Öykü: Bir Çift Göz Meselesi
"Kısacık bir tebessüm, kocaman bir yıldız kayar gibi parladı."
Esra Yüksel
Genç kadından yükselen zambak kokusuyla, omzuna çullanan adamın ter kokusunun birbirine karıştığı, arka taraflarda bir yerde, bir çocuğun durmaksızın ağladığı sıkış tıkış otobüsten can havliyle indi. Bir anda yüzüne çarpan soğuk havayı iyice çekti ciğerlerine. Sigarasını aceleyle yaktı.
Kaldırımlara serilmiş miskin köpeklerin, ne sergilendiğini umursamadığı renkli vitrinlerin, şekilden şekilde giren yabancı çehrelerin arasından sıyrılarak, caminin avlusuna uzanan taş merdivenleri tırmandı. Caddeyle camiyi ayıran geniş revağın altından geçerken, duvar diplerinde ciğerlerini yiyen kedilerin keskin kokularını duydu. Midesi bulandı. Kiminin kuyruğu kopmuş, kiminin tek gözü çıkmış, kimi topallayan, kir içinde kediler.
Eşiği geçerek geniş avluya çıktığında sustu sesler. Birkaç kumru ötüşü, birkaç baston tıkırtısı… Taşları ayıran çizgilere basmadan yürüdü türbeye kadar. Türbenin küçük avlusuna açılan kapıdan hazireye geçtiğinde, zamanın donduğunu hissetti. Duvara asılı bir resmin içindeydi şimdi. Yüzyıllık çınarlar, çok uzak bir dünyanın sihirli kelimelerini taşıyan mezar taşları, dallarda serçeler... O mezar taşlarını taşıyan adamları düşündü önce, üzerlerine harfleri, laleleri, gülleri işleyen ellerini. İncecik parmakları olmalıydı, şiir okuyan dilleri, hüzünlü yüzleri… Ellerini, asırlık taşların üzerinde gezdirdi. Muhteşem bir tablonun üzerinde dolaşan ürkek bir böcek gibi…
Kucağındaki bebekle yerde oturan genç kadının sesiyle irkildi:
“Allah rızası için bir sadaka abi!”
Bebeğin çıplak topuğu, soluk mavi battaniyenin arasından aşağı sarkıyordu.
Türbenin, diğer avluya açılan kapısından çıktı aceleyle. Bu sefer tanıdı sesin sahibini. Siyah sakallı, beyaz cüppeli, elindeki bastona her yaslanışında, dudaklarından yalnızca bir hece dökülen âmâ; al-lah, rı-za-sı, i-çin…
Mâbedi çevreleyen avlunun diğer kapısından çıkıp, Arnavut kaldırımlı yokuşu indi. Camdan cama gerilmiş çamaşırların, kapı önlerinde bıçak bileyen adamların, dar sokaklarda misket oynayan çocukların arasına. Okulunun yanındaki ahşap eve yaklaşırken attı sigarasını. Elleriyle, saçlarını taradı. Gözünün yanıyla baktı pencereye, aralanmış tül dalgalandı. Bir çift göz gördü belli belirsiz. Bir daha baktı. Kısacık bir tebessüm, kocaman bir yıldız kayar gibi parladı. Gülümsedi. Ellerini ceplerine sokup, ıslık çalarak indi yokuşu.
Çocuklar yine üzerine atladılar kapıyı açar açmaz, boynuna sarıldılar.
“Ne getirdin bize baba?”
Yüzüne yayılan tebessüm dağılmamıştı daha.
“Durun ulan, itoğluitler! Yorgunum.”
“Hadi baba, ne aldın, desene!”
Saçlarını okşadı. Evin karşısındaki bakkaldan aldığı gofret paketini uzattı. Paketi havada kaptı çocuklar. Çekiştire çekiştire uzaklaştılar.
Asiye, günü dizleri sarkmış pijamasıyla geçirmişti yine. Üzerinde hiç vazgeçemediği o solmuş, kırmızı tişört.
“Hoş geldin!”
Yemekte yine yağda yumurta, biraz zeytin, dünden kalan salata… Sorsa şimdi, bu mu yemek dese, sen ne getiriyorsan onu pişiriyorum, diyecek. Getirdin de, pişirmedim mi? E hakkı da var biraz hani! Sabah sekiz, akşam sekiz, itler gibi koşuyor, yine de eli kolu dolu gelemiyor eve. Kazandığı kiraya zor yetiyor. Ailesi desteklemese iflahı kuruyacak. Hayır, boyamasaydın da saçlarını o cırtlak sarıya, bir çarşıya çıksaydın o parayla, az biraz sebze, birkaç da meyve alsaydın dese, yine küsecek Asiye. Sen seversin sarıyı diye boyadım diyecek, ta yıllar evvelini kastederek. Yahu bir insan hiç unutmaz, hiç susmaz mı? Dönüp dolaşıp aynı teraneyi okumaktan hiç mi bıkmaz? Hem Hülya’nın saçları öyle mi sarı? Onunki ipek gibi bir kumral, ışıltılı… Hele yazın güneş yakınca saçlarını, ara ara altın teller de düşer aralarına. Hepten ışıldar. Hem onunki boyama değil ki, oluşundan sarı.
“Niye gülüyorsun sen?”
Yüzüne yayılan tebessümü bir anda toparladı. Çekti yumurta tavasını önüne, ekmeğiyle iyice sıyırdı.
“Ne gülecek mişim be! İt gibi koşmuşum akşama kadar, gülmesi mi kalmış? Çay varsa ver bir bardak, yatacağım ben.”
Yine ıslanmış çay tabağında gelmişti çay. Oysa kaç kere söylemişti, şu çay bardağını tepsiye koy da getir, taşıp dökülüyor, demişti. Anlamazdı.
“Bir peçete ver oradan, yine akıyor altı.”
Annesi, babasına çay getirirken gümüş tepsiyi çıkarırdı mutlaka. Tepsiye, elleriyle ördüğü, yıkayıp yıkayıp ütülediği incecik dantelleri sererdi. Yanına iki lokma da olsa bir şeyler koyardı; ya un kurabiyesi, ya lokum, ya mahlepli çörek. Yoktan da var ederdi.
“Bırak şimdi çayı filan, Ali Usta’yla konuşabildin mi sen? İsteyebildin mi zammı?”
Bir yudum aldı çayından. Ne dese, ne anlatsa boş!
“Konuşuruz bakalım.”
Yüzünü ekşitti Asiye, gözlerini kıstı.
“Konuşuruz bakalım! Tabi, tabi, kesin konuşursunuz siz! Sen ne zaman, neyi konuşabildin ki? Neyi becerebildin?”
Çocuklar ağlayarak girdiler odaya.
“Baba, abim gofreti benden fazla yedi. Bir tane arttıydı, onu da yedi.”
Abisi kolunu sıktı.
“Yalan söylüyor baba, valla saydım ben. Dün de o…”
“Yatın ulan yerinize, itoğluitler! Zaten davul gibi olmuş kafam. Dinlenmeye mi geliyoruz bu eve, dövüşmeye mi, belli değil!”
Annesinin yıllar önce diktiği çizgili pijamaları giydi. Ucu keçeleşmiş fırçayla dişlerini fırçalamak için, erimiş kalıp sabun kokan banyoya girdi. Artık hiç görmek istemediği o aksi, hırçın adamla göz göze geldi. Pas lekelerinin arasından öfkeyle baktı adam. Belki biraz da acıyarak, hatta iğrenerek, hor görerek…
“Asiye, bu aynayı kaldırsak ya buradan!”
Hemen koşup geldi karısı.
“Niye kaldırıyor muşuz? Ne varmış aynada?”
“Baksana, paslanmış iyice nemden.”
Sarı saçlarını arkaya doğru savurdu.
“Al yenisini, atalım. Hayır, alabilecek misin sanki! Sen ne istiyorsun şimdi aynadan?”
Sustu. Çocukların yanlarına sokuldu. Uyumamışlardı daha. Başlarını okşadı.
“Yoruldum da, ondan çocuklar. Yoksa kırar mıyım kalbinizi? Söz, yarın yine alırım gofret, hem daha çok. Ne dersiniz, hafta sonu sahile götüreyim mi sizi?”
* * *
Her sabah olduğu gibi yine erkenden kalktı. Mutfağa baktı çay var mı diye, yoktu. Asiye daha uyanmamıştı. Üzerini giyindi. Aynadaki yabancıyla göz göze gelmemeye çalışarak saçlarını taradı. Bir sigara yaktı. Köşedeki simit fırınından sıcacık simit aldı giderken, yiyerek yokuşu tırmandı. Ahşap eve yaklaşırken temizledi ağzını, ellerindeki susamları çırptı. Tülün kenarı aralıktı. Kumral saçlar belli belirsiz göründü loş ışıkta, bal rengi gözler parladı. Sanki, sanki bir el mi salladı?
Geniş avlulardan, dar kapılardan geçti. Issızdı cami. Yerleri süpüren birkaç görevli, sabah namazından çıkan birkaç yaşlı, baston tıkırtıları… Ne dilenciler vardı henüz, ne simitçi, ne çaycı. Kediler üst üste yığılmış, uyuyorlardı. Caddeye uzanan merdivenleri indi.
Yeniden giydi lacivert önlüğünü. Yüzlerce defa çalıştırdığı makineyi açtı. Yine içildi sıcak çaylar. Demirler eğildi, demirler büküldü. Kıvılcımlar saçıldı. Yine simsiyah oldu eller. Makinenin dişlisi sıkıştı. Çarklar söküldü, yeniden takıldı. Tekrar başladı gürültü. Ali Usta, zamdan konuşmaya yanaşmadı. Mercimek çorbası içtiler öğlen, pırasayla, bulgur pilavı yediler. Keşke evdeki yemekleri de bu aşçı yapsaydı. Demli çaylar içildi yeniden, sigaralar defalarca yakıldı. Yine binildi sıkış tıkış otobüslere. Hava yavaş yavaş karardı.
Okulun yanındaki ahşap eve yaklaşırken dünyanın durduğunu duydu Mehmet. Yeryüzünde bir o, bir ahşap ev, bir de Hülya. Sonrası yok. Boşlukta bir Hülya, bir de kendi. Sonsuza kadar birbirlerine bakıyorlar belli belirsiz. Tebessüm ediyorlar yarım yamalak. Kalbi hızlandı. Susmayan kornanın sesiyle sıçradı.
“Manyak mısın sen kardeşim ya! Yapışacaksın asfalta böcek gibi, başımı belaya sokacaksın, it!”
Özür diledi, eli ayağına dolaştı. Hülya, görmüş müydü olanları? Donup kaldı. Hülya’nın o güzel fotoğrafının köşesine yapışmış, orada kuruyup kalmış bir böcekti şimdi. Cep delik cepken delik, karizma çizik, faça bozuk… Nerede o yirmi yıl evvelinin Jilet Mehmet’i! Başını usulca kaldırdı. Ahşap evin tülü yarıya kadar açılmıştı. Gülüşü bir yıldız kayışı gibi parlarken, bu defa göz kırptı altın saçlı. Mehmet, ne yapacağını iyice şaşırdı. Donduğu yerden can havliyle kopup, yokuş aşağı yollandı.
Asiye, saçlarını savura savura açtı kapıyı. Çocuklar gofret poşetine yapıştı. Gofretler kavga kıyâmet paylaşıldı. Lapaya dönmüş yeşil mercimek yendi. Çay gölüne oturmuş bardaklardan çaylar içildi. Zam haberi yine verilemedi. Aynadaki şerefsizle göz göze gelmemeye çalışılarak el yüz yıkandı. Hülya’nın hayaline sarılıp uyundu.
Çay yoktu sabah. Simitçi fırınına gitmedi. Hava buz, saat erken. Camın kenarında sarı saçlı, içeriyi işaret etti başıyla. Etti mi? Etmiyordur. Bir daha bakamaz. Baktı. Camı araladı Hülya. “Gelsene.” dedi, “Daha erken, çay var.” Gülümsedi. “İç bir bardak, için ısınsın.”
Köşeyi döndü ürkek adımlarla. Tahta kapıyı açtı. Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Terlik uzattı ipek saçlı. “Buyur gel, hoş geldin Mehmet.” dedi, kadife sesiyle. Sesi yüreğine aktı. Yerdeki sinide biraz zeytin, kekikli, biraz peynir, domates, salatalık, yeğ, reçel… Çayları getirdi Hülya, gümüş tepside. Sıcacık.
İşe geç kaldı o gün, ilk kez. Usta’dan zam istedi, kararlı. “Tamam” dedi Ali Usta, “Hakkındır.” Eve döndü sıkış tıkış otobüsle. Camiye uzanan merdivenleri koşarak tırmandı. Duvar diplerindeki kedileri okşadı geçerken, mezar taşlarına bakmadı. Beyaz cüppeli âmânın avucuna bir onluk sıkıştırdıktan sonra sigarasını yaktı. Söndürmedi ahşap evin önünden geçerken. Camdaki göz kırptı.
Çocuklara gofret almıştı, şekerli leblebi, tuzlu fıstık, Asiye’ye o çok istediği çiçekli elbiseyi, kendine de bir eşofman takımı. Yemekten sonra çayları tepside getirdi Asiye, yanına gofret de koymuştu.
“Hafta sonu sahile de gidecek miyiz baba?”
“Gitmez miyiz hiç! Hem mangal da yakacağım size.”
Boynuna sarıldı çocuklar, gülümsedi Asiye.
Pijamalarını giymedi bu defa Mehmet, yeni eşofmanı denedi. Sonra banyoya girdi. Duvardaki aynayı paslı çividen çıkarıp, adamın gözlerine son bir kez daha baktı. Aynayı yere vurunca ferahladı.
“Asiye, temizle şuraları. Kırıldı bu ayna!”
Comments