top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Buzkola Yenge

Yenge ile kan bağın yoktur ama hürmet gerektiren bir ilişkiyi getirir beraberinde. El kızıdır ama gün geldiğinde icabında kardeş icabında anne oluverir.


Nazlı Doğan Özsöz


Dantela perdenin arasından sızan ışık Buzkola Yengenin odasının tamamını aydınlatmaya hiçbir zaman yetmiyordu. Işık huzmesinin aydınlattığı tozlu, oymalı, koyu kahverengi berjer eskiyi anımsatan kederli bir hava doğuruyor, ev sahibesinin neşeli karakterine tezat bir kasvet bulutu ortaya çıkartıyordu. Her yerden el emeği göz nuru danteller sarkıyor, kimsenin oturmadığı üçlü koltuğun üzerinde tamamlanması aylar süren bir örtü öylece sallanıyordu. O, genellikle sokağa bakan camın hemen yanındaki berjerde oturur, bazen heyecanlanıp ayağa kalkar memelerini pervaza dayar, okula gidip gelen çocukları izlerdi. Mahallenin neredeyse tüm çocuklarının gittiği okulun hemen yanındaki binada, yokuşun başında, birinci katta otururdu. Kocası da bu mahallede büyümüş ve tüm mahalle çocuklarının gittiği bu okula gitmişti.


Henüz on dokuz yaşında gencecik bir kadınken buraya gelin gelmişti. Gelirken yanında sandık sandık tığ işi örtüler de getirmişti. Arada bir görüştüğü komşularına örümcek ağı modelinde ne kadar iyi olduğunu gösterip övünmeye bayılır, on iki yaşından beri durmadan yaptığı ve çoktan ustalaştığı çarkıfelek, elti eltiye küstü, Ecevit burnu, Zeki Müren kirpiği, yandan Süleyman ya da çapkın bıyığı modellerini de ortalara sermelere doyamazdı. Her bir dantel ismine ayrı ayrı hikâyeler uydurur, herkesi de bu hikâyelere inandırırdı. Ona sorarsanız yandan Süleyman bir zennenin hikâyesiydi mesela. Anlattığına göre Süleyman, kendi halinde, on dört yaşında gencecik bir oğlanmış. Süleyman’ın babası Rasim, oğlunu olur olmaz zamanlarda yorgancı Ali’nin deposundan çıkar görünce işkillenmiş. Bir süredir bir ‘tuhaflık’ seziyormuş zaten oğlunda, böyle söylemiş karısına. Ertesi sabah Rasim oğlunu balığa götürme bahanesiyle yanına almış. Rakısını mangalını da atmış bagaja. Baba oğul ilk tuttukları balığı pişirip yemişler bir güzel.

Rüstem de rakısının dibini görünce “Haydi” demiş, “Vakit geldi.”

Süleyman anlamaz gözlerle bakmış babasına. “Boğacaksın kendini başka yolu yok, yoksa madara olacağım ahaliye, ben de köye dönünce bataklık çekti diyeceğim, kurtaramadım.”

Süleyman çaresiz girmiş göle, titreyen incecik vücudu, düşük omuzları, cılız kolları babasının vicdanına seslenememiş. Suyun dibinden bir balık gibi yüzmüş yüzmüş de gölün diğer ucundan çıkıvermiş. Rüstem sıcak öğle güneşi altında sızıp kaldığından görmemiş oğlunun gölden çıktığını. Yol kenarından günlerce yürümüş, bir şehre varmış, orada da bir şekilde hayatta kalmayı başarmış, çok zaman geçmeden de zenne olmuş. İşte yandan Süleyman’ın adı buradan gelirmiş. Bir varmış bir yokmuş masalın yalanı mı olurmuş?


Mahalledekilerin birçoğunun aksine Buzkola Yenge kocasına âşık olup evlenmişti. Fakat talih bu ya evlendiklerinin daha birinci ayı dolmadan kalp krizinden ölüvermişti Mahmut Bey. Çevresinin uzun süren ısrarlarına rağmen başkasıyla evlenmeyi kabul etmemiş, mevzu her açıldığında “Öbür tarafa gidince bu memeleri başkası da öptü ama idare ediver artık, az kullanıldı merak etme mi diyeceğim adama?” der, savuştururdu soranları.


Anne olamadığından mıdır, doğuştan anaç oluşundan mıdır bilinmez mahallenin çocukları pek bir severdi onu. Çocuklar “Yeter kafamız şişti” serzenişleriyle bir kapı önünden kovulduğunda, soluğu onun sokağı gören penceresinin altında alırdı. O da pencereden sarkıttığı minik hasır sepetiyle, kendisine zorla yenge dedirttiği çocuklara boğazları şişmesin diye ılık su ya da vitamin niyetine meyve gönderirdi.


Çok değil en fazla birkaç gün önce, muhtemelen Feridun, o meyveleri yukarı taşımasına yardım etmiş ya da büyük olasılıkla Mehmet iki dilim çikolatalı kek karşılığında elektrik faturasını yatırmıştı. Özellikle Mehmet ve Feridun’u kendi oğlu gibi severdi. İlkokula başladıkları günden beri çok emek etmişti onlara. Bu bir başına kalan kadıncağız yalnızlığını gidermek için çocukları toplamıştı etrafına. İnsanların en saf, en tatlı en önyargısız olanlarını. Hayatta hiç kimsenin yengesi olamadığı için de çocukların ona yenge demesini isterdi. Çünkü yenge ile kan bağın yoktur ama hürmet gerektiren bir ilişkiyi getirir beraberinde. El kızıdır ama gün geldiğinde icabında kardeş icabında anne oluverir.


Havalar ısırmaya başladı mı sabahları sepetine kendi pişirdiği sıcacık ekmeklere helva koyup sallandırır, bu gürbüz çocuklar da bayıla bayıla yerlerdi. Ağaçlar biraz yeşillenip de çiçek açmaya başladı mı, çocukların onu adıyla çağırdığı dondurmadan bozma Buzkolayı yapmasını dört gözle beklerlerdi. Yengenin adı da oradan geliyordu, emaye kaplara kola koyar, içine de çatal dikip buzluğa atardı, sabahları dondurma niyetine verirdi çocuklara. Her sabah koca memeleri pervazda, yarı beline kadar sarkar, sıkılmadan aynı cümleyi söylerdi:

“Çatallarımı geri getirmeyi unutmayın ha, takımın şeysi o.”


Feridun ve Mehmet elleri kolları yapış yapış olana kadar derse geç kalma pahasına bitirirlerdi ellerindekileri. Her seferinde de öğretmenlerinden azar işitirlerdi.

Bir cuma günü okul çıkışındaki törende bir sebepten topluca fırça yemişlerdi müdürden. Adamın bağırtıları yengenin evine kadar ulaştığı için hemen birer moral Buzkolası hazırlamış beklemeye başlamıştı sokağından geçmelerini.

“Üzülmeyin yavrularım o kendi büzüşmüş zeytinlerine baksın”

Feridun ve Mehmet henüz üçüncü sınıfa gidiyorlardı o zaman, bu lafı duyunca kıkırdamış ama Buzkola Yenge’nin ne demek istediğini aslında pek de anlamamışlardı. Tesadüf bu ya o hafta sonu için öğretmenleri bir ödev vermişti sınıfa. Çocuklar saçmalamaktan endişelenmeden herhangi bir şey yapacaklardı ve bunu bir hikâye gibi yazacaklardı defterlerine. Mehmet bu ödevin sınırlarını kafasında pek çizememiş olacak, sabahın kör saatinde okulun duvarına kocaman harflerle “SAÇMALAMAK CANDIR GERİSİ PATLICANDIR” yazmıştı. Bunu gören diğer çocuklar da ödevlerini böyle yapmaya karar vermiş ve tüm duvar boyunca yazılar yazmaya başlamışlardı. Aslında Feridun cümlesini yazana kadar her şey affedilebilir boyuttaydı. Kimisi annesinden şikâyet etmiş kimisi bir oğlana aşkını itiraf etmişken Feridun “Müdürün zeytinleri büzüşük” yazmıştı. Sınıfında Z ve K harflerini ters yazan bir tek kendisi olunca da hemen yakayı ele vermişti şapşal oğlan. Pazartesi olunca sabah erkenden müdür onu kapıda beklemiş, Buzkolasını bitiremeden odasına götürüp eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü Feridun’u. Dayak yediği yetmezmiş gibi bir de o odada yengenin çatalını düşürmüştü. Akşama kadar yediği dayağın acısı daha geçmemişken, deli muamelesi göreceğini bile bile, müdürün odasına girdiğinde çatalı bulup ona getirmesi için hademeye yalvarmıştı. Müdürün gözdesi, baş yalaka hademe, müdürden yüz bulmuş olacak “Yediğin dayak yetmedi galiba, dolanma buralarda” diye kışkışlamıştı yüzü gözü morluk içindeki çocuğu.


Kapısının önünden geçerken bile bacakları titriyordu Feridun’un, lacivert üstüne koyu yeşil çizgili, iğrenç kokan halıyı bir daha öylesine yakından görmek istemezken nasıl girip sorabilirdi ki takımın şeysini? Hem ne diyecekti? “Siz beni evirip çevirirken çatalımı düşürdüm galiba, bir girip bakabilir miyim?” mi?


Eşyaları konusundaki hassasiyetini tüm mahalle bilirdi Buzkola yengenin. Komşuya bir tabak yemek yolladığında dayanamaz geri almaya kendisi giderdi. Artık herkes alışmıştı onun bu hallerine. Ne yapsındı, özene bezene emek emek kurduğu çeyizini sağa sola dağıtıp hiç mi etseydi?


Feridun ise hem yediği dayağın hem de kaybettiği çatalın utancıyla bir daha o sokaktan geçmedi. Kendisi geçmediği gibi Mehmet’i de geçmemesi için tembihledi. Halbuki bilselerdi ki yenge durumu öğrenince “Boş ver çatalı filan senin bir yerine bir şey oldu mu?” diye soracaktı. Belki çeyizini koruyamadığı için içten içe üzülecekti ama bunu hiç belli etmeyecek, bir de kendisi üzmeyecekti bu yaralı çocuğu.


Çok değil birkaç gün sonra haberi geldi Buzkola yengenin. Sepeti günlerce boş sallanıp durmuş havada, Feridun’la Mehmet uğramayınca da bir Allah’ın kulunun aklına hatırını sormak gelmemiş. Günlerce pencereye çıkmadığını da fark eden olmayınca, evinden dayanılmaz kokular yükselmeye başlamış. Ancak o zaman komşuları merak etmiş, kapıyı açtırıp içeri girmişler. Buzkola Yenge berjerine yığılıp kalmış, bedeni bunca şişmiş olmasaydı belki de huzurla öldüğü bile söylenebilirmiş. Bir varmış bir yokmuş insanın yapayalnızı mı olurmuş?

Comments