Öykü: Aslında Yollar
"Yolda olmak, yolda topladıklarını cebine koymak kıymetliydi şüphesiz; ancak, bu kez öyle değildi işte."
Gökçe Uluscu Kalaycı
Radyoda çalmaya yeni başlayan şarkıyı tınısından tam çözecekti ki, “Buyur abla,” cümlesi eşliğinde kenarda durdular. Gözlerini camdan ayırıp dikiz aynasına çevirince, taksiciyle göz göze geldi. Adamın hem meraklı hem de bir o kadar aceleci bakışlarından rahatsız olduğu için alelacele cüzdanına attı elini. Sanki kendisine kalsa, yola devam edecekmiş gibi bir his yerleşti içine. “Gideceği yere ulaşınca da üzülür mü be insan,” diye düşündü sonra. Yolda olmak, yolda topladıklarını cebine koymak kıymetliydi şüphesiz; ancak, bu kez öyle değildi işte. Muhtemelen, sevdiği şarkıyı dinleyemediğine bozulmuştu. Gerçi, sonuna kadar dinleyebilse de bitecekti şarkı elbet ve bu kez de buna üzülecekti. “Kendini tanımak güzel şey en azından,” diye gülümsedi belli belirsiz.
Birkaç metre boyunca bavulunu sürükledikten sonra, otelin kirli beyaz parmaklıklı bahçe kapısının önünde durdu. Kapının girişinde yatan tombik kediyle göz göze gelince, ona çevrildi bu kez gülümsemesi. “Önce taksicinin, sonra da bu miyavın bakışlarının akabinde beni resepsiyonda Zebercet karşılarsa şaşırmam,” diye geçirdi içinden. Kısacık zaman diliminde bile zihnini böyle meşgul etmeyi sevdiğinden, ya da tutkuyla beklenen kadın olma fikri ona iyi geldiğinden belki de, yine gülümsedi. Bahçe kapısından sonra yirmi-otuz metre kadar içeriye doğru kıvrılan, parke taşlı yolda bavulunun çıkardığı sesten biraz huzursuzluk duyarak ilerledi. İçeri adım atar atmaz resepsiyondaki kadını görünce, kurguladığı hikâyeyi gözden geçirmesi gerektiğini düşündü ve tekrar gülümsedi. Bu kez, içinden. Resepsiyondaki kadın, bu mevsimde müşteri filan beklemediğinden olsa gerek, elindeki küçük bıçakla elmasının çürüklerini ayıklıyordu ağır ağır. Soluk benizli ve sakin görünüşlü bu kadıncağızı ürkütmek istemedi yersiz bir gülümsemeyle. Kadının yanına yaklaşıp selâm verdiğinde yerli yerine oturacak bir gülümsemeye ise, kimsenin itirazı olmazdı ama.
Oda istediğini belirtmesinin ardından önüne uzatılan formu doldururken, böylesi köhne bir otel için fazla tantanalı bir iş yaptığını düşünmeden edemedi. İkâmet adresi olarak ne yazacağını düşünürken, konsolun köşesindeki parlak çerçeveli fotoğrafa gözü ilişti istemeden. Üç kişilik bir ailenin fotoğrafı...
Sandalyesinde oturmuş, elmasını ayıklamaya devam eden kadının genç ve güzelce hâlini fark etti önce. Kadın, kabarık saçlarıyla mahcup dururken, yanındaki tıknaz adam, tüm dişlerini göstermekten çekinmeden gülüyordu. Adamın yanında da, portakal rengi elbisesi ve dantelli çoraplarıyla bir kız çocuğu oturuyordu. Beş yaşlarında, yüzündeki duyguyu tarif etmesi güç, sıska bir kız çocuğu...
Bakışlarını fotoğraftan zar zor uzaklaştırıp formu tamamlamaya çalışırken, kendisini yargılamak için yine bir sebep bulduğunu fark etti. Ne diye inceliyordu ki el âlemin fotoğrafını? Aileye –çekirdek ya da geniş, fark etmez– dair her detayın iç burkmaya mecbur olduğunu hatırlamak için mi? Mutlu ailelere ya da hasbelkader mutlu günler yaşamışlara dair olanlar bile hattâ... İlla mutsuz anılar üzecek, acıtacak diye bir şey yoktu ki. Hepsinin sonlu olduklarını düşündükçe, canı sıkılmaz mıydı insanın sanki? Bunu bile bile, tıpkı şarkıdaki gibi –radyodaki şarkı değil– “sonsuz bir şimdi içinde” kalmayı başaranlar var mıydı sahi? En güzel, en leziz anların bile günün birinde birer anı olmaya mahkûm olduğunun farkında değiller miydi? Ya da en sıkıntılı zamanların bile sırf artık geçmişe ait oldukları için tatlı hatıralarmış gibi özlenmelerine kimsenin bir diyeceği yok muydu? Yağmurlu bir akşam, pencere kenarına oturup da huzurla kahvelerini yudumlamaktan söz edenler var ya hani, onlar da mı tam anlamıyla huzurluydular?
Bununla barışık olanlara ya da buna rağmen rahat nefes alanlara gücenir gibi oldu bu kez de.
Onlardan biri olamadığı için, oyunlarına alınmayan bir çocukmuş gibi darıldı onlara. Sonra da
kendine... Kendi fotoğraflarından kaçarken, başkalarının fotoğraflarında, başkalarının anılarında kendininkilere rastladığı için... Sanki kendiyle yaptığı anlaşmayı bozmuş olmanın suçluluğuyla, utana sıkıla gözlerini kırpıştırdı. Belki de ilk kez, tam anlamıyla uzaklaşmanın bir yolu olmadığını düşündü.
Bu ihtimali aklından çıkarmak, başından savuşturmak için derin bir çekti.
“Vardır be illa ki,” deyiverdi, bıkkınlıkla.
Başını, iki saattir oyduğu elmasından yavaşça kaldıran kadın, hafif bir merakla sordu,
“Bir şey mi dediniz?”
“Buralarda, diyorum, şöyle huzurla kahve içebileceğim sakin bir yerler var mı?”
Yorumlar