Öykü: Abidin
"Gözümün nuru alfabemin salyalı harfleri üstüme başıma saçılıyor. Kıvrım kıvrım her yanları. Noktaları, kuyrukları. Silkelenip kurtuluyorum hepsinden. P ayağımın dibine düşüyor. Soluksuz."
Serap Karakuş Besi
Bu ilkbahar denen mevsimi hiç sevmem ben. Ben efendim, ben, ta kendim! Sevmem. Abidin sever ama. En çok da duvarları sever o. Sivri korkuluklu, yüksek, çirkin duvarları. İşte ilkbaharda, o duvarlara yapışmış, yol yol, saçak saçak, iç içe geçmiş kuru sarmaşık dallarına su yürümeye başlayınca, ilkbaharı da sever Abidin. O, efendim o, ta kendisi! Sever. Duvarların gölgeleri uzuyormuş sarmaşıklarla, öyle der hep. Gölgeler iyiymiş.
İşte ilkbahar gelince, biz, Abidin’le ben, ta kendimiz yani, hemen o yüksek, çirkin, sarmaşıklı duvarın karşısında, dalları göğe uzanan çınar ağacımızın altında, boyası kabuk kabuk kalkmış, vidalarının götümüze götümüze battığı, gıcırdayıp duran bu eski tahta bankta oturur, o kupkuru dalların gün be gün can alışlarını izleriz. Ha, bu koca bahçede, kaç ilkbahar geçirdiğimizi soracak olursanız, ne o bilir, ne ben, efendim. Hesaplamayı bırakalı çok oldu. Ama Abidin her defasında heyecanlanır yine de. Benimse midem bulanır. Bir su kenarında, sular çekilince ortaya çıkan, üzeri yosun bağlamış taşlar nasıl bulandırırsa, öyle. O kuru dalların yeşile çalışlarını dişlerimi sıka sıka izlerim. Sevmem ben sarmaşıkları çünkü efendim, hiç sevmem.
Her şey gözlerimizin önünde oluverir. Yavaş yavaş kıpırdanmaya başlar işte o yosun yeşili şeyler oldukları yerde. Kabarır, yükselir, koca bir kışı üzerine yapışık geçirdikleri duvar sıvalarından bir bir ayrılırlar sonra. Kulağını versen, dallarda için için akan suyun şırıltısını bile duyarsın. Bir de can alamayanın çıtırtısı duyulur tabii arada. O hep duyulur zaten. Can alanın görmezden geldiği, gizlediği ve hatta ezerek duvarından söküp attığı ölü dalların sesi. Dert ettiğimi sanmayın efendim, etmem. Bilirim çünkü ben, bazıları hep ölür. Sadece her çıtırdamada canı acır Ç’nin, ona üzülürüm.
Günler geçer; o sırnaşık sarmaşıklar, küçük, yeşil, üçgenimsi yapraklarla iyice gürleşip, kendilerini korkuluklardan aşağı aşağı salıverirler. Duvarımızın gölgesi gittikçe uzar işte o zaman. Gölgeler uzadıkça Abidin’in çorak yüzüne de yürür su. Ben onun en çok bu hâlini severim. Oturduğu yerde kabından çıkmış bir dondurma gibi erir de erir, yayılır da yayılır. Yeter ki Güneş olmasın ona. Sevmez Güneş’i Abidin efendim, hiç sevmez. Ama yok hâlâ. Kim mi! Abidin efendim, Abidin! Duvarımızın gölgesi ayakucuma kadar ulaştı hâlbuki. Yine gelmedi. Günlerdir çıkmıyor bahçeye. Ha, siz benim korktuğumu sandınız galiba, sanmayın efendim, sanmayın! Korkmam ben. Beklerim sadece. Özlerim, beklerim. Bilirim, elbet gelir o. Bugün olmazsa, yarın gelir. Yarın olmazsa, diğer gün. O da olmazsa, ertesi gün. Çünkü bazı insanlar hep gelir.
Veee… ta ta ta tammmm! Ta tam, ta tam! Başımı kaldırınca yerden, kimi görüyorum dersiniz? Aklınıza şapka çıkarıyorum doğrusu efendim, bildiniz. Abidin tabii ya, Abidin, ta kendisi! Ama ben dememiş miydim size gelir diye? Bilirim efendim ben, bilirim. Ben daha çok şey bilirim. Hem sonra atalarımız da dememişler midir zamanında, “İyi insan lafının üstüne gelir,” diye? O güzel, akıllı atalarımız daha neler neler demişlerdir, di mi ama efenim? “El elden üstündür,” demişlerdir mesela. “Körle yatan şaşı kalkar,” demişlerdir- ama durun durun, mevzu bu değil şimdi. Çünkü can dostum geliyor. İki elimi birden kaldırıp sallıyorum beni görmesi için. Sanki görmeyecek, sevinçten akıl mı kaldı bende! Bahçe de sakin bugün. Yan bankta oturan teyze dışında, uzakta, ağaçların altında yürüyüş yapan iki üç kişi var. Bu saatlerde hep böyle olur zaten. Gölgeler uzamaya başlayınca içeri girer çünkü insanlar. Herkes sevmez gölgeleri. Hem Şişko bile yok ortalarda. Daha ne olsun efenim, daha ne olsun! Sevincimden içim içime sığmıyor.
Cancağızım söylene söylene geliyor. Üstü başı, önü arkası harf yığını yine. Parke taşlı yol boyu dizili çınar ağaçlarının tazecik gölgelerini –ki söylemeliyim, ağaçları hep sevmişimdir ben, ilkbaharda bile- takip ederek yürüyor. Gölgeleri yakalamak için zıpladığı da oluyor arada. Zıpladıkça harfler dökülüyor üzerinden. Gülüyorum. Sonra dişlerinin arasındaki G’ye takılıyor gözlerim. Büyük. Havalı. Saldı salacak kendini boşluğa. Hopp, durmuyor da zaten, atlıyor birden. Ardındakiler de durur mu hiç, onlar da peşi sıra. Ah Ö! Zavallı Ö! Canım Ö! Atlarken noktaları dişlerin arasında kalıyor. Of, bunu da