Okurunun huzuruna kasteden yazar
"Başlarda sıradan, belki de basit bulduğun yazım tarzının gitgide nasıl da girift bir hal aldığı, her kitabın bir sonrakine hazırlık olduğu anlaşılmaya başlıyor. Birtakım çocukların hayat hikâyeleri mi anlatılıyor sanmıştın? Öyle olmadığı ortaya çıkıyor." Aslı E.Perker, Ferrante'nin dünya edebiyatını birbirine katan Napoli Dörtlemesi üzerine yazdı.
Aslı E. Perker
Bir kitap serisi mahvıma sebep oldu. Kocamla kavgalıyım, kendime kızgınım, bütün ilişkilerimi baştan sorguluyorum. Hafif başlayan gitgide ağırlaşan bir kitap serisi. Ferrante'den.
Hem elimden bırakamıyorum hem de elime alınca içimde fena bir sıkıntı peydahlanıyor, yerimde duramıyorum. Bugüne kadar sevdiğim çok kitap oldu, hayatıma etki eden, yazar olmaya teşvik eden, nasıl bir yazar olacağıma karar verdiren. Ama şimdiye kadar beni hayatımdaki bütün meselelerle yüz yüze kalmaya mecbur bırakan, kocamla kavga etmeme sebep olan, önyargılarımı keşfettiren, sonra onların hepsini bir bir yıktıran bir kitap olmamıştı. Yeri geliyor “Lanet olsun böyle kitaba!” diye bağırıyorum.
Aslında kitaplar demeli. Bahsettiğim birbirini takip eden dört kitap. Ve aslında her şey çok masum bir şekilde başladı. Arkadaşım, yazar Hacer Yeni ile parka gitmiştik. Hani şu geçtiğimiz ay güzel, sıcak birkaç gün vardı ya, onlardan birinde. Bugünlerde neler okuyorsun diye konuşuyorduk. Ben o ara zannedersem Trendeki Kız’ı okuyordum. İngilizcesini, tabletten. Bitmek üzereydi. Hacer Elena Ferrante'den bahsetti. Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım dedi. Kendisi henüz okumaya başlamamış ama dünya bu kitaptan konuşuyor dedi. Allah Allah. Duymamışım bile. Nasıl olur? Öyle hemen güvenmem, biraz bekle dedim, hemen hakkındaki eleştirilere baktım. Hiçbir şeyi, hiç kimseleri beğenmeyen The New Yorker bile yazarı ve kitaplarını yere göğe koyamıyor. Belli ki önemli bir şey kaçırıyorum. Hemen oracıkta kitabı satın aldım, indirdim. Sesli kitap okumayı çok severim. Parkta, bahçede, kafede. Okuyayım mı dedim. Hacer “Dinliyorum,” dedi. Başladım.
Anlatıcının kendini onun yanındayken daima aptal, sıradan ve sıkıcı hissettiği, istese dünyayı değiştirebilecek kapasitede, aklı kaba sığmayan bir karakter. O kadar ki anlatıcıyı görmezden geliyorsun, unutuyorsun, unutmak istiyorsun. Boşver kendini sen bize Lila'yı anlat, diyorsun. O ne yapmış? Ona ne olmuş?
İlk satırla insanı içine çeken bir kitap. Müthiş bir yazımdan ya da sarsıcı bir olay örgüsünden bahsedilemez. Mesele karakterler. Yazar ağırdan alıyor işi, karakterleri ilmek ilmek işliyor, oluşturuyor. Ne olduğunu anlamadan hepsini çok iyi tanır hale geliyorsun. Ama özellikle bir tanesine tıpkı yazar gibi kafayı takıyorsun. Anlatıcının en iyi arkadaşı Lila, olmak istediğin insan, sahip olmak istediğin en yakın arkadaş. Hadi hiçbiri olmasın, bir gün bir yerde karşılaşacağın arkadaşının bir tanıdığı olsa da olur. Anlatıcının kendini onun yanındayken daima aptal, sıradan ve sıkıcı hissettiği, istese dünyayı değiştirebilecek kapasitede, aklı kaba sığmayan bir karakter. O kadar ki anlatıcıyı görmezden geliyorsun, unutuyorsun, unutmak istiyorsun. Boşver kendini sen bize Lila'yı anlat, diyorsun. O ne yapmış? Ona ne olmuş? Nitekim birinci kitapta bu arzuyu fazlasıyla karşılıyor yazar; artık Lila senin görüp görebileceğin en enteresan, okunası karakterlerden biri. Haliyle kitap bittiğinde devamı olan Yeni Soyadının Hikâyesi’ni eline alıyorsun. Kitabın girişinde bir önceki kitapta kimin kim olduğuna dair bir tanıtım bölümü var. Oysa sen karakterleri o kadar içine sindirmişsin ki bakmana bile gerek yok. Yine Lila etrafında dönen bir kurgu. Kendini en zor koşullarda bulan bu olağanüstü zeki kadının kendini tekrar tekrar tanımlamasının hikâyesi. Anlatıcı yine o kadar umurunda değil, olmasa da olur. Bana ne o kadar fakir ve kriminal bir mahalleden çıkıp önce ortaokula, sonra liseye, sonra üniversiteye gittiyse. Ve hatta arkadaşları arasında bunu tek başaran olduysa. Öylesine kendine güvensiz ki okur olarak acımıyorsun bile. Asabını bozuyor, kendini sık sık ona öfkelenirken buluyorsun. Sünepe!
Bu arada ne menem bir yer bu Napoli, onu merak etmeye başlıyorsun. Zira anlatıcı şehrinin dışına çıksa da, başka yerlerde yaşasa da kürkçü dükkânı misali dönüp dolaşıp geliyor, olaylar en çok eski mahallede cereyan ediyor. Benim gibi hayatın boyu gözünde büyüttüysen İtalya'yı ve ona dair her şeyi, böylesine fakirliğin kol gezdiği bir şehire gitmek, karakterlerin mahallesinde, yürüdüğü sokaklarda gezmek istiyorsun.
Ancak sinirler esas üçüncü kitapta geriliyor, dördüncü kitapta ise tavan yapıyor. Başlarda sıradan, belki de basit bulduğun yazım tarzının gitgide nasıl da girift bir hal aldığı, her kitabın bir sonrakine hazırlık olduğu anlaşılmaya başlıyor. Birtakım çocukların hayat hikâyeleri mi anlatılıyor sanmıştın? Öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Anlatıcı sussundu, değil mi? Sıkıcıydı o, kendinden bahsetmesindi? Gene sussun istiyorsun ama bu sefer sıkıcı olduğu için değil, bir kadın olarak dokunmaya korktuğun her meseleye dokunduğu için. Annelik, eşlik, birinin kızı olma, iş dünyasında var olma, bir kadın yazar olarak var olma, cinsellik, aşk. Neresinden tutsan elinde kalacak ruh halleri.
Gene sussun istiyorsun ama bu sefer sıkıcı olduğu için değil, bir kadın olarak dokunmaya korktuğun her meseleye dokunduğu için. Annelik, eşlik, birinin kızı olma, iş dünyasında var olma, bir kadın yazar olarak var olma, cinsellik, aşk. Neresinden tutsan elinde kalacak ruh halleri.
Misal zamanında yayımlanmış Siyah Süt'ün değinmek isteyip de aslında değinemediği ne varsa işte hepsi Terk Edenler ve Kalanlar ve Kayıp Kızın Hikâyesi'nde didik didik ediliyor. 21 aylık kız çocuk annesiyim ben, hassasiyetlerim var. İki kız çocuk, iki küçük kız çocuk annesinin onları babaannelerine bırakıp sevgilisi ile gitmesi fikrine katlanamıyorum. Katlanmam lazım. Çünkü modern çağ kadınıyım, çünkü o kadının var olma çabasını, âşık olma hakkını, kendi hayatına sahip çıkma isteğini anlamalıyım, ama rüyalarıma giriyor, kendimi kalıplarımdan dışarı çıkartamıyorum. O kızlar benmişim ya da o terk eden anne benmişim gibi çeşit çeşit hesaplaşma içine giriyorum.
Sonra işin içine kadın erkek meseleleri giriyor. Anlatıcı bu sefer de iki yıl sonra çocuklarını da yanına alıp sevgilisi ile birlikte yaşamaya başlıyor. Fakat sevgilinin zaten bir karısı ve çocukları var. Bir ailesi var! Ve işte üniversite mezunu, yazdığı iki kitapla ülkede büyük başarıya ulaşmış, hatta uluslararası arenada kendini göstermiş, dahası gazetelerde sosyal durumlar, politika üzerine yazılar yazan bu kadın, anlatıcımız, durumu kabulleniyor. Dahası da var, bu adam tarafından aldatılıyor, ona bir çocuk veriyor. Yalnız Elena Ferrante bu kabullenişi bir hafiflikle, rahatlıkla anlatmıyor. Hem kendinin hem okurun canını acıtmak istercesine detaylarıyla konuşuyor, kelimelerden tasarruf etmiyor. Roman kaç yüz sayfa olursa olsun, bu konu enine boyuna incelenecek. İşte kendini yine aynı noktada buluyorsun. Bir iç hesaplaşma! Bunun ne kadarı kabul edilebilir, ne kadarı edilemez. Ve yine eğitimli kadının çilesi, neye ne kadar tolerans gösterebiliriz, ne kadar açık fikirli olmak zorundayız ve açık fikirlilik dediğimiz şey aslında hoop, geri dönüş gelenekçiliğe mi denk düşüyor? Öfke ise serinin bütün kitaplarının ortak dili. İlkinde o kadar olmasa bile gitgide anlatıcının öfkesini hissediyorsun. Bulaşıcı! Midene bir taş oturuyor, ama o halde okumaya devam ediyorsun.
Başladım mı kocamla didişmeye, başladım mı eski dosyaları açmaya? İki laf edeceğiz bende bir huzursuzluk. Ben bir kadın olarak, bir anne olarak nerede duruyorum? Ne kadarı benim hakkım, ne kadarı kocamın hakkı? Hak dediğimiz şey ne? Öyle bir nokta geldi ki Bay Perker “Ne olursun başka bir kitap oku, ne bileyim Pucca falan,” dedi. Kolaysa sen yap. Kitap (kitaplar serisi) senin ruhunu hallaç pamuğu atar gibi atarken bir yandan da yazar daima boynuna doladığı ipin ucundan tutuyor; Sonunda ne olacak? Hani en başta, daha ilk kitapta Lila, o olağanüstü kadın ortadan kaybolmuştu ya, o neydi? Nereye gitmiş? Nasıl gitmiş? Anlatıcının yazdığı, yayıncısının olağanüstü bulduğu kitap okur tarafından nasıl karşılanacak? Nino yine ortaya çıkacak, hayatlarına girecek mi? Lenu sonunda gerçekten kendini sevmeyi öğrenecek ve dolayısı ile biri tarafından sevilecek mi? Başka bir kitap daha yazacak mı? Bu kitapları kendisinin yazdığını itiraf edecek mi? Bütün mahallelinin bilip ona anlatmadığı sır ne? Ve dahası son kitabın adı neden Kayıp Kızın Hikâyesi? Kayıp çocuk kim?
Anlayacağınız ,kitap seni kaç parçaya bölerse bölsün bırakılmayacak, sonunda enkaz altından çıkmış gibi hissedecek olsan da devam edilecek. Hem daha anne-kız meseleleri üzerinde düşünülecek. Hayatı boyunca annesi gibi olmaktan kaçan anlatıcı sonunda onun gibi olacak mı? Dünya üzerindeki her kadın gibi onun da içinde tik tak tik tak eden bomba patlayacak mı? Seninkini patlatacak orası kesin. Kendinle sonuna kadar yüzleşmeden bu iş bitmeyecek çok belli.
Ben burada bu dört kitabın belki de sadece yüzde onuna değinebiliyorum. Zaten amacım hiçbirinin analizini yapmak ya da konusunu anlatmak değil. Sadece iyi yazılmış bir kitabın gönüllü bir okuru ne hale sokabileceğini paylaşmak derdindeyim. Sokakta ellerim cebimde hala söylene söylene yürüyorsam, Lenu'ya kızıyorsam, Lila'yı özlüyorsam elimizde fena halde iyi kurgulanmış ve uygulanmış edebiyat eserleri var demektir. Eğer kendinizle, çevrenizle, içinde yaşadığınız dünya ile yüzleşebileceğinizi düşünüyorsanız ilk kitap Benim Olağanüstü Arkadaşım ve ikincisi Yeni Soyadının Hikayesi yayımlandı. Devamı da Terk Edenler ve Kalanlar ile Kayıp Kızın Hikayesi. Buyrun alın diyorum.
Comments