top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Burada Kalayım

Sanki dolmuş durunca inecekler ve hiç hareket etmeden o noktada öylece sonsuza kadar kalacaklarmış gibi… Oysa kimi aceleyle, kimi ağırdan alarak ilerliyor hep indikten sonra; çünkü hayat akıyor, hayat su gibi, eğer durduğu yerin bir şekli yoksa akıp gidiverir.


Elif Seyrekbasan Toz

“Çünkü hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil. Her şey hatırlandığı gibi...”

Barış Bıçakçı/Aramızdaki En Kısa Mesafe


Olur da kasetçalarımın pili biterse müziksiz kalmayayım diye kot montumun cebinde yedek tuttuğum iki kalem pili avcumun içinde birbirlerinin etrafında döndürüyorum. İçimdeki sıkışıklık gibi onları da avuçlarımda sıkıştırsam, döndükçe enerjilerini verirler mi bana? Ya da onlar döndükçe ben de döner miyim geldiğim yere? Piller stres topu gibi elimin içinde, elim bol bir kot montun cebinde, yokuş yukarı seyreden bir yolda ilerliyorum. Sağımda Tophane’ye çıkan merdivenler, solumda arabaların, otobüslerin ve taksi görünümlü dolmuşların yolu arşınladığı ana cadde… Eğer sağ tarafı tercih edip merdivenleri çıkacaksam, şehre çok yüksekten bakacağım seyir terası kafamı kaldırdığımda tam karşımda gördüğüm beni küçülten, daraltan dağ manzarasından belki bir nebze kurtarırdı beni. Ana caddeden aşağı yürüsem ve sonra el etsem, duran dolmuşa binip Çekirge Meydanı’na geldiğinde “Burada kalayım.” deyip inerdim evime gitmek için... Buraya geleli aylar olmuş olmasına da; defalarca dolmuşa binmeme rağmen her zaman garip geliyor dolmuştan inerken Bursalıların inecekleri yerde kalacaklarını beyan etmeleri “Burada kalayım.” diyerek. Sanki dolmuş durunca inecekler ve hiç hareket etmeden o noktada öylece sonsuza kadar kalacaklarmış gibi… Oysa kimi aceleyle, kimi ağırdan alarak ilerliyor hep indikten sonra; çünkü hayat akıyor, hayat su gibi, eğer durduğu yerin bir şekli yoksa akıp gidiverir. Peki, bende duran ne? Hem hayat akıp giderken hem de şimdi burada duran ben, “Burada kalayım.” da dememiştim kimseye, ama kalıyorum işte. Nefesimle birlikte kulaklarımın içinden giriyor dinlediğim kasetteki en iyi şarkı: Bab-ı Esrar, Yansımalar’dan… Aiyyhhh! Tekrar eden birkaç yakarıştan sonra ciğerimin içini oyan bir ney sesi, o ezgi, hiç sözü olmayan bu şarkı nasıl oluyor da bir kitaptan daha çok hikayeyi anlatıyor tek kelime etmeden, kulağımdan girip kalbime ulaşan naif bir neşter gibi...


Kafamı kaldırıyorum, dağlar... Yeşillenen dağlar uzakta da olsalar insanın içini karartacak kadar yüksekler. Üzerimde gölgelerini taşıyorum; ya da öyle yüksekler ki gölgelerinden bir türlü çıkamıyorum. Belki tam doruk noktasına kilitlenen hırslı bir dağcı olsam o dağ bir çırpıda çıkılabilir, tepesi keyif ve kıvanç dolu olabilir ama hiç hırslı değilim, istesem de olamıyorum. Aksine olduğundan da yüksekmiş, gökyüzünden de ötedeymiş de asla geçit vermeyecekmiş gibi korkutuyor beni, hem hırs hem de dağlar. Korku kalbimi eski bir süngermiş de köpüğünü akıtmak istiyormuş gibi sıkıştırıyor. Neden bu üstüme basan kasvet bilmiyorum. Oysa hava çok güzel, mevsimlerden bahar, aylardan Mayıs... Hafifçecik giyince hafifçecik hissedilen günlerden, saçın az nemli de kalsa banyo sonrası, hiç takmadan dışarıya çıkabileceğin günlerden. Kimi zaman güneş gösteren, kimi zaman hafif serinleten tatlı bir hava... Durduğum yerin sağında solunda, ilerisinde berisinde görülecek bir sürü güzel yer var biliyorum, görmüşüm bazısını önceden, bazısını göreyim diye yazmışım aklıma...


Biraz ilerleyip Koza Han’a gitsem bir kahve içerim kömürde yavaş yavaş pişmiş; oyuntulu bir fincanla sunulmuş bir Türk kahvesi, avlusunda havalandırırım kasvetimi hem, ipekli bir halı silker gibi silkelerim. Dümdüz çıksam yukarı doğru, Adliye’nin önünde durur çay içerim ve kesin birkaç arkadaş görürüm. Daha da yürürüm, Setbaşı Köprüsü’ne bile giderim. Önümde ve arkamda uzanan, uzandıkça bana güzellikler sunan yol benim, tüm kararlar benim. Öylece durduğum o nokta da benim. O noktadaki de her haliyle benim.



Sağıma dönüyorum, Tophane’ye çıkan merdivenler arasında geniş dinlenme boşlukları var. Banklar var o boşluklarda, birine oturuyorum. Bab-ı Esrar’ı başa sarıyorum. Pillerin sesini duyuyorum; pillerin gücü benim avucumun içinde çeviremeyeceğim kadar hızla çeviriyor çarkları. Benim avucumun içinde de benzer güçler var döndürüp durduğum, ama ben ne ileri ne de geri saramıyorum kendimi. Dirseklerimi dizlerimin üzerine koyuyorum, kafamı da ellerime yerleştiriyorum. Göreceklerimi çerçeveliyorum, hayatımı da göreceklerimi de küçültüyorum öne eğilerek. Lisede din dersinde öğretmen demişti ki: “Küçük bir ayna parçasını alın, yere doğru tutun, elinizi yukarı kaldırdıkça aynanın zeminde gösterecekleri çoğalır. Daha da yukarı kaldırın; ayna, görüntüsüne bulunduğunuz bütün alanı alır. Aynayı gökyüzüne koyun, yerküreyi gösterir. İşte düşünün çocuklar, Allah o kadar büyük ki tüm evreni görüyor.” Bu benzetmeden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Dağların tepesinde olsam ne kadar alanı görüntüleyebileceğimi düşünüyor ve büyüklüklerini hesaplamaya çalışıyorum. Oysa ben kapandıkça kapanıyor, daha da küçülüyorum; baktığım alanda sadece karıncaların koşuşturmalarını izliyorum. “Karıncalar küçücük ve yere yakın olduğundan sadece yiyeceklerini görüyorlardır herhalde.” diyorum. Onlar kendi koşuşturmasına, ben onlara dalıyorum. Öylece o şarkıyı yeniden dinliyorum, annemi özlüyorum, babamı özlüyorum, arasam özlediğimi söyleyemem; o zamanlar hiç öyle duygulu cümleler kurmamışım ne anneme ne de babama. “Seni Seviyorum.”, “Sizi çok özledim.” dememişim hiç. O yaşlar buna müsait mi değil, biz mi salık vermemişiz hatırlamıyorum. O gün o bankta birazcık ağlayıp sonra kendimi toparlıyorum, karıncalar hala koşuşturuyor, bir damla göz yaşım düşse üzerlerine, korkarlar mı acaba diye düşünüyorum. Dağa bakıyorum, havaya bakıyorum, sağıma soluma bakıyorum, ayna parçası diyorum, en tepede o ayna parçasının gördüğü küçücük bir noktayım. Gözyaşımla birlikte o kasveti de sıyırıp atıyorum yanağımdan. Sonrasında ne yapıyorum hiç hatırlamıyorum. O gün, o yaşadığım durağan birkaç an bir ataşla tutturulmuş gibi kalıyor bir bankında Tophane’nin, bir yerinde hafızamın, bir çırpışında kalbimin…


Sonra günlerim geçiyor. Çekirge Meydanı’ndan, Rıhtım Pastanesi’nin tam yanındaki yokuştan yukarıya doğru çık çık varılmayan, nefes nefese kapısını açıp bir ‘oh’ dediğim şahane manzaralı, küçücük balkonlu, benim payıma en karanlık odası düşen üç kişilik evimde arkadaşlıklarımı kardeşliğe dönüştürüyorum. Evi temizliyorum, yemekler hazırlıyor, misafirler ağırlıyorum, kim bilir kaç gün doğumunu o evin küçücük balkonunda sırtıma aldığım battaniyeyle kimi zaman yalnız, kimi zaman arkadaşlarımla omuz omuza selamlıyorum. Kaç bardak çay içiyorum, kaç sınava çalışacağım diye oturup uykusuzluktan kapanan gözlerimi Fransızca metinlerin arasında zorla açık tutuyorum. Lamartine şiirleriyle ayılıyorum, formasyon derslerinde sızmamak için kahveler içiyorum, çocuk gelişimi derslerinde bebekler gibi uyumanın hayalini kuruyorum. Akşam erkenden yatacağım diye her gün kendime söz verip hava karardığında sözümden dönüyorum. Okuldan eve dönüp uyumaktan vazgeçiyor, duş alıp hazırlanıp kaç arkadaş buluşmasına gidiyorum heyecanla ve sonunda dönmüyorum belki; konuşurken başka bir sohbetin ya da Burç Pasajı’nda çoğalttığım ders notlarının üzerine uyuyakalıyorum arkadaş evlerinde.


Çekirge’den kampüse giden otobüslere varmak için Dikkaldırım’a yürüyorüm her gün. Meydandan karşıya geçip kendimi aşağı sallandırdığım Zübeyde Hanım Caddesi’nin yaz kış keyifli yeşillikli yolunda kahvaltı yapıyorum Rıhtım Pastanesi’den aldığım sıcacık ev poğaçasıyla. Dönüş yolunda köylü kadınlardan dut alıp yiye yiye eve geliyorum hiç yıkamadan. Çarşamba günleri Çekirge Meydanı’nın az ilerisinde bizim eve de giden yolda pazar kuruluyor, hem eve erzak alıyorum hem de kıyafetlere bakıyorum. Üç kişi yaşadığımız evimize Çekirge Meydanı’ndan üç dört alternatif yol gidiyor. Bir tanesinde 253 basamak merdiven çıkmak gerekiyor, diğer alternatifler de öylesine dik yokuşlar ki, sonunda görülen manzaraya değmese kimsecikler oturmaz orada, bir de temiz havası var tabii. Biz manzarasından ve temiz havasından ziyade kirasının uygunluğuna vuruluyoruz ilk gördüğümüzde. Ama sonra manzarasında kayboluyor günlerimiz. Kutu gibi iki karanlık odasına inat kocaman pencereleri olan mutfak ve salonu ayırma gereği duymamış müteahhit, ama salona da mutfağa da ayrı kapı koymuş. Biz de kendi imkanlarımızla suntalarla ayırıyoruz bu alanı. Bir yanını da straforlarla kapladığımız için dev bir panomuz oluyor. Mutfağımız, bölmemize rağmen hala büyük ve üçgen, küçücük bir balkona sahip; sanki o balkon çaylar kahveler içip, sigara içen misafirlerimize eşlik ettiğimiz ve manzaranın tadına vardığımız bir başka şehir terası bu şehrin. Geceleri deniz manzarasına bakıyormuşuz gibi dalgalanan ve oynaşan şehir ışıkları, kaybolan ufuk çizgisi sadece bizim evde yaşayanlara özel olduğu için en sevdiğimiz seyir bu noktadan olanı kuşkusuz. Çünkü bir derdimiz varmış gibi biz her gece uykusuz, her gece koyu sohbette ve her sabah uyanmak zorunda oluşumuza mutsuz... Bu ev güzel, okul bittiğinde iyi işlerimiz olur da iyi para kazanırsak –ki öyle olacağına neredeyse eminiz- ev sahibini arayıp bize satmasını isteyeceğiz bu evi, içini en iyi şekilde yaptırıp, karanlık odalarına güneş bile kondururuz diyoruz, hafta sonları gelecek, eşlerimizle çocuklarımızla bu evde vakit geçirip bu günleri hiç unutmayacağız, güya...


Evden çıkıyoruz her gün, hem okula gitmek, hem de dışarıyı yaşamak için… Mesela her gün mutlaka MIK’a gidiyoruz. MIK ilk gitmeye başladığımız günlerde esnafa çay dağıtan bir çay ocağı, bir iki masası var önünde. Altıparmak’ta Arap Şükrü Sokağı’nın hemen sonunda… Günler geçtikçe, gelenler de fazlalaştıkça epey kalabalık ve bizim gibi üniversite öğrencilerinin geldiği, herkesin birbirini tanıdığı bir buluşma noktasına dönüşüyor. Masaları çoğalıyor, sokağa yayılıyor. Çay-kahve menüsüne tost da ekleniyor; birkaç tane de bitki çayı. Oraya gittiğimde mutlaka bir masada tanıdık birileri oluyor, oturuyor sohbete katılıyorum, sonra zaman geçiyor, yapılacak ödevler, hazırlanacak projeler unutuluveriyor, MIK her akşam biraz daha geç kapanmaya başlıyor, o kapanana kadar sohbet sürüyor. Ben hep elma çayı içiyorum. Öyle şekerli ki şeker genzimi yakıyor, elmanın sarısı gözümü alıyor ama olsun, ben hep elmalı istiyorum. Öyle tatlı ki; aslında elmalıyı sevip sevmediğimden bile emin değilim. Belki de her seferinde elmalı hakkındaki düşüncemi netleştirmek için söylüyorum; ama sonra sohbete karışıyor, içiveriyorum geniz yakacak kadar tatlı bu çayı. Karar veremediklerim listesinde bir de elma çayı olsun varsın diyorum. MIK’ın plastik masalarında gülüyoruz, müzik dinliyoruz, ciddi şeylerden konuşuyoruz, yan masadakilere bakıyoruz. Biri okuduğu Cumhuriyet Gazetesi’ndeki haberlerin altını çiziyor renkli bir kalemle her gün, neden yaptığını anlamaya çalışıyoruz. Acaba sonra bütün altı çizili makaleleri biriktiriyor mu diye düşünüyoruz. Birikmiş gazetelerle dolu bir ev hayal ediyoruz. Bir adam geliyor sık sık, tek başına oturuyor masalardan birine. Sanki karşısında iki kişi daha oturuyor gibi öyle hararetli anlatıyor ki, bazen kızıyor, bağırıyor, “Anlamıyorsunuz!” diyor. Gerçekten anlamıyorum, sonra öğreniyorum adamın şizofren olduğunu. Kimseye zarar vermiyor kendinden başka, sohbeti bizimkinden koyu, tek başına kalabalık bir amca zamanla ağabey sıfatına geçiyor, gördüğümde selam veriyorum, o da veriyor selamını. Beni de kendi kafasında yaratıp dert anlattıklarından biri mi sanıyor, yoksa beni ben mi sanıyor hep çok merak ediyorum. Peki ben kendimi ne sanıyorum? “Güzel kafa aslında…” diye düşünürken onu her gördüğümde, “Hiç yalnız kalmıyor adam, ne iyi hayat vallahi.” derken, böyle konuşurken ben kendimi ne sanıyorum?


Bazı akşamlar, bazı özel akşamlar Arap Şükrü’de bir masada buluşuluyor. Arap Şükrü’ye giderken eğer bir şey takmadıysam Burç Pasajı’nın içine girip Kökler’e uğruyorum. Burası ahşaptan, cevizden, doğal olan her şeyden takıların üretildiği ve satıldığı bir dükkan. Orada kayboluyorum hep, birine hediye alacaksam da mutlaka buradaki otantik, orijinal takılardan seçiyorum. Bir küpe, bir kolye alıp hemen takıyorum ve Burç Pasajı’nın arka kapısından çıkıp Arap Şükrü’ye doğru yürüyorum kalabalıkla buluşmaya. Bu insanlar da başka değil; yine MIK’taki tayfa. Arap Şükrü ile MIK arasında 100 adımcık olsa da iki mekanda kurulan masalar arasındaki farkı uzaklık birimiyle anlatmak güç… Arap Şükrü’deki karşılıklı dizili meyhanelerden herhangi birine, ekseriyetle dışarıdaki masalardan biri seçilerek Arnavut kaldırımı denilen taşların illa ki oynattığı rahatsız sandalyelere yerleşiliyor. Usulünce masanın en küçüğü saki seçilip bardaklara konan rakılardan yayılan anason kokusu ve ısınmaya başlayan bahar havası bile o yaşta birini sarhoş etmeye yeter. Tabağıma zeytinyağlıyı koyarken ya da kızarmış ekmeğin bir parçasını alırken, masaya serilmiş bembeyaz örtüyü kirletirim diye içim cız ediyor. Yumuşak tam yağlı beyaz peynirden bir parçayı damağında ezip üzerine bir fırt çekiyorum rakı bardağından. Sonra su ile zerk ediyorum gırtlağımdan aşağı. O dar sokaktan geçen -ama akıldan geçmeyecek- tanıdıkları masaya buyur ediyoruz, kimi oturup sohbete ekleniyor, kimi yetişeceği yeri anlatıyor aceleyle. Keman, klarnet çalanlar saat ilerledikçe daha canlı parçalar söylüyorlar, öğrenci olduğumuzu anlayıp uğramıyorlar bile masaya, biz de yan masaların istek şarkılarından otlanıyoruz. Hiç acelem yok; ne eve gitmek, ne bir yere varmak, ne de hayata yetişmek telaşındayım.


Benzer telaşsızlıklarımız bazı akşamlarda da Tophane’deki Hukukçular Lokali’nde vuku bulunuyor. Oranın masaları kahverengi, sandalyelerin oturma kısımları hasır örme, üç katlı bembeyaz bir bina, her katında servis var, balkonları geniş ve masalarla, sohbetlerle dolu. Balkondaki masaları dağ manzaralı. Orada çok terlediğim ve çok üşüdüğüm farklı akşamlarda, o yüksekliğini eni konu düşündüğüm dağ ile barışıyorum. Gölgesinden çıkamamak beni korkutmuyor artık. Aksine kafamı göğsüne koymuşum gibi huzur veriyor geçirdiğim onca zamandan sonra. Baharda oturduğum masadan, yeşillenen yüzeyini izleyip keyifleniyor, kışları ise ak düşmüş saçlarına gülümsüyorum. O da bana gülümsüyor sanki. Hukukçular’da genelde polis radyosu açık. Bülent Ortaçgil’le başlayıp Fikret Kızılok ile devam eden gecenin sonunda “Eksik Bir Şey Mi Var Hayatımda”ya eşlik ederek hesabı bölüşerek ödüyor, dağ ile vedalaşıyor ve ayrılıyorum.


Kalabalığımızdaki insanlar değişiyor, buluştuğumuz masalar çalışma masaları oluyor bazen, bazen de keyifli yemeli içmeli masalara dönüşüyor. Shibumi’de bira, Eski Garaj’ın orada cimbom (az domates, az mercimek çorbası karışımı) dedikleri çorbadan içiliyor. Mersin Tantuni’de bol limon sıktığım tantuninin tadı mı, burs yattığı günlerde Küçüksaray’da kendime çektiğim ziyafet mi daha lezzetli karar veremiyorum. Mutfak masalarında okuldan dönerken yoldan aldığımız bicibiciler yeniyor. Ben yemiyorum ondan, ben çayın ya da kahvenin yanına ya “tahanlı” alıyorum miniklerinden, ya da Bademli Pastanesi’nin vişneli enfes mekiklerinden. Sadece masalarda değil, final zamanı sınav telaşlarında da buluşuyoruz, bazen birimizin anneannesi ölüyor, cenazesinde buluşuyoruz. Başka biri hastalanıp tedavi görüyor, endişesinde buluşuyoruz. Birimiz evden kaçıyor, kayboluşunda buluşuyoruz. Biri aşık oluyor sonra, heyecanla anlatışında, hayallerin yıkılışında, gelecek planlarında, tartışmalarda, gülüşmelerde ve galiba en çok koşulsuz sevgide buluşuyoruz.


O yıllarda bir sürü Fransızca kelime öğreniyorum. Bölümüm benden Fransızca öğretmeni çıkmamı bekliyor, ben ise hazırlık dahil beş yılımı tamamladıktan sonra bir an önce İstanbul’a ailemin yanına dönüp kendimi ya bir reklam ajansına ya da bir dergiye yerleştirmeyi planlıyorum. Bütün ajanslar ve bütün dergiler öğrendiğim Fransızca kelimeleri duymak için sabırsızlanıyorlar sanıyorum. O zamanlarda bir de Türkçe kelime öğreniyorum; “Nümayiş”. Amatör bir rock grubunun ismi bu; anlamını merak ettiriyor. Her Perşembe çaldıkları bir hafta olsun değişmeyen şarkılarda dans ediyor, Resimli Bar’ın bir parçasını kalabalıklaştırmakla meşgul oluyorum. Dans ediyor, ritim tutuyor, bir şeyler içiyor, o saatlerde annem ya da babam ararsa hemen dışarı çıkıp “Kızlarla oturuyoruz.” diye yalan söylüyorum. Sonra yine merdivenlerden aşağıya inip kendi nümayişime devam ediyorum.


Avrupa Filmleri Festivali geliyor şehre, o dönemler kısa filmler izlemeye bayılıyorum. Festivalin kısa film gösterimi gece 00.00’da başlıyor, sabah 06.00’ya kadar devam ediyor, aralarda evde hazırladığımız sandviçleri yiyip izlediğimiz filmleri konuşuyoruz. Bazen çok uykumuz geliyor bir filmlik uyuyoruz, Tayyare Kültür Merkezi’nin Ulu Cami’ye bağlanan meydanında ilk kez sabah ezanına şahit oluyorum, ezan sesine kulak kesiliyor, ezan boyunca kendi kısa filmimi düşünüyorum. Başka bir gün Yeşil Türbe’yi görmeye gidiyorum. Koca Çınar’da kahvaltı yaparken su birikintilerinin sesine bayılıyorum, bir de kahvaltıyla gelen bir tabak dut ikramına... Akşamına Kültür Park’ta bir açık hava konserinde duygudan duyguya geçip, biraz hüzünlü ama çokça hayatımdan memnun, kendi halinde hayatımı çantama atıp yanına yerden topladığım kozalakları sıkıştırıyorum… Şehir merkezinde günden güne çoğalan “Bir Milyoncu”lardan neredeyse her gün saçma sapan şeyler alıyorum; bir gün sulu boya, başka gün küçük bir defter. Boyalarla kozalakları boyuyorum, odamın duvarlarına her gün yeni bir not, yeni bir poster asıyorum. Günler kendi hızında tükeniyor, ben bazı anlarda çok, bazı anlarda az kalıyorum, sınavları veriyorum, yaz aylarını İstanbul’da ailemin yanında ama çalışarak geçiriyor, bir an önce okuluma dönmek istiyorum. Bazen zaman hızla geçsin, bir an önce hayata atılmak olarak nitelendirilen o eşikten geçip kendim olayım istiyorum; sanki o andaki başka biriymişim gibi… Yıllar geçiyor, çünkü zaman eğer bir kabın içindeyse ve kabın şeklini almıyorsa akar. Okul bitiyor, kepler atılıyor, eşyalar toplanıyor, veda mektupları yazılıyor, Hukukçular’da son bira, MIK’ta son elma çayı yudumlanıyor. Bu kez esaslı yakıyor genzimi, elma çayının tatlı ılık tadı, gözyaşımın tuzu birbirine karışıyor. Dönüş yolu hiç olmadığı kadar ağır, dönüş sonrası hiç bilmediğim kadar sancılı geçiyor. İstanbul’da camı açtığımda dibimizdeki apartmanın duvarını gördüğüm bir odaya yerleşiyorum; yerleşiyorum ama sığmıyorum. O dağın ak saçlarını bir daha göremiyorum, nümayişimde salınamıyor… Koza Han’ın közde pişen kahvesini koklayamıyorum. Yokuş yukarı çıkarak, yokuş aşağı inerek manzarada sabahı karşılayacağım önü kilometrelerce ferahlıktaki gündüz şehir, gece deniz manzaralı o küçük balkonda bırakıyorum sanki gençliğimi, körpeliğimi…


Yıllar bu özlemleri katmerlenerek beynimde, kalbimde, aklımda halı altına süpürülen kırıntılar gibi bir şeylerin, günlük şeylerin altına atıveriyor anılarımı. Türlü türlü işlerde çalışıyorum, yılları bir kaba koyamadığım için akıp geçiyorlar. Camsız ofislerde havalandırma kullanılan, zemini halı kaplı ofislerde sabahlıyorum. Hayalini kurduğum kadar iyi kazanamadığım için ev sahibini de arayamıyorum, evinizi almaya niyetlendik diye. Başka dertlerim oluyor, başka korkularım, başka kasvetlerimi çözmek için bir terapistin deri koltuğuna oturduğum bir gün gözlerim kapalı, direktiflerle gevşettiğim vücuduma derin nefesler çekerken; “Mutlu bir anına git bakalım.” diyor terapist. “Ara; kafanın içine bir görüntü gelecektir, düşün Elif.” diyor, “Gelecektir…”

Zınk diye aniden bir görüntü geliyor. “Geldi” diyorum.

“Anlat.” diyor; “Neredesin, kaldır kafanı, etrafına bak, gördüklerini anlat.”

Kafamı kaldırıyorum, koskoca bir dağ var karşımda, bir yolun ortasında durmuşum, kalabalığın aktığı bir caddede “Ben burada kalayım.” demişim kendime. “Hisset o anı.” diyor terapist. “Vücudunun neresinde?”

“Elimde,” diyorum “avucumun içinde.”

“Nasıl bir yapısı var?” diye soruyor.

“Kaygan, iki yuvarlak silindir.” diyorum. “Birbirleri etrafında döndürüyorum.” diyorum, “Bana güç veriyorlar, beni şarj ediyorlar.” diyorum.

“Ses duyuyor musun?” diyor terapist.

Önce Bab-ı Esrar çalıyor. Sonra Fikret Kızılok’tan “İki Parça Can”, sonra “Eksik Bir Şey Mi Var”... Şarkıdan şarkıya, duygudan duyguya geçiyor; bir yerlerde canlanıp dans ediyorum.

Sonra devam ediyorum konuşmaya. “Bu noktadaki özgürlüğümü istiyorum.” diyorum, “Oradan oraya savruluşumu, bir mayıs günü gibi esintili ama sıcak halimi; önümde ve arkamda bir yol uzansın bana bir sürü alternatif sunsun, mutluluk benim için bu…” diyorum.

Tam 18 yıl sonra bugün, bu tenime yapışan deri koltukta, o günkü kasvetin nasıl bir mutluluk olduğunu tarif ediyorum. O gün beni ağlatan o küçük kasvet sandığım an, dünyadaki en dertli insan benmişim gibi küçülüp karıncaların telaşında kaybolduğum o an... O günü bir ataşla tutturulmuş yerinden alıyor, bugün 18 yıl sonra değişen el yazımla “Mutluluk” başlığını atıp yeniden dosyalıyorum bir yerine Tophane’nin, bir yerine hafızamın, bir çırpışına kalbimin...


Şimdi o ayna parçası olsam diyorum; yıllar geçtikçe sanki biri yerden kaldırmış karıncalara bakan yüzümü, yükseğe, daha yükseğe çıkarmış beni… Daha çok şey görüş alanıma girmiş, daha çok anı, yüzlerce insan, sayısız detay... Bu hatırladıklarımla, gözümün önünden geçen bunca anıyla ne kadar yükselmişimdir yerden? O dağı yeniden görsem şimdi, görsem de sorsam şefkatli göğsüne kafamı koyup, ak saçlarında kaybolup ya da... “Burada kalayım mı?

Nasıl buldun beni? Büyümüş müyüm söylesene?..”

bottom of page