Öykü: Bir Garip Süreyya
Sonunda onu ileri itecek, adeta güdümlü mermi kıvamında hayatın içine, merkezine, göbek deliğine yerleştirecek kuvveti buluyor ve bir sanatçı zarafetiyle figürlerini yapıp -ki yine de pek ustaca olduğu söylenemezdi- atılıyordu sahneye.
Öznur Babur
Üç aşağı beş yukarı gidiyor, nihayetinde iki adım ilerlemiş oluyordu. Hep yaptığı gibi. Hayatın akışına ivme kazandırabilmek, içinde kulaç attığı hayat denizinin dalgaları altında boğulmamak için önce zemini ayaklarıyla yokluyor, dizkapaklarını egzamadan dertli elleriyle kavrayıp bir güzel ovuşturuyor, tekrar ve tekrar ritmik sıçrayışlarla yerçekimine meydan okuyordu. Sonunda onu ileri itecek, adeta güdümlü mermi kıvamında hayatın içine, merkezine, göbek deliğine yerleştirecek kuvveti buluyor ve bir sanatçı zarafetiyle figürlerini yapıp -ki yine de pek ustaca olduğu söylenemezdi- atılıyordu sahneye. Tiyatro değil elbet; hayatın kokoreç, midye ve bol iyot kokularına ter kokusu, çürük diş kokusu, leş kokusunun karıştığı gerçek sahnesine.
Süreyya Bey, yetmiş dört yaşını sürüyordu. Haddi çoktan aşmıştı eskilerin deyişiyle. Kronik hastalığı yoktu, tütün içmezdi, alkol tecrübesi ise gençliğinde birkaç kez içtiği aslan sütüyle sınırlı kalmıştı. Sağlığına dikkat ederdi etmesine de bir şu egzama illetinden kurtulamamıştı. Hoş, domatesi sofrasından kaldırmıştı egzamayı azdırdığını öğrendiğinden beri. Salatanın suyuna ekmek banmayı çok severdi ama hatur hutur kaşınmak, hele ki o kaşıntıların zamanla küçük yarıklara dönüşmesi böyle bir fedakarlığa girişmesinde gerekli koşulları sağlamıştı.
Hey gidi Süreyya hey… Sen bu hallere düşecek adam mıydın? Ne varmış halimde? Daha ne olsun. Oturdun kukumav kuşu gibi, park bahçe köşelerinde zaman öldürüyorsun. Yoo, mis gibi hava alıyorum işte, ciğerler oksijen görsün. Fena mı? Oksijen mi kalmış, egzos desene sen şuna. Yahu şu çınar var ya şu çınar… Ne olmuş çınara? Ağaç işte, oksijen… Bir tek çınarla olur mu o iş? Yahu sen bi’ çekilsene başımdan. Adam sende, nereye çekileyim? Ne bileyim ben, bi’ ağız tadıyla oturacağım şurada. Her Allah’ın günü oturuyorsun zaten. Kalk da bir şeyler yap. Ne yapayım, güvercinlere yem mi atsam? Şu karşı banktaki adamı görüyor musun, hani emekli öğretmene benzeyen? Gördüm, gördüm. Ne olmuş? Elinin körü olmuş. Yahu niye bozuyorsun şimdi ağzını? İşte o adamcağız, daha demin besledi parkın bütün güvercinlerini. Olsun, güvercin bu, doyar mı? Sen de besle. Hem bu hallere düşecek adam mısın diyorsun hem güvercin besle diyorsun. Ee, diyorum ne var ki bunda? Daha ne olsun, kuş besleyeyim öyle mi? Her parkta oturan, yaşı biraz geçmiş otursun kuş beslesin. Ne diye? Tepemize pisleyip dursunlar diye! Hayır efendim, kuş muş yemlemem ben, bulsun doğadan yemini. Süreyyacığım, sen hep böyleydin. Nasıl? Böyle huysuz, aksi işte. Şimdi de huysuz, aksi olduk öyle mi? Yazık ki öyle. Dost acı söyler, bilirsin. Sen dost musun ki? Yapma ama ne kötülüğümü gördün? Daha ne göreyim, ne zaman şu parka gelip otursam dikiliyorsun tepeme, ha babam konuşuyorsun. Yahu ben zaten evdeki dırdırdan bıkmışım, gelmişim şuraya biraz temiz hava alayım, bir iki insan yüzü göreyim. Hoop… Sen damlıyorsun. Hayır, seninle konuştuğumu gören de beni deli belleyecek. O onların ayıbı, boş ver sen. Nesini boş vereyim, geçen benim büyük oğlan baba sen iyi değilsin, bir doktora götüreyim seni diye tutturdu. Bak sen densize. Densiz ya. Ee, niye götürecekmiş doktora, ne şikâyetin var? Senin yaşında da ne olur ki, dur dur çişini mi tutamıyorsun yoksa? Hay ben senin… Dur canım kızma hemen. Hani ben şeyden dedim. Neyden dedin? Hani yaş da biraz ileri ya... Ne varmış yaşımda be, çakı gibi adamım, yüz metreyi on saniyede koşarım evelallah... Yahu biraz usturuplu at! Eee ehh, çekil başımdan hadi. Zaten birazdan kalkıp gideceğim, hamsi inmiştir tezgâhlara. İki kilo alayım diyorum. Hamsinin kilosu kaça, haberin var mı senin? Kaçaysa kaça... Şurada ayda bir balık yiyeceğiz, onu da dizme boğazımıza. Dur dur, şuradaki bekçi bozmasını gördün mü? He, gördüm. Niye sordun? Baksana yanındakiyle fısır fısır ne konuşuyor? Ne bileyim ne konuşuyor? Müneccim miyim ben? Seni konuşuyorlar be akılsız! Kendi kendine deli gibi konuşuyor şu ihtiyar diyorlar. Kim kendi kendine konuşuyor? Ben seninle konuşuyorum ya. İyi de beni bir sen görüyorsun. Nasıl yani, onlar seni görmüyorlar mı? Haydaaa! Süreyya Beyciğim, kaç kez konuştuk bunu seninle. Ben aslında yokum, yook. Zihninin bir oyunuyum sadece. Eeh, hadi be sende, bunak mıyım ben? Yokmuşmuş. Yalancı, düzenbaz seni!
Park bekçisi ve yanındaki adam, vahşi bir hayvanı ürkütmemeye çalışan avcılar gibi gayet temkinli bir şekilde parkta tek başına oturmuş, kendi kendine konuşan, kavga eden, havaya hakaretler eşliğinde bir-iki de yumruk savuran yaşlı adama doğru yürüyorlardı. Yaşlı adam elbette, üç aşağı beş yukarı ilerleyip hayatına bir ivme tutturmaya çalışan, kendinden on yaş küçük romatizmalı karısının “Temizlik şirketinden gelecekler, sen çık parka da hava al biraz.” komutuyla parka yollanmış, yurdum insanlarından biri, biriciği Süreyya Bey idi.
O gün Süreyya Bey’in yaptığı en büyük hata ne parkta kendi kendine yüksek sesle konuşup etrafı tedirgin etmesi ne de yanına gelip “İyi misiniz?” diyen bekçinin kolunu iştahla ısırmasıydı. O gün Süreyya Bey’in yaptığı en büyük hata, sabahın köründen akşama kadar dip köşe yapılan temizliğin ardından elinde iki kilo bayat hamsiyle eve gelip “Hadi hanım yine iyisin, akşama ziyafet var.” demesiydi. İşte bunu hiç yapmamalıydı. Yazık oldu Süreyya Bey’e.
Comentarios