Öykü: Göktaşı Mavisi
Bir bedenden sızanı sezmek zordur, sezileni tam olarak ifade etmek ise neredeyse imkansızdır. Ne kadar çabalarsam çabalayayım ancak sezdiklerimin çevresinde kör dönüşler yapabileceğimi biliyorum.
İlkay Yılmaz
Wells’in duvardaki kapı öyküsüne
Dokunduğum, nabzını tuttuğum bazen de dişlerini saydığım insanlar vardı. Adına ömür denilen bu uzun soluklu kısa koşuda seyredilmeden imha edilmiş bir filmde ya da okunmadan yakılmış bir kitapta kalakalmış gibi duyumsadıklarım vardır aralarında. Ne kadar az insan o kadar iyi diyenlerden değilim. İnsanları tahlil etmekten çok keyif alırım. Sezgilerim oldukça güçlüdür. Sezebilmek için onları gözlemek zorundayım. İnsan bedenini kuşatan auranın boyutunu, rengini ve titreşimini okuduğumda malzemenin çabama değip değmeyeceğini hemen anlarım. Pervazsız olduğumu, kuru merakımın peşinden koştuğumu düşünmeyin. Yaptığım işe bir sanatçı gözüyle bakarım. İlgilendiğim insanlar sözlerimde bir tür şifa bulduklarımı söylerler. Onlara bakmak en girift yanlarıyla ruh haritalarını çıkarmak demekti. Doğum tarihleri, sözleri, hal ve hareketleri, ellerinin biçimi, saçlarının doğası, yürüyüşleri ve sessizlikleri auralarının söylediklerini destekler. Ruh çözümlemeleri yapmak konusunda iddialıyım. Hatta bana yaptığım bu tahlilleri mutlaka yazmam gerektiğini söyleyen arkadaşlarım da oldu. Neye yarar, kaç kişi okuyacaktı ki?.. Eh, yaşımı ve mesleğimi düşünürseniz epey insana temas ettiğim doğrudur. Bunların arasında hiç unutamadığım biri var ki gök mavisi duru gözlerinden ve aurasından okuduklarım bana insanın bilinemez derinliğini bir kez daha kanıtladı.
Özel kalem müdürümdü. Genç olmasına rağmen mevzuata hakimdi. Protokol kurallarını iyi biliyordu. Organizasyon yeteneği ve diksiyonu mükemmeldi. Konuşkan değildi ama bunun onun tercihi olduğunun farkındaydım. Özgüveni tamdı ama insanlara karşı güvensizdi. Büroda kendisine yarar sağlayacak ilişkilere yanaşmaz, yumuşak dalgalı saçların çevrelediği başını ekrana gömer, çevresiyle ilgisini keserdi. Böyle kadınlara rap rap kadınlar derim ben. Her durum karşısında sadece gerekeni yapan, küçük hesapları olmayan kadınlar. İçinde dalgınlık da barındıran uzak bir duruşu vardı. Tek olumsuz yanı strese dayanıklı olmamasıydı. Güzeldi, ama daha iyi görünmek gibi bir derdi yoktu. Öyle ki bu konuda çaba sarf etmemesi öteki kadınları öfkelendiriyor ve onların gözünde onu önemsizleştiriyordu. Onda farklı bir şey olduğunu daha ilk gördüğümde anlamıştım. Bir bedenden sızanı sezmek zordur, sezileni tam olarak ifade etmek ise neredeyse imkansızdır. Ne kadar çabalarsam çabalayayım ancak sezdiklerimin çevresinde kör dönüşler yapabileceğimi biliyorum. Ama yine de bunu deneyecek olursam: Eğer insan ruhu katı bir madde olsaydı onun ruhunu, kabuğunun içinde kuruyarak, büzülmüş bir fındık tanesine benzetebilirdim. Öyle ki ferah feza hareket edebileceği alan varken duvara dayanmaya, kendini dar bir alana sabitlemeye gönüllü olmuş, mengeneye girmiş bir ruh... Çalışma saatleri içinde yapılan rutin konuşmalardan ve gözlemlerimden anladıklarım karakter özellikleriydi. Dişlerini kolaylıkla sayabileceğim biri değildi. Temkinli ve onurluydu. Kendisi farkında olmasa da onu benim gözümde farklı kılan şey kafa derisinin altında ve üstünde yatıyordu. Elimi saçlarının üstünden şöyle bir geçirsem o şeffaf başkalığa değeceğimden emindim. İşte bu merakla epey bekledim.
Çalışanların birbirine yayılması ve motivasyon yükseltmek için düzenlenen tatillerinden birinde bu fırsatı yakaladım. Umduğumdan kolay oldu. Eşiyle birlikte gelmişti. Herkes öyleydi. Sadece ben… Havaalanından otele şirketin ayarladığı araçla öğleden sonra ulaştık. Mavi ve ılık bahar havası, bahçenin yeşil ihtişamı müthişti. Odalara yerleştikten sonra akşam yemeğinde buluşmak üzere dağıldık. Otel kalabalıktı ve iç salonlardan birinde bir tören olduğu davetlilerden anlaşılıyordu. Yemekten sonra biraz dolaştım, sahili yıkayan dalgaların sesini dinledim. Akşam serinliğini hissetmeye başlayınca siyatiklerimi de düşünerek, bir şeyler içmek için bize ayrılan salona yürüdüm. Gruptan iki çiftin arasında gördüm onu, kocası da yanındaydı. Selam verip özellikle yüzünü görecek bir pozisyona yerleştim. Yanında sönük kalan kocası, ısrarla pinpon dediği masa tenisi salonunun yerini soruyordu bira bırakan garsona. Çok iyi oynarmış. Yol gösteren olsa Wimbledon’a gidecek kadar iyiymiş. Lisede şampiyonluğu varmış falan. Adam birası elinde ayarttığı bölüm şefiyle salonun yolunu tuttu. İçkisinden küçük yudumlar alan kalem müdürüm, arkadaşların çocukları hakkında yaptığı konuşmaları başıyla onaylarken aurasının titreştiğini görebiliyordum. Bir ara bana gülümsediğinde titreşimin rengi değişti. Mühendis çift odalarına çıkacaklardı. O sırada salona mavi renkli gece elbisesi giymiş çok şık bir kadın girdi. Gayriihtiyari hepimiz ona odaklandık. Düğün salonunu arıyordu. Mühendis çift kadına yol göstermeye gönüllüydü. Masadaki diğer kadın, “Elbisenin rengi ne kadar güzeldi değil mi dedi,” ona dönerek. “Tıpkı senin gözlerinin renginde.” Sonra ani bir aydınlanma yaşamış gibi “Aaa seni hiç mavi giyerken görmedim ben,” diye, neredeyse evrenin sırrına ermiş bir hayretle noktaladı sözlerini. Ancak soran bakışları asılı kaldı bir süre. Bu çıkış karşısında onun bir boşluğa düşeceğini hissettim. Evet, hissettim. Öyle de oldu. Tutuldu. Çok zor bir denklemle karşı karşıya kalmış gibi yutkundu. “Hay Allah öyle mi, giymedim mi hiç…” dedi, mahcup. Tam o sırada salona giren garsona seslendim ve onlara dönerek herhangi bir şey isteyip istemediklerini sordum. Beriki ipin ucunu bırakmak niyetinde değildi. “Kesinlikle mavi giysiler giymelisin, ah senin gözlerin bende olsaydı!..”
Masa ikimize kalmıştı. Bir bira daha istedim. Odanın kartı kocasındaydı. Onu bekleyecekti. Şirketten konuştuk bir süre. Ona benimle güvende olduğunu hissetmesi yolunda bir şeyler geveledim. Bu konuda başarılıyımdır ki gerçekten benimle sonsuza kadar öyleydi. Ona şefkat duyuyordum. Genç kadınlar yaşıtlarına pek de güvenmezler. Hele bizim gibi büyük kuruluşlarda. Rahatlamış görünüyordu. Otelden, havanın güzelliğinden söz ettik. Bir