top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Ceza

"Tavandan sandalyesinin üzerine sarkıtılmış lambanın solgun ışığı altında mürekkebi alete doldurdu delikanlı. Suratı ciddi, önündekinin kimliği, yüzü umrunda değil. Böylesi bir lambanın ışığı gölge vermeye bile yetmez, dedi. Ancak ana hatları gösterir."


Özgü Çömezoğlu


Koca salonda sıra sıra oturtulmuş her yaştan kadın. İçerisi çok da kalabalık sayılmaz. Sandalyelerin hepsi dolmamış. Oturan kadınların karşısındaki taburelerde birer genç adam, ellerinde dövme iğneleri. Onun dövmesini yapacak delikanlı da gelip oturdu karşısına. İğnesi hazırlanırken, o, etrafına alıcı gözle baktı. Bu beton duvarlar özellikle mi boyanmadan bırakılmıştı, odanın kasveti azalmasın diye? Tavandan sandalyesinin üzerine sarkıtılmış lambanın solgun ışığı altında mürekkebi alete doldurdu delikanlı. Suratı ciddi, önündekinin kimliği, yüzü umrunda değil. Böylesi bir lambanın ışığı gölge vermeye bile yetmez, dedi. Ancak ana hatları gösterir.


Öyleyse, asıl gösteri dışarıda başlayacaktı demek ki. Burası sahnenin kulisi. Gözleriyle saydı, salonda toplam yirmi çift sandalye var. On birinde işlem yapılıyordu bu gün. Ne kadar suçlu vardır ki, talihsizlikleri kendine çekmiş kaç kadın vardır. Öyleyse cezalandırılacaklardı elbet. Karşısındaki delikanlı kara mürekkebi iğneli makinaya doldurunca kapağını kapadı. 

Alet şakağına değdiğinde tüm titreşimi teninde hissetti. Çıkardığı gürültü verdiği acıdan çok. Kendi makinasının sesi diğerlerinin sesine karıştı. Önünde oturan delikanlı bir an olsun onun gözlerine bakmıyordu. Karşısında bir karton parçası vardı ve o karton parçasını boyuyordu. Ezbere. Eli hiç titremeden, tereddütsüz.


Salondaki makina gürültüsünü yaklaşan topuk seslerini bastırdı, cilalı lame ayakkabılarıyla âmir onlara yaklaştı. Açık dekoltesinden buruşmuş memelerinin üst kısmı seziliyordu. İnce elbisesi sarkık kalçalarını sımsıkı sarmış. Kalın çatallı sesiyle genç adama bağırdı,

“Sallanma, sallanma.”


Delikanlı oturuşunu düzeltti, el hareketlerini hızlandırdı ama sesini çıkarmadı. Kadın ona baktı, kıpkırmızı rujun gizleyemediği kırışmış dudaklarının arasından haykırdı,

“Hak ediyorlar bunu, sen de okşuyor gibi işletme şu iğneyi,” dedi. Delikanlı bu kez başını kaldırıp kadına gülümsedi.


Aletin her vuruşu kemiğini titretip, beyninde yankılandı. İşlenen motifi az çok tahmin edebiliyordu, başka kadınlarda da görmüştü daha önce. Neye benzediği belli değildi, bir siluet, belki bir hayalet. Gün boyu ona eşlik edecek bir tutsağın sembolü. Kara bir tül gibi transparan, ince ince işlenmiş ama şekli belirsiz. Aletin küçücük her bir darbesi suçlu olduğunu tekrarlayıp durdu. Az ileride oturtulmuş genç kıza baktı, kim bilir onun suçu neydi. Böylesi genç bir yaşta ömür boyu cezaya mahkûm edilecek hangi talihsizliği kendine çekmiş olabilirdi ki. Bir kaza yapıp kendini mi sakatladı, saldırıya mı uğradı, kim bilir belki de evini varını yoğunu soygunda kaybetti. Titreşimler kemiğine vurdukça cezası da zihnine yerleşiyordu. Âmir bağırdı adamlara,

“Elinizi korkak alıştırmayın, adam gibi işleyin bu kadınların tenine nakışlarınızı.” 


Binanın demir kapısının açılmasıyla güneşin ışığı tenine vurdu. Başındaki taze yara sızladı, gölgesi yere düştü. Geniş kaldırımda sağına döndü, gölge önünde. Soluna döndü, gölge yine önünde. Yanından, etrafından geçenlere baktı, hepsi suçsuz ne dövmeleri var ne gölgeleri. Birkaç adım attı, ona basmamak için ne yapmalı? Adımlarını küçülttü, yerdeki o kara hayalet de kendiyle aynı hızda yürüdü. Gölgeye baktıkça suçunu hatırladı, niye başkalarının başına gelmemişti de onun başına gelmişti bu acı olay? Gölgeyi çiğnememek için tökezledi ama hayalet kendini ezdirmedi. 

Yaşlıca bir adam onun attığı acemi adımlara baktı yanından geçerken. Bir an durdu, ellerini arkasında kenetledi, sırıtarak,

“Yeni mi?” dedi kaşlarını kaldırıp gölgeyi işaret ederek. Sonra göz kırpıp başını salladı, “Bakıyorum da adım atmaktan acizsin.” 

“Öyle, yeni çıktım şeyden... Ama çok oldu. Yani biraz önce yaptılar.”

“Hadi hadi, halinden belli zaten,” dedi adam yüzünü buruşturup. Yoluna devam ederken dönüp dönüp baktı ona.

Yüzü kızardı, ensesinden bir ağrı girdi, kendisini bulduğu bir banka attı. Kimse şu adam gibi tiksinerek bakmamıştı bu güne dek ona. Eskiden ben de gizliden bir bakış atardım doğrusu gölgelilere, diye geçti aklından. Adamın da olmalıydı elbet bir hatası ama ne yapsın. Talihsizliği kendine çekmezler ki, kadınlar gibi zayıf değildi erkekler. Talihsizlikler onları bulur. Dalgınlığından bir çocuk sesiyle sıçradı, annesi hızlıca elinden çekip kendine yapıştırdığı oğlunun canını acıtmıştı. 

“Yanımdan yürü, gitme o tarafa,” diye azarladı kadın onun yanına yaklaşan çocuğu. Onlara bakarken kalkınca gölgesine ayağının takıldığını sandı sendeledi. Yere kapaklanmaktan son anda kurtuldu. Kaldırıma düşen gölgesinin üstüne dayadığı elleri sıyrıldı, dizlerinin üstüne oturdu kaldı. Ne olmuştu şimdi, biraz önce bütün bakışları üzerine çeken kendisiyken. Şimdi neden herkes başka taraflara bakıyordu. Sanki yokmuş gibi. Oturduğu yerde kızarık avuçlarına baktı kaldı. İri bir el onu kolundan tutup çekince dizleri titreyerek doğruldu. Adamın yanındaki kadın,

“Bir yerinizde bir şey var mı, yoklayın bakalım vücudunuzu,” dedi. 

Onun terden ıslanmış kâkülleri gözünün önüne girmiş, çantasındakiler yere saçılmıştı. Sesi çıkmıyordu, başını kaldırmadan anlaşılır anlaşılmaz,

“Yok,” dedi.

“Siz neden yattınız?” diye sorunca adam, başını iki yana sallamakla yetindi.

“Geçmiş olsun.”

“Hayırlı terhisler,” diyerek onun yanından ayrıldılar. 


Sabah penceresine vuran güneşle uyandı. Ne güzeldi güneşin gülen çehresi, resimlerde bile tombul, neşeli bir yüz olarak çizilen güneş. Doğruldu, odaya giren ışığın düşürdüğü gölgesine hayretle baktı. İlk kez güneşin ihanetini gördüm, dedi. Banyoya gitti, yüzünü yıkadı, mutfağa gidip kahve suyu koydu. Evin içinde nereye gitse, ne yapsa şu gölgeye gözü takılıp duruyordu. Ona baka baka giyindi, ona baka baka çantasını hazırladı. Kapıyı açarken gölge önünde, apartmandan çıkarken, sokakta, hep hep önünde. Kenardan yürüyordu, belki bir nebze gözlerden kaçardı böyle. Kaldırımın diğer tarafında gölgeli bir başka kadın gördü. Bir gidip anlatsa yaşadıklarını, o anlardı mutlaka. Hem o da anlatırdı. Kadın gölgesine dalmış başı önde yürürken yanı sıra gelen yeniyetme delikanlı ona yaklaştı. Bir anda kadının gölgesinin üzerine basarak yürümeye başladı, gülerek. Kadın sendeledi, adımları dengesizleşti, durup gencin ilerlemesini bekledi. O, kadının yanına gidecek gibi oldu, sonra duvar kenarında tuttuğu yolu izlemeye devam etti. Dükkânın önüne gelmişti bile, kapısında durdu, hiç girmemeli miydi?

“Bitti mi, bitti mi inzivan, döndün mü?” Gömlek ve elbise askılarının arasından kollarını açıp gelen arkadaşı birden tam önünde durdu. Gölge aralarında bir bariyere dönüşmüştü.

“Girmesem daha iyi olacak herhalde,” dedi başı önde.

“Saçmalama, gölgen var diye işten atacak değiller ya. Cezanı çekiyorsun işte, kim ne diyecek.”

Kasaya baktı, “Yerime başkasını almışlar bile,” derken kırgın gülümsedi. Arkadaşı kolundan tutup içeri aldı onu. 

“Sen yas inzivasındayken geçici düşündüler onu,” diye cevap verdi. O sırada iş arkadaşlarından bir delikanlı yanından geçerken başını salladı, alçak sesle, 

“Merhaba,” deyip adımlarını hızlandırdı, mağazanın kapısına doğru yürüdü. Şu konuşkan çocuk hani.

Renk renk eteklerin ve elbiselerin ardından saçları sımsıkı toplanmış, uzun boylu incecik genç kadın çıktı geldi. 

“Hoş geldin, geçmiş olsun, biz de çıkmanı bekliyorduk,” dedi. “Ablama da tam beş ay inziva vermişlerdi.” Genç kadın O’nun gölgesine hiç bakmıyordu. “Burada hemen kaldığın yerden işine devam edebilirsin.”

“Ama müşteriler, onlar beni görmek istemez ki müdürüm.”

“Merak etme, ‘gölgeli’ çalıştırma ruhsatımız var bizim. Kapımıza asarız.” Kasanın ardındaki çekmeceden önünde gölgesiyle resmedilmiş bir kadın şablonu çıkardı. Vücudundaki tüm çıkıntılar vurgulanarak resmedilmiş, başı öne eğik kadın silueti. Gölgesi önüne düşmüş, gölgesiyle arasındaki alanda yeşil bir tik işareti. Levhaya bakarken eliyle çelimsiz gövdesindeki çıkıntıları yokladı. Ne kendisine ne de gölgesine benziyordu şablondaki çizim.

“Kime bakarak çizdiler acaba bu levhadakini,” diyerek güldü.

“Hayallerindeki kadına herhalde,” diyerek burun kıvırdı müdür.

Mağazanın içine döndü, mevsimin değişmesiyle raflardaki kreasyonlar da farklılaşmıştı gelmeyeli. Tezgâhların önünden kapıya doğru ilerledi, delikanlının yanına gelince konuşmak için döndü. Delikanlı sanki yanında kimse yokmuş gibi başka tarafa bakmaya devam etti. O gülümsedi,

“Ne var ne yok görüşmeyeli? Hâlâ akşamüstleri yoğunluk devam ediyor mu?”

Delikanlı gömlek cebinden çıkardığı sigarayı yaktı, O’na bakmadan başını salladı. O aynı tezgâhların arasından yürüyüp kasaya gitti, orada bekleyen arkadaşlarının yanında başı öne eğik durdu biraz. Gölgesiyle arasında havaya asılı bir yeşil tik eksikti.

“Hiçbir şeye gerek yok,” dedi ve kapıdaki delikanlının mümkün olduğunca uzağından geçerek mağazadan çıktı.


Pencerenin dışındaki günışığı gittikçe soluklaşıyordu. Ne garip, ortam loşlaştıkça hüzün çökmeliydi. Oysa şimdi daha ferahtı, karanlığa geçtikçe gölge soluklaşıyordu. Işıkları yakmasa kaybolacak o koyu hayalet. Karanlıktan suçsuzlar korkarmış demek, suçlular aydınlıktan korkuyor artık. İyiden iyiye karanlık çöktü, nihayet o gölge görünmez oldu, evinde yalnız. İnce perdenin ardından dışarı baktı, sokak lambaları ve etraftaki evlerin ışıkları etrafını seçebilmesine yetiyor. Yakmayacak ışığı. Eskimiş koltuğu, çizilmiş sehpası, duvarlardaki baskı resimler bulanık görüntüleriyle hafiflemişler. İyice araştırıyor, gölgesi görmediği bir yerde saklanıyor olabilirdi. Ama yoktu işte, sabaha kadar olsa bile kurtulmuştu ondan. Kurtulmak, gölgeyi yok eder miydi? Zaten varsa ve her gittiği yerde önünde olacaksa kurtulmuş sayılır mıydı. Neler düşünüyordu böyle, hayaletine ihanet etmek öyle mi. Hızla gidip ışıkları yaktı. Gölge önünde beliriverdi hemen. Ona baktı, özür dilemeliydi, onsuz olmayı nasıl aklından geçirmişti. Kendini ağır hacmiyle geri dönmüş kanepeye bıraktı. 


Servis ettiği birayı bardaki masaya bırakırken adam elini O’nun elinin üstüne koydu. Sırıtarak,

“Suçun ne bakayım senin?” diye sordu. O omuzlarını dikleştirdi, başını kaldırdı,

“Burada ne işin var bakalım senin,” diye cevap verdi. Adam bir an dondu, hınzır gülümseyerek,

“Sen müşterilerle hep böyle mi konuşursun?” dedi. 

O omuz silkti. “Burası gölgelilerin mekânı, bir erkeğin ne işi olur burada.”

Adam kapının üstündeki tabelayı işaret etti. “Gördüm, biliyorum. Gölgesizlere de yasak değil ya.”

O sallana sallana bara döndü. Barmen kadın, tek gözünü kırpıp adamı işaret etti,

“Ne ayak? Sen mi çağırdın?”

“Yok canım, tanımam etmem. Tutmuş suçumu soruyor, asılıyor işte düpedüz.”

“Kovamıyorsun da bunları, hemen ceza yazarlar.”

Omuzları çökkün, üzerine bol tulum giymiş kır saçlı garson elindeki boşları barın üzerine sertçe bıraktı,

“Millet tiyatro izlemeye mi geliyor buraya, anlamıyorum ki,” dedi. “Şu çift ne yapıyor burada. Gidin temiz bir yerde takılın kardeşim. Marjinal olacaklar güya buraya gelince.” Sonra tek başına oturan adama baktı,

“Bu neyin nesi?”

“Bizimkine takılıyor,” dedi barmen.

“Bırakın bir sonraki içkisini ben vereyim ona,” dedi garson. 

O hemen cevapladı diğer garsonu, “Büyütmeyin, bir şey olduğu yok. Rahatsız etmiyor.” 

Loş ışık altında hazırlanan içkileri alıp üç kadının oturduğu masaya götürdü. Birbiri üstüne binen solgun gölgelerin üzerine kendininki de düştü. Elindekileri bırakıp önünde yürüyen belli belirsiz hayaletiyle barın önüne döndü. Bu ışık altında her şey varla yok arasında, böylesi rahattı. 

Adam bakışlarıyla onu takip ediyordu. Fena bir tip değildi aslında. Biraz yüz verse kötü mü olurdu. Azcık eğlenirdi işte. Olacak şey değildi, hem nerede görülmüştü bir gölgeliyle gölgesizin beraberliği.  O’nun ömür boyu bağlı olacağı bir gölgesi vardı. Elinde olsa kaçıp kurtulmayı seçer miydi o gölgeden? Yok, aklından silmeliydi böyle soruları. Nankör müydü, vefasız mıydı, neler geliyordu aklına öyle. Ama yine de bir kurtuluşu olsa… 

Adam o geceden beri her akşam oradaydı. Kızlar yanından geçerken ters ters baksa da sandalyesinde arkasına yaslanıp kaykılıyor, çerezleri yuvarlıyordu. Siparişlerini yalnız O’na veriyordu, zaten diğerleri de masasına uğramıyordu. 

Havanın kararmasına yakın hazırlandı, iş vakti gelmişti yine. Adam bu akşam da gelirdi herhalde, o günden beri eksikliğini hissettirmemişti. Yine gelmeliydi. Gölgesi önünde kenardan kenardan yürüdü kaldırımda. Hafif yana mı kayıyordu gölge? O durdu ama gölge durmadı, bir sağa bir sola kayıyordu. Başı dönmüş olmalıydı, yoksa gölge neden oynasındı ki. Önünden geçtiği bloğun taş duvarına tutundu, derin birkaç nefes alıp verdi. Evde de olmuştu geçen gün aynısı, neydi o öyle.

Düpedüz yer değiştiriyordu gölge. Arkasına geçiyor, uzuyor, kısalıyordu. O kendini iyi hissediyordu oysa. Enerjisi yerindeydi, hatta fazlasıyla iyiydi, işe gidiyordu ne de olsa. 

“Gelmiş yine seninki,” dedi barmen.

“Nereden benimki oluyor canım. İyi davrandık diye yakıştırmayın.”

“Biz yakıştırmıyoruz da o yapışıyor besbelli.”

“Aman, siz de,” derken yan gözle adama baktı. Keşke, ama nerde, diye iç geçirdi.


Hasta da değilim, diye tekrarladı yolda giderken. Gölge aniden uzaklaşıp temasını kesiyor, sonra yine dönüp arkasında kısacık kalıyordu. Tansiyonu normaldi son zamanlarda, halsizlik filan da hissetmiyordu. Ama gölge hep hareketliydi, saklanıyordu ondan. Düpedüz kaçıp kurtulmaya çalışıyordu. Nasıl yapardı bunu O’na. Durdu, kalbi çıkacakmış gibi atıyordu. Gölgeye baktı, nerede? Elleriyle yüzünü kapattı. “Beni bırakıp gidemezsin,” diye haykırdı. “Tutsak olan sen miydin yoksa?”

Sağa sola koştu, gölge oralarda bir yerlerde olmalıydı. Kalabalık sokakta gece lambaları yanmaya başlamıştı. Başka hiç gölge yoktu, ne ağaçların gölgesi, ne insanların gölgesi. Kendi gölgesi de yoktu. Eğilip sokak banklarının altına baktı, ağaçların etrafını çepeçevre dolandı. Önüne çıkan insanları ittiriyor, çarptıklarına dönüp bakmıyordu bile. Sonunda iki gözü iki çeşme, bir lamba direğinin altına çöktü. Yanından geçen ihtiyar kadın önünde durdu, şakağına baktı, baştan aşağı süzdü O’nu, “yazıklar olsun,” diyerek geçip gitti. “Ben yapmadım,” diye haykırdı, “gerçekten gitmesini istemedim.”


Gelirken takip ettiği duvarın dibinden yürüyerek evine gitti. Bütün ışıkları yaktı. Sağa döndü, sola döndü, yoktu işte. Oturdu, elleriyle yüzünü kapatıp hıçkıra hıçkıra gelmesini bekledi. Bir saat, iki saat gelen giden olmadı. Uzun, bakımsız tırnaklarıyla hafif hafif şakağını kazımaya başladı. “Git,” dedi, “git, özgürsün artık.” Sonra daha sert kazıdı şakağını, kanattı, canı yandı. Yine de kazıdı.

Yorumlar


bottom of page