Öykü: Aile Mirası
Düşünmeyi tercih etti. İstanbul’u düşündü önce; bu mavi gözlü, konuşan şehri. Çocukuluğunda oyun arkadaşıydı bu şehir, gençliğinde sevgilisi olmuştu, şimdi ise karşısında kadeh tokuşturabileceği tek dostu.
Derya Coşkun
Beyoğlu’nun yönü bir pirinç levhayla gösterilen arka sokaklarından birinde kendi şerefine kadeh kaldıran tek yalnız kişiydi o. Marsel, Fransız bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olarak bir yolcu gemisinin depo bölümünde gelmişti İstanbul’a. Çocukluğu, Ortaköy’de geçti ve belki de tüm güzel günleri…
Galatasaray Lisesi’yle 15 yaşında tanıştı; ancak babasının orta direk bir esnaf olması, onu yanlış bir hayatın içine, yanlış insanların arasına sürüklemişti. Eminönü’nde Galatasaray’dan daha mütevazı fakat en az onun kadar köklü bir tarihe sahip Vefa Lisesi’nden içeri girdiği ilk gün tırabzanlardan aşağı kayan sevimli ama nedense duruşunda inkar edilemez bir kadınlık taşıyan o kızı nasıl unuturdu?.. Kızıl saçlarının ardına gizlenmiş, dört bir yana yayılan o taze çiçek kokusunu ve dudaklarının vişne çürüğü rengini…
Marsel, bu köşebaşı meyhanesinin en kuytu köşesinde kendi kültürüne çok uzak olan bu okulu ve upuzun, kızıl saçlarıyla Tanrı’nın bir mucizesi olarak adlandırdığı o güzel kızı bir kez daha hatırlamıştı. Hafızasını biraz yoklasa o günlere ait ne taze anılar çıkardı kimbilir. Ama yorgundu Marsel. Durmadan içecek, belki bir düşüncenin peşinden uzaklara, çok uzaklara gideceki belki de olduğu yerde kalacaktı, ta ki şafak sökene dek!..
Düşünmeyi tercih etti. İstanbul’u düşündü önce; bu mavi gözlü, konuşan şehri. Çocukuluğunda oyun arkadaşıydı bu şehir, gençliğinde sevgilisi olmuştu, şimdi ise karşısında kadeh tokuşturabileceği tek dostu. “Şerefine İstanbul” dedi, orkestranın ritmine karışan kısık bir sesle.
Sahnenin ortasında raks eden kıza takıldı gözü. Kırmızı bluzunun altında giydiği siyah kiloş etek, o dans ettikçe açılıyor ve ancak göz ucuyla görülen ipek külodu bu çok da güzel olmayan kadını anlamsız biçimde çekici kılıyordu. Aslında bu ayrıntılar yok sayılsa dansçı kızın kızılımtırak lüleleri Marsel’e Vefa Lisesi’nin tırabzanlarındaki o sevimli kızı anımsatabilirdi. Fakat kendisi bu olasılığı görmezden gelmeyi tercih edip votkasından tüm ağzını doldurabilecek kadar iri bir yudum aldı.
İşte orkestra şimdi Marsel’in en sevdiği parçayı kemanın tellerinden akıp gelen kalın bir “do” notası eşliğinde çalmaya başlamıştı bile. Keyiflendi Marsel. İstanbul’daki ilk noel gecesini hatırladı birden. Annesi masaya şükran gününün geleneksel yemeklerinden biri olan kızarmış koca bir hindiyi getirdiğinde, babası da ona üzerinde kelebek şeklinde bir kurdele iliştirilmiş küçük bir paket vermişti. “Bu çok özel bir armağan” diyerek de eklemişti, paketi oğlunun ufacık avuçlarına kondururken. Marsel paketi ne kadar büyük bir heyecanla açtığını düşündü. Paketin içinden üzeri yakutla süslenmiş, altın bir yüzük çıkmıştı. Marsel, babasının bu sıradan yüzüğün kendisi ve daha da önemlisi ailesi için taşıdığı anlamı, ona her zamanki büyüleyici uslubuyla aktardığı zaman yaşadığı hayalkırıklığını üzerinden atabilmişti. Yüzük büyükbabasının mirası olarak önce kendi oğluna, yani Marsel’in babasına, ondan da Ortaköy’deki o sıcacık noel gecesinde Marsel’e hak edilmiş bir armağan olarak sunulmuştu. Yarım asırdan fazla bir sürede elden ele ulaşan yüzüğün bu aileye nasıl geçtiği bilinmemekle birlikte, büyükbabaya yüzüğü 1. Dünya Savaşı sırasında aşık olduğu Yunanlı bir kadının verdiği söylentileri de etrafta hızla yayılıyordu. Marsel’in babası bu söylentileri çoğu zaman göz ardı etse de, büyükbabaya sorduğu soruların yanıtsız kalması üzerine birkaç kez kuşkuya düşmüştü. Bütün bunların hepsi sonucu değiştirmeyecekti. Ailenin erkek çocuklarının parmaklarında yarım asıra tanık olan bu yüzük, ikinci bir yarım asır için Marsel’e verilmişti.
“Bir votka daha” dedi Marsel, önünden geçmekte olan, oldukça şık giyimli garsona ve ekledi; “Sek olsun lütfen!”
O yüzüğü parmağına taktığında kaç yaşındaydı acaba? Hafızasını yokladı, 12 ya da 13; 15 olabilir miydi? Bilinçaltında herhangi bir rakamın net bir ifade kazanmadığını fark etti. Bu yakut taşla bezenmiş yüzük onunla birlikte neredeyse bir 45 yıl devirmişti. Birden babasının sözlerini anımsadı: “Bu yüzük seninle birlikte yarım asır var olacak, ona iyi bak çünkü yüzüğün varlığı seni de her an yeniden var edecektir.”
Votkadan bir yudum aldı. Dilinin acımsı bir tatla buruş buruş olduğunu hissetti. Bu sert içki tıpkı annesinin ölümüyle yüreğinde kanamaya başlayan yaranın bıraktığı acı gibi canını yakmıştı. Annesi o 18 yaşına bastığı sıralarda ölmüştü. Ağır bir ameliyat sonrası kanamayı durduramayan doktorlar birkaç gün sonra bitkisel hayattaki zavallı kadının ölümüne çaresiz kalmışlardı. Annesinin ölümünün ardından Marsel Fransa’ya üniversite öğrenimi için gitmiş, altı yıllık eğitimin ardından yeniden Türkiye’ye çok özlediği bu kente dönmüştü. Fransa’daki günleri aklının ucundan geçti bir an.
1789 devrimiyle yeni bir oluşumun içine giren Fransa, 1799’da Napolyon’un iktidarı ele geçirmesiyle birlikte uzun bir süre tüm Avrupa’yı egemenliği altına almıştı. Dahası, 2. Dünya Savaşı sırasında dört yıl süresince Alman işgalinde kalmasına rağmen, sonraları doğal konumu ve güçlü ekonomisiyle özgün bir yaşama biçiminin ortaya çıktığı bir Avrupa ülkesi haline gelmişti. Ama hepsinden önemlisi burası onun atalarının yurduydu. Şöyle bir baksa dört yana, kuzey boyunca uzanan Ardenler, güney sınırını yemyeşil bir yay gibi çizen Pireneler ve görkemli ışıkların altında ‘gece yaşayan şehir’ diye anılan başkent Paris nasıl da ona gülümsüyordu. Tüm bunlara rağmen Marsel Fransa’yı çok uzaktan bir yerden yaşıyordu. İstanbul’u çok özlemişti. Yaz akşamları hep serin olurdu. İnsanın içine hafif bir ürperti dolarken, trafik karşı yakadan Çamlıca’ya doğru akardı. Eğer İstanbul’daysanız ve şehri gerçekten İstanbul gibi yaşıyorsanız, o halde bu kıskanılası güzelliğin en rahat Çamlıca’dan izlendiğini biliyorsunuz demektir. Kış günlerini düşündükçe Marsel’in ilk aklına gelen Galata Kulesi’nin üzerine çökmüş yoğun sis bulutuydu. Böyle zamanlarda kule Haliç’in kollarında beyazlar içinde bir kadın gibi salınırdı. Vapur seferlerinin iptal edildiği aylarda dalgalarla boğuşmaktan kurtulan yalılar, kış uykusunun sağır sessizliğinde ilkbahara dek Marmara’ya gözlerini kapardı. Oysa, şimdi yalıların o alışılmış, muazzam görkemleri bir yana, sakin, uyuyan halleri bile kalmamıştı. Kimi, çürümüş ahşaplarının gölgesinde zamanla yüzleşmeye terk edilmiş, kimi ise ısrarla restorasyona karşı direniyordu, olanca ihtişamıyla. Marsel’in unutmadığı çocukluk yılları, işte bu yalıların birinde geçmişti, penceresi Ortaköy Saray’ın gören, beyaz panjurlu yalıda.
İrkildi Marsel!.. Garson önündeki boş bardağı almak için masaya yönelmişti. Marsel’in gözlerindeki ısrarcı bakışları fark edince az sonra elinde bugün bu masaya kaçıncı kez bıraktığını bilmediği dolu votka bardağıyla geri döndü. Tebessümle “başka bir emriniz” diye sordu. Marsel içten olduğuna inandığı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu onun için en etkili teşekkür yanıtıydı.
Sevgili Nora’yı düşündü. Onu ilk kez üniversite kampüsünde gördüğünde karşılaştığı harkulede güzellik karşısında ikinci kez dili tutulmuştu. İlki, İstanbul’a geldiği o Aralık akşamında bu akılalmaz şehrin onun hayal dünyasına sığmayacak derecedeki büyüklüğünü gördüğündeydi. Ne zaman çocuk düşlerle kenti avucunun içine sığdırmaya kalksa, o daha da çok büyüyor, büyüyordu. Bu haliyle kurtulması güç bir girdabı anımsatıyordu adeta.
Üniversite eğitminin ardından Marsel Nora’yı İstanbul’a getirmişti. Evlilikleri tıpkı kuruyan bir yaprağın dalından ayrılması gibi ansızın olmuştu, ayrılıkları da… Nora, şiddetli bir tartışmayla son bulan gecenin sabahı Fransa’ya dönmüş, ardında yalnızca üzerinde imzasını taşıyan mektubunu bırakmıştı.
Marsel,
…Seni düşlediklerimin içine bir yere koymak, bunu başarabilmek adına da bu denli acı çekmek artık zor geliyor bana ve anlıyorum ki, sen asla o düşlerden çıkıp yanımda olmayacaksın. Ben bütün bunları düşünürken fark ettim de, sen benim bu yaşam için verdiğim kıran kırana bir savaşsın. Şimdi teslim oluyorum, çünkü kaybediyorum sevgilim. Hoşça kal…
Nora.
Hatırlıyordu Marsel, mektupta Nora’nın ismi ve imzasının bulunduğu sağ alt köşeye mürekkep olabildiğince akmış ve imzanın altına iliştirdiği not okunmaz hale gelmişti. Marsel, Nora’yı birçok kez geri döndürme çabalarına girişmişse de hepsi olumsuzlukla sonuçlanmış, bunun üzerine Marsel onu unutma kararı alarak işe ilk olarak birlikte yaşadıkları evi terk ederek başlamıştı. Nora’nın kısa süre sonra Fransa’dan yolladığı barış dolu mektupların Marsel’e ulaşamaması da bu yüzdendi. Birkaç ay İstanbul’dan uzaklaştı Marsel. Dönüşünde zor günler için biriktirdiği paranın büyük bir kısmı ile Moda’dan bir ev satın aldı. Öyle ya, onun için bundan daha zor bir gün olamazdı. Bu arada uzun zamandan bu yana çalıştırdığı antika dükkanını kapatmış, onun yerine Çemberlitaş’ta ihtiyaçlarına cevap verebilecek doğrultuda mütavazı bir resim atolyesi açmıştı. Resme pek ilgisi yoktu. Güzel Sanatlar fakültesini bitirip İstanbul’a döndüğünde tuval ve fırçasını bir kenara atıp hemen o antika dükkanı için birikim yapmaya başlamıştı. Zaten o günden bu yana hep iki şey için aldı eline fırçayı; biri Nora’yı ölümsüzleştirmek için, diğeri de Nora kadar olağanüstü güzelliğe sahip olduğunu düşündüğü antikalarını çizmek için. Aralıklarla akşamları geçerdi tuvalin başına. Nora’yı hep kırmızı kanepenin üzerine oturtur, uzanmasını isterdi. Nora’nın böyle akşamlarda üzerinde genellikle krem bir bluz, bazen beyaz bir etek, bazen de basenlerini tamamen saran bir pantolon olurdu. Marsel, Nora’dan eteğini dizlerinin biraz üzerine almasını istediği her anda Nora’nın yüzündeki mahçup gülümsemeyi gün gibi hatırlıyordu. Genellikle böyle anlarda uzayan tartışmayı Marsel kendi lehine çözümlese de hafifçe yukarıya kaldırılan eteğin örtemediği teni, ufacık iki el örterdi. Çocuksu bir yönü vardı Nora’nın, yadırganmayacak kadar çocuksu bir yön!..
Barmenin arkasındaki duvarda asılı duran saate baktı Marsel. Epey geç olmuştu ve ne gariptir yalnızca uykunun düşünülebileceği bu cumartesi gecesinde köşedeki masada bir bardak viski karşılığı müşterisini eğlendirmek zorunda kalan şu gözaltları mosmor görünen kadının tebessümü ona Nora’yı hatırlatmıştı; zoraki ve mahçup bir gülümseme…
Uzun zaman olmuştu Nora’yı görmeyeli. Yaşlanmış olmalıydı. “Gözleri benimkiler gibi görmekte zorlanıyor mu acaba” diye düşünmeden edemedi. Ya o ufacık elleri!.. Kırışmışlar mıydı ya da yaşlılığın belirtisi olan o garip lekeler mi vardı üzerlerinde? Belki de hala çok güzeldi Nora. Gür kaşlarının altına gizlenmiş siyah gözleri hala iri ve parlak olabilirdi. Sadece hafif aksayan sağ bacağının asla değişmediğinden emin olabiliyordu Marsel. Yine de onu umduğu gibi bulamayacağından korktu. En azından yitip giden bir aşkın günahını paylaşıyordu çünkü. Soluksuz düşündü bunları ve her geçen dakika biraz daha sarhoş oldu, içkiden değil, düşünmekten… Kolundaki elektronik saatin tarihi mayıs 15’i gösterirken, Marsel bugünün annesinin doğum günü olduğunu hatırlamıştı. Son kadehini onun için kaldırdı, içindeki nefis Fransız şarabını ise bir dikişte midesine indirdi.
Bardan çıktığında şafak sökmek üzereydi. Sokak sessizdi yalnızca işe gitmek üzere yola çıkan birkaç kişinin ayak sesleri işitilebiliyordu. Yürüdü Marsel. Köşebaşını dönerken parmağındaki yakut yüzüğü avucuna aldı, uzun süre baktı. Suçlu bir insanın af dilerken takındığı tavra benziyordu bu. Yavaş yavaş bıraktı yüzüğü yere. Sanki sonsuza gidecekmiş gibi yuvarlandı yüzük ve ancak Marsel yürümeyi sürdürdüğünde durabildi. Gözyaşları sarkık yanaklarından iyice kalınlanmış boynuna inerken, omzuna bir el dokundu. Marsel, eli fark etti, arkasını döndü. İki iri siyah gözle karşı karşıya kaldı, parlak iki gözle… Kadın avucundaki yüzüğü uzattı, gayet düzgün Fransızcasıyla “Sanırım fark etmediniz bayım, bu kıymetli yüzük az önce sizden düştü.” Yüzüğü Marsel’e uzattı ve gülümsedi. Marsel, başını büyük bir nezaketle öne eğdi, en güzel teşekkür yanıtı olabileceğini düşündüğü gülümsemesiyle kadını selamladı. Kadın Marsel’in içine yüzük bulunan avucunu lekelerle kaplı, kırışmış ellerinin arasına alarak, o çok tanıdık mahçup gülümsemeyle “dikkatli olun” dedi, lütfen! Ve Marsel’in şaşkınlığını üzerinden atmasına izin vermeden arkasını dönüp yürümeye başladı.
Marsel, öylece durup kadının önce kırışmış ellerini, sonra o yaşına rağmen hala iri ve parlak görünen gözlerini ve… Yoo, tüm bu şaşkınlığa sebep olan şeyler sadece bu ayrıntılar olamazdı. Şaşkınlıkla uzaklaşmakta olan kadını incelemeye devam etti. Gözden kaçırdığı ayrıntıya dikti bakışlarını. Kumaş, uzun bir eteğin örttüğü beyaz, düzgün bacakları vardı kadının ve muhtemelen sağ taraftaki aksıyor olmalıydı.
Commentaires