top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Boyalı Düş

Şayet ziyaret etmek isterseniz bu ihtiyar kenti, takvimleri savuran hadiselerinizi geldiğiniz yerde bırakmanızı şart koşmuş bizden önceki kimseler. Bizde süregelen gelenekler yok olmaz, sağlamlığı arttırılarak aktarılır. Zor değildir, ama önemlidir.


Nur Melisa Akkaya


Nadide, koridor boyunca yalınayak yürüdü. Sabah serinliği alnına vuruyor, balkonun tentesi altında yüzü gölgeleniyor, menevişli gündoğumundan kopan ışık dilimleri sokağa gelişigüzel saçılıp akşamın pis kokan iskeletini savuruyordu. Gündüz saatin tik takında kıpırtısız akarken dışarıda dalgalar gürültüyle patlıyor, çiğ aydınlık denizin örtüsünü gri bir gökyüzü sanrısı ile yırtıyor, güneşi bulutlardan sıyırıp odalara doğru serpiyordu. İşte o vakit, sadece bir anlığına, (şimdi, o bir anlık zamanlardan biriydi) omuzları saydamlaşıp göğsü kemiklenirdi Nadide’nin. Kahvaltı vaktinden önce, dükkân kalfaları dar taşlıkları yıkarken, bitkinin çiy örtüsü henüz buhara karışırken gün kendi kendini cilalar, parlatırdı. Bir hazırlık kapının dışında yürüyüp giderken Nadide’nin kaburgalarındaki çukur kanatlarında soğuk el değmeden titrer, sıcaklık erimeden yok olurdu. Ne var ki Nadide bu gereksinimi duyumsayamayacak kadar kendinden bihaber bu sabah. Bedenini gelişigüzel kaplayan ince sarı tüyleri dikilmekle kaldı, duraladı. Gökyüzünde parsellenmiş bulutlar yağmurun ağırlığını taşıdı, zeminde koyulan sıcaklık sonbaharın bukağısına takılmadan yüzeye doğru ağdı.


Bir naylon poşet, kumluk boyunca savruldu. Sözgelimi çağanozların ve mavi yengeçlerin sığındığı, kimi yerde bir tek uzvunu bırakan ölgün deniz canlılarının yattığı çukurlara girdi, çıktı. Rüzgâr yerli yerinde, her köşe başında heybetli edasıyla kol geziyor, artık iyice seyrelmiş ayak izlerini yalazlıyordu. Bu olanca ürkünç manzarayı berideki evlerinden izleyen kent sakinleri sabah işlerine gömülmüşler. Çünkü uzunca süre bakılan manzaralar bir süre sonra sıradanlaşır, günlük hayatın düzbeyaz rengine doğru kırılır. Şayet ziyaret etmek isterseniz bu ihtiyar kenti, takvimleri savuran hadiselerinizi geldiğiniz yerde bırakmanızı şart koşmuş bizden önceki kimseler. Bizde süregelen gelenekler yok olmaz, sağlamlığı arttırılarak aktarılır. Zor değildir, ama önemlidir. Kurallara kılıkılına uyulması gerekir. Gitgide alçalan varlığımız gökyüzüne daha yakındır genellikle. Sözgelimi bu kural ise göz ardı etmemeniz gereken koşulların başını tutar. Şimdi, hazırsanız başlayalım. Yollar tekdüze ve kaygan değildir. Tersine; alabildiğine dolambaçlı, şaşırtmacalı, hilesiz ama bulmacalıdır. Ardıç ağaçlarından, atkestanelerinden ve kentin her kuytusunda kılıkılına boy gösteren taş cephelere ustalıkla dolanmış sarmaşıklardan önce, sınırın dışına dayanan yıkıntılar karşılayacak sizleri.


Yüzünden yollayamadığı ağrılar dizlerini sızlattı. Nadide dağılan ağrının kaynağını yokladı. Yağmurlu günlerde hiç sekmeden böyle olurdu. Ağrılar dizlerinden başlardı serpilmeye. Büsbütün. Nadide gözlerini kırpıştırdı, ama birkaç kızıl boncuktan gayrı bir şey göremedi. Sokaklar pus ve buğunun yüküyle sessizlikte dolanıyordu. Nadide’nin kanaatince, kıpırtısız bir sabahtı bu. Diğerleri gibiydi, tıpatıp. Bir kamyonet arka sokağa giriş yaptı. Ekmek fırınının çanı suskuyu yıktı.


Bu satırların yazarı, yani bendeniz, düşünürüm ki kentin benden gayrı fosillerine ucundan bir göz atmak isterseniz yeşil-uç ormanını kati suretle gezmelisiniz. Oyuklarda şiirleri, kavuklardan taşan gökleri, zeminden fışkıran sıcakkanlı bulutları falan kaçırmamanız için gözlerinizi dört açmanız gerekir. Eve döndüğünüzde hâlâ hatırlıyorsanız eski geçidin yer yer yosun tutmuş harabesini, vakit kaybetmeden unutmanızı tembih ederim. Yürüyüş yolunun iki yanını tutan cılız çalılıklar Temmuz sonu sararır, güneşte iyiden iyiye ılgınlarla salınır. Yaz vakti gelmiş olsaydınız ormanın bitimindeki yola değin onlara rastlayabilirsiniz derdim, ama siz sonbahar vaktini tercih etmişsiniz bu sene. Olsun.


Nadide, iki saksının arasına sıkıştırdığı büzüşük sigara paketinden bir dal sıyırdı. Ne kadardır el sürmüyordu pakete, haliyle ıslanmıştı, yumuşamış, yer yer erimeye yüz tutmuştu. Pörsümüş sigaranın ucunu iki dişinin arasında sıkıştırdı. Birkaç solukluk yaşantısından iki direm eksildi o sırada. Mavi alacalı dumanı gözlerinin önünde perdelendi, ardısıra bastıran ayazda kıvamı kırıldı, boşluğa dağıldı. Kristal küllüğe doğru bastırdı sigarasını. Çöpünü saksının dibine sallandırdı.


Yol hafiften eğilir, alıştırmadan dikleşir. Dikkat! Önceki ziyaretçilerden çukura düşen, nehirde boğulan, mezarlıkta çapsız çığlıklar patlatan olmadı değil. Aykırı rüzgâra göğüs germekten daha güçtür, titizlikle hesaplamalısınız bir sonraki adımınızı. Ormanın ortasına alabildiğine serpilmiş mavisi bazı mevsimde bakıra çalan nehir, hava kışlamaya durduğumda derinden koyulur. Her şey saydam bir belirsizlik içinde, zeminde ölgün yatan yaprakların çıtırtılı örtüsünde zamana karışır olur bu günlerde. Yaz boyu bastırılan kederler eve dönüş vaktinde vasıtanın terkisine yüklenir ve ağır ağır bayıra bastırılır. Arkanızdan kimse gelmez, kimse kimseyi takip etmez, kimseye rahatsızlık vermez. Kendinizden başka. Denklerimizin unutmayı yeğlediği öyküler engellenemez kuvvetlerle, ama yine de arasıra olacak şekilde, diplerden koyu bir sızı gibi yüzeye vurur. Hep böyledir, hep böyle olmuştur. Bizler bir orta nokta bulma çabası içindeyizdir. Takvim bilmeyiz. Soğuk, sıcak bilmeyiz. Kem gözü ayırt edemeyiz. Çoktandır gözlerimizden kurtulmuşuz zaten. Aksamadan, ‘birimiz hepimiz için’izdir. Olmayanın varlığını onun adında kürek çekerek yaşatırız. Soğukta kavrulur, sıcakta donarız. Karda yalınayak çürür, yazda berelerin söküğünü onarırız. Buralılığımızda taşıdıklarımızın vardığı son noktadır burası. Uçtadır. Bu kentin ara sokaklarına inşa edilmiş nizam hanelerimiz açıklanamaz burukluklarımızın dayanağı olur çıkar. Yeşil-uç, Bostanlık Kıyısı, Çağanoz Geçidi, Gedik[1]. Ola ki merak ederseniz bu tuhaf isimler nedir, ne idiği belirsiz gelişigüzel harf derlemeleri midir? Efendim, biz burada, zorlu göçler mahsulü bir araya gelmiş bir düşçüler kalabalığıyız. Hepsi bu. Toplumun unutkanlığından ötürü eşelemediği geçmişleri sanat yoluyla çukurlarımızda kavurur, yüzeye bırakırız. Bakınız balkonlarımız nasıl sıralanmış sahil boyunca. Hepsinin duvarında bir çiçek açmış. Çoğunlukla yarısı başka tipte, ama bakmayız ki bilelim, kim ne renk. Biz önce yarım kalmışlıklarımıza, sonra birbirimize tutunuruz.


Bir zaman parçasına sığınırcasına gözlerini yumuyor şimdi Nadide. Bir zaman edindiği alışkanlıkları anımsıyor. Bir yeri bir başka yere bağlamayan sarnıçların yıkıntısı, hız kesmeden yağan yağmurun tıpırtısı, hoppasız gürültüler, vitrin önü mankenleri, çukurlardan akınca inen çağanozlar birden gözlerinin önünde bir tiyatro metnine duruyor. Nadide dizlerinden kavradı bedenini, mutfağa koştu. Yünlü perdeleri ardına kadar sıyırdı. Camı üstten değil, alabildiğine açtı.


Tarazlı köşelerimiz usulca gerçekdışına taştığından, birimizin gözü uzağı kollar her daim. Mavi bulanıklıkta sonbaharın kızılı göründü mü, öte kentlerden son geleceklerimizi beklemeye koyuluruz. Hep beraber, sarp dağlığa dağılmış yollardan bizden olanları titizlikle saptarız. Şurada bir tek mezecimiz durur. Fransız peyniri, çavdar ekmek ve Çanakkale şarabı dizmiş vitrine bu sabah. Şanslısınız. Bakınız, eskidir ama iyidir, bayat çıkmaz. Biz zaten tarih nedir bilmeyiz. Aleyhte konuşabileceğim bir tek nedir diye soruyorsunuz, peki. Demek, siz de bizim gibi yetinmeyenlerdensiniz. Merdivenleri dikenli güller bürür, gündüz kente büsbütün varmadan.


Nadide çay suyu koydu cezveye. Daha dün ovduydu, pasını akıttıydı demliğin. Su ocakta kaynamaya durdu. Sonra, mutfakta dört tur attı Nadide. Aklında tepeleme özürler, itiraflar tiyatro oyunu yavaşlamadan sürüyor; tavanı alçaltıyor, sağaltıyor, genişletiyor. Şehrin kuytu sığınaklarını açığa everiyor. Su kaynadı. Geniş pencerelerden dışarıya baktığında önce sonbaharı gördü, sonra yağmuru, atkestanelerini, en son ormanı. Bulanık suya yansıyan puslu suretini hayranlıkla izleyen bir eski zaman pirinin tutumuyla duvardaki resimleri izledi. İlk, son, en, tek. Hayır. Hayatı aşırıya yüceltmek gereksizdi. Şimdi, geçmişi öze indirgemek vaktiydi. Aklında bir hazırlık telaşı yürüyordu bu sabah, diğerlerinden aykırı. Yarım kalan düşler birdenbire beyninde zonklayarak yüzeye doğru tazelendi. Bu uzaklıktan dahi iyice gözlemleyebiliyordu olanbiteni. Yıllar öncesinde ama hâlâ yolda bir gezgin, bir şaman, bir ressam, bir yanılgı. Hangisiydi yanıltan? Hangisiydi gerçekten olan? Belirsizlik derinine büyüyerek bugüne çıkıyordu. Sabaha.


Şu bahçeyi seçebiliyor musunuz? Gerçi henüz koyuldu ortalık. İhtiyar bir ressam tablosunu boyamakta. Kendine pek benzeyen bir güneş resmi çizmiş. Düşler bizde insandan önce davranır. Sabah puslu bir örtüyle yüzeye doğru ağar, gece kuduran dalgaları usuldan koparıp atar. Bu yüzden sabahları severiz biz, kahvaltıda kabak çiçeği ve domates yeriz. Deniz kıyısından yosun kokusu yayılıyor ta ormana doğru. Duyun bakın, başka gerçeklikte bulamazsınız böylesini. Gündoğumundan besleniyor ozanlar, iyi izleyin burayı. Bu duyduğunuz dalgaların sesinden gayrı, eğreti bir uğultu akıyor kulaklarınızdan. Yapraklar tek dikimde bozarıyor. Ya efendim, görüyor musunuz olanı? Ayaz yemiş damlarımız, her gün yeniden, durmaksızın. Aniden yıkıldılar ayaklarımızın dibine. Siz iyisi mi hızlı davranın, dönün bir an önce evinize. Bizden geriye iki sayfa kelam, bir de renksiz gülüşler kalacak. Besbelli.


Nadide kendiliğinden boya lekeleriyle kaplanmış beyaz önlüğüne ellerini sildi. Lekeler dört bir yanına saçıldı evin. Bir resim gözlerinin önünde kendi kendini çizmeye durdu sanki. Saçı başı dağılmış, aklı kabarmış, mutfakta su buhara karışmış, pencerenin eşiğinden sızan yağmur, hanesine taşmış. Nadide dağılmış ama büsbütün kendinde bu sefer. Tuvalin asılı durduğu duvarda kesif bir koku yokluyor havayı. Ani bir uçukluk sabaha yerleşiyor.

Nadide sahicilikte söküldü, yanılgısına daldı. Fırçasından dudağına, dudağından düşüne kor yürüdü. İçyüzünü anlamaya başladığında, dışyüzü eviriliyordu rüyaların, bambaşka suretlerle. Nadide camdan dışarıya baktığında düşlerinin çürüdüğünü gördü. Köşedeki kahvenin sundurmasından oluk oluk yağmur suyu akıyordu, sokağa, kumluğa, kuytudaki çukurlara. Sevecen bir aşırılık tam da o anda evini özlemesine neden oldu. Evindeydi oysa. Yoksa değil miydi? Kim vardı yanında? Tuval kalmamıştı çizecek, boyayacak başka duvar. Çizdiği resimde, çağanozlar denize indiğinde, damlar yıkılmaya durduğunda, pek inandırmayan sevecen aşırılıklarda, çekmecede yırtılırdı memleket haritaları.

Beklentinizi karşılayamadıysak, kusura bakmayınız efendim. Ama yadırgamayın bizi. Biz böyleyiz, ne giysek dökülür boşluklarımızdan. Bir boya paleti nezaketinde karmakarışık varsıllığımız.

[1] Tomris Uyar, Türk öykü yazarı ve çevirmen. Gedik, kızlık soyadıdır. Yazara atıfta bulunulmaktadır.

bottom of page