmadan, deli yaftasından kaçmadan önce, akıllılar kimler, bir bakmak lazım. O şahane slogandan feyzle, öldürmediğiniz cadıların torunlarıyız, delirttiğiniz toplumların sonuçlarıyız demek istiyorum müsaadenle.
Delilikten korkmayana son bir sorum var. Yollarda geçen, ülkeler arası mekik dokuyan hayatına istinaden sorayım. Senin evin neresi Nermin? Kendi yolun sana ne öğretti?
En zor soruyu en sona saklamışsın. Benim de herkesinki gibi basit, herkesinki kadar karmaşık bir yolum var. Ben de herkes gibi evimi arayıp durdum. Sanırım daha da ararım. Çünkü bu arayış hayatta olmanın basit bir sonucu aslında. Öte yandan şimdi, bu yaşımda, evin dışarıda değil, içeride bir yerde inşa olduğu duygusu ağır basıyor artık. Bu sevinçli bir haber benim için. Çünkü insanın mecburiyetlerden ya da mahrumiyetlerden dolayı incinmesini engelliyor. Benlikleriyle doğrudan ilişkilenip içlerinde en sahici ve güçlü bir ev kurabilenlerin, o evi gittikleri her yere taşıyabileceğini; içeride, kendi kalbine huzurla yerleşemeyenlerinse en konforlu evlerde bile rahat edemeyeceklerini öğretti hayat bana. Bunu öğrendiğimden beri girdiğim bütün evlerdeki çiçekler büyüyor. Çiçekleri saksılarda değil kalbimde taşıyorum şimdi. Böyle daha iyi.
Comments