top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Gri Cuma

"Kollarını bağlayıp apartmanı gözlemeye başladı. Sıkıntıyla kendi etrafında ileri geri yürüdü. Yerdeki kırık dökük karolara bastıkça, aralarından fışkırmaya hazır su birikintileri gibiydi."


Özlem Oral Gürdal


Pencere korkulukları kirden grileşmiş evin önünde durdu. Işıklar yanmıyordu. Yağmurdan kaçmak için kaldırım kenarında hızla yürürken soluk soluğa kalmıştı. Montunun cebinden telefonunu çıkardı, saate baktı. Gelen giden yoktu henüz. Defalarca söylemesine rağmen, mecbur yine bekleyecekti. Kollarını bağlayıp apartmanı gözlemeye başladı. Sıkıntıyla kendi etrafında ileri geri yürüdü. Yerdeki kırık dökük karolara bastıkça, aralarından fışkırmaya hazır su birikintileri gibiydi. Karşı dairenin ışıkları yandı bir ara. Onların ziline basmaya yeltenecekken elini çekti. O meraklı yaşlının, gözlerini oyacakmış gibi hücum etmesini istemedi. Neyse ki o ara, üst katlardan gelenlerin ayak sesleri duyuldu. Montunun şapkasını kafasına geçirdi. Kapı açılırken bakışlarını yere çevirdi. Çocuklu bir kadın, zayıf bir selamlaşmayla çıkıp gitti. Elif içeri giriverdi. Soğuk merdiven basamaklarında oturdu bir süre. Ayağının ucunu hafifçe sürterken, paspasta açılıp koyulaşan desenleri takip etti. Üst katlardan patır patır inen adımların sesini duydukça, duvara daha da yanaştı. Apartman kapısı her açıldığında, heyecanla öne doğru atılıyordu. Elleri kolları dolu bir adam, iki üç genç yanından geçip gitti. Yağmurda trafiğe takılan Kerem, bir süre sonra geldi. Üstünde gri, uzun pardösüsü, elinde bilgisayar çantası. Numaralı gözlüklerinin altından, “Seni çok bekletmedim, umarım,” diyerek Elif’in alnına düşmüş saçlarını yana doğru çekti. Soğumuş yanağına zayıf bir öpücük kondurdu.


Tıkırtıları duyan yaşlı kadın, çöp çıkarma bahanesiyle eşikte belirdi. “İyi akşamlar bey oğlum,” deyişini geride bırakarak evin karanlık koridoruna adım attılar. Gündüzleri kapalı kalan bu evin soğuğu, her zamanki gibi Elif’in yüzüne vurdu. Kerem anahtarları girişteki askıya taktı, kaloriferleri açtı, odaları kontrol etti, açık kalan panjurları kapattı. Arka odaların perdelerini çekti. Evi kapalı bir kutuya benzeten Elif, üstü tüylenmiş, yer yer iplikleri çıkmış gri erkek terliğini umutsuzca ayağına geçirdi. Bir yıldan fazladır buraya geldiği hâlde, kendisi için bir terlik konmamasına içerlese de üzerinde durmadı. 


Salona geçip ışıkları açtı. Işığın rengi yağmurdan korunamamış soğuk su hissi veriyordu. Sıcak bir yuvadan çok uzaktı. Bakışları, gergince serilmiş koltuk örtülerini, Kerem’in annesinin evinden getirdiği krem rengi aynayı, raflara nizamla dizilmiş kitapları, sandalyelerin düzenini, ortadaki beyaz halının hizalanışını, sehpadaki dergilerin simetrik yerleşimine kadar her detayı taradı.


Yoğunlaşan işleri ve bitmeyen toplantıları nedeniyle, son haftalarda bir araya gelememişlerdi. Kerem, eve çeki düzen verdikten sonra hemen kendini duşa attı. Kasvetli ve zor geçen bir haftadan sıyrılarak, bu cuma yine buradaydı Elif. Akvaryumun suyunu değiştirmek istedi. Önce, iki küçük balığı bir tankın içine aldı. Suyun yarısını boşalttı, camlarını sildi, ardından temiz ve dinlenmiş suyu ekledi. Isısını kontrol edip, içine yem serpti. Balıkları ürkütmeden, boz bulanık sudan daha berrak, mavi-yeşil temiz dünyalarına bıraktı. Sanki evleri yenileniyor, tazeleniyordu. Onlara özendi. Biri şişman, diğeri ince uzun balık, birbirlerinden önce telaşla kaçıştı. Sonra hızlanıp yavaşladılar, ani dönüşlerle birbirlerinden uzaklaştılar. Ağızlarını açıp kapattılar. Konuşuyorlardı ama sesleri yoktu. Şişman olan, diğerine göre daha yavaş hareket ediyor; rengi daha soluk görünüyordu. 


Şirkette yemeğini yiyip gelen Kerem ve sürekli diyette olan Elif için, cuma akşamları peynir, şarap günü demekti. İlk zamanlar bunu daha sık yapıyorlardı. Cumalar seyreldikçe, yerini belirsiz bir boşluk aldı. Duştan çıkan sevgilisinin mutfağa yönelirken durgunluğu dikkatinden kaçmadı. Keyfi yoktu sanki. Ne zaman yaklaşmak istese, bahaneler duymaya başlamıştı. Biraz müzik hiç de fena olmazdı. Gri kareli perdeleri çekerek, gök gürültüsünü, çakan şimşeği eve almak istemedi Elif. İki perdeyi bir çırpıda, ortada birleştirdi. 


Balon bardakların etrafında toplandılar. Ortada peynir çeşidi, cips, kraker, kuru üzüm, biraz da füme… Ayaklarını sehpanın kenarına uzatan Kerem, bilgisayarında yarım kalan dosyasına göz atmaya başladı. Konuşmuyor, işine odaklanmış çalışıyordu. Ekranın karşısında yüzü hep aynı şekli alıyordu; kaşları çatılmış, dudaklarını ısırarak… Lambaderin soğuk beyaz ışığı, tepelerinden onlara doğru uzanan bir pergel gibi açılıyordu. Kadın, hiç sevmediği bu aydınlatma karşısında rahatsızdı; bir türlü değiştirilememişti. “Müziği biraz kısar mısın?” diyen sevgilisini duymazdan geldi. “Lütfen, elimdeki dosyayı bitirmem gerek, yarına kadar!” diyen Kerem, dişlerini sıkarak yerinden kalktı, CD’nin sesini kıstı. Kaldığı yerden çalışmaya devam etti. Yüzü değişen Elif, huzursuz bacaklarını göğsüne çekti. Çantasından çıkardığı kolyesinin düğümlenen zincirini dikkatle çözmeye koyuldu. Öyle bir dolaşmıştı ki zincirin uçları, birbirine ulaşamıyordu bile. Bu kolyeyi, ilişkinin başlarında sevgilisi hediye etmişti. Daha çok ışıl ışıl yerleri sevdiğinden, karanlık ve salaş bir ortamda huzursuz olmuştu. Ama Elif’in en sevdiği yerlerdendi. Buluştukları ilk akşam yemeğinde, kendinden çok annesini, ona olan bağlılığını anlatmasına bir anlam verememişti. Lafları ağzından kerpetenle alıyordu. Onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamaya çalıştığı o ilk günleri arkasında bırakmış olmayı çok isterdi. Ama onun kapalılığına alışmak zordu. Bir aradayken sessizliği bölen ya laptopun zırıltısı ya akvaryumun motoru ya da sokaktan geçen bir arabanın kornası olurdu. Dolaşmış zinciri iki parmağının arasında çekiştirdi. Bir tarafından çekince, diğer tarafı sıkışıyordu. Lambadere baktı. O soğuk aydınlığın üstüne düşen kendi gölgesinin içinde devam etmeye çalıştı. Şarabını yudumlarken, arada göz ucuyla sevgilisini izliyordu. Başparmağı ve işaret parmağıyla zinciri çekiştirirken, gözü bir ara iki turuncu balığa takıldı. Yoruldu. “Konuşmayacak mısın hiç?” sorusu bir fısıltı gibi çıktı. Kerem öyle bir dalmıştı ki… Elif, arkasına yaslandı. Çiğ beyaz ışığın etkisiyle parlayan balıklara bakmaya devam etti. Ona ne kadar sakin ve huzurlu görünmüşlerdi. Elindeki zincirin düğümünü çözemedikçe, küçücük dünyalarının ne kadar da kolay olduğunu, tekrarlanan günlerin hiç de öyle kötü olmadığını söyler gibiydi balıklar. Şişman olanı biraz ağır hareket etse de zayıf, ince balığın etrafında dolanıyor, arada bir bakışıyorlardı. İnce uzun olansa suyun dibine, girintili çıkıntılı küçük kayalıkların, bitkilerin arasına batıp çıkıyordu. Ellerinin arasındaki kadehi döndürüp dururken, birden başına dikti; soluksuzca bitirdi. Şarabın etkisiyle ısınmaya çalıştı bu soğuk evde. Gergin dudaklarını yaladı. Aralarından beyaz dişleri gözüktü. Yaslandığı koltukta ellerini kafasının arkasına alarak, “Haftaya diyorum, şirketin yeni yıl yemeği var… Ne dersin, birlikte katılalım mı?” diye umursamazca sordu, içinden prova etmemiş gibi. Gözlerini ekrandan ayırmadan, “Bunu konuşmuştuk, söylemiştim sana,” dedi ağır ağır. Sustu. Ekrana daha da yakınlaşırken, “Anneme ne zamandır gitmedim. Özel günlerde yanında olmak istiyorum, biliyorsun,” derken iki kaşı birleşiyordu neredeyse. “Bir sonraki hafta gitsen, olmaz mı? Birlikte hiçbir davete katılamadık.” Kısık sesle çalan CD takılmış, tırt tırt gibi garip cızırtılar çıkarıyordu. Kerem kapatmak için yerinden kalktı, çat diye tuşa bastı. CD’yi çıkarıp kutusuna koydu. Bir şeyler eklemek için boşalan peynir tabağını alırken göz göze geldiler. Ama soğuk bakışları onu görmüyor gibiydi. Mutfağa yöneldi. Elif’in hiç de sevmediği grili yeşilli tatlarla sehpaya döndü. Biraz daha uzağına oturdu.


Hızını arttıran gök gürültüsü, yorgun binanın camlarını titretiyordu. Çakan şimşek, pencerenin demir parmaklıklarını aşıyor, sehpanın tam ortasına doğru yayılıyordu sanki. Bir gece yarısıydı. Elif’in annesiyle babasının o dönülmez kavgası... Birbirlerini sevememiş, yan yana olmayı becerememişlerdi. Şimşeklerle aydınlanan bir gecenin ucundaki sabaha karşı çekip gitmişti babası. Tam da içinden geçen böyle bir şeydi; çekip gitmek… Ama onu tepeden tırnağa saran, bitimsiz kaybetme korkusu her defasında onu frenliyordu. Demir korkuluklarının içindeki bu ev, onun gözüne sığınılası liman gibi görünüyordu. İnsan kendi yarattığı bir hapishanenin gardiyanı da mahkûmu da olabilir mi, diye düşünmekten alamıyordu kendini, zinciri çözmeye çalışırken. Son birkaç aydır bakışlarını oraya gizleyen, Kerem’e çok içerliyordu. Hep titiz, düzenli, sıralı… Hep yetişecek, halledilecek işleri vardı. Kıskanıyordu. Mıh gibi yerine çakılıp kalmış olmasına içinden söyleniyordu. Hafif çilli, kahverengi gözlü, bu sarışın adamın, kendisi için giderek niye böyle ulaşamayacağı bir sahilin karşı kıyısı gibi göründüğünü bir türlü anlayamıyordu. Hâlbuki bu adam hep benzer tipte kıyafetler giyen, evin sıcaklığını sabit tutan, işe ve eve aynı saatlerde gidip gelen, belli mekânları tercih eden, benzer yemekleri seçen ve şarap konusunda da seçici olmayan biri değil miydi? Onu Elif için bu kadar bilinmez, erişilmez kılan neydi? Duvarları, kuralları olan birine tutunma hissini bir türlü çözemiyordu. Kopamıyordu işte. İçinde biriken bu arzusu kendisini huzursuz etmeye başlamıştı. 


Bu düşüncelerle yerinden kalktı. Hızlı adımlarla kendini banyoya attı. Bir çırpıda saçlarını tepesinde topladı, yüzünü yıkadı. Kapıya gelen Kerem, “Bir şey mi var?” diye seslenince, “Hayır, iyiyim,” diyebildi sadece. Elini yüzünü silmek için dolabın üst rafından bir havlu çekerken yere fosforlu pembe diş fırçası düştü. Çömeldi. Bakakaldı fırçaya. “Bu ne?” diyecek oldu… Sustu… Elleri titremeye başladı. Evirip çevirirken, daha yeni kullanılmakta olduğunu anladı. Belli ki bir daha kullanılmak üzere buraya saklanmıştı. İçinden yere fırlatmak geçse de frenledi kendini. Sorular hücum ediyordu zihnine. Bir çırpıda karşısına dikilmeliydi. Söylemek istedikleri boğazına dizildi. Ellerini sıka sıka kapıya yöneldi. Diş fırçasını yerine koymadığını fark edince aniden arkasını döndü. Rafın üstündeki havlunun altına fırçayı aynı şekilde koydu. Kalbi hızla çarpıyordu. Eve kimsenin davet edilmediğine, kendinden başka birinin gelmediğine inanmıştı. Neden böyle düşünmüştü ki? Kafası karıştı. Koridora çıktı. Beyni uğulduyordu. Portmantodaki yedek anahtarı hızlıca kotunun cebine sıkıştırdı. Salona geçti. Kerem’e hiçbir şey söylemedi. Başını önüne eğip, eline aldığı zinciri görmeden evirip çevirmeye başladı tekrar. Kaçamak bakışlar attı. Düşündükçe, içinde kabaran şüpheler, bir kartopu misali büyüyordu. Kurmaya başladı. Yok, böyle olmayacaktı. Acil yardıma ihtiyacı vardı. Bir bahaneyle yanından ayrılmayı düşündü. Kendini çarçabuk toparlayıp evden dışarı atmalıydı. Terleyen ellerinin arasında zincir daha da karışmıştı. Tam ağlayacağı sırada akvaryumun önüne yaklaştı. O anda Kerem’in telefonu çaldı. Arayan annesiydi. Belli ki yine uzun konuşacaklardı. Evin içinde dolanarak sohbete başladı. Annesiyle konuştuğu ses tonu, duvarlarda yankı yapıyordu sanki. Elif, mutfağın bir köşesine çekilmiş olsa da bulunduğu yer daralmış gibiydi. Nefesi kesilir gibi oldu. Hareket edecek bir yeri kalmamış gibi hissetti. O konuşurken montunu giydi. Fısıltıyla “Ben gidiyorum,” dedi ve hızla çıktı. Apartman kapısının önünde derin nefes aldı. Hıçkırıklarını bırakıverdi.  


Eve vardığında gecenin üçüydü. Kapının önünde çantasını karıştırdı. Anahtarını almayı unuttuğunu fark edince hırsla zile bastı. Birkaç saniye bekledi. Sonra parmağını zile yapıştırdı. Kapıyı açan ev arkadaşı, uykulu gözlerle ona, “Ne oluyorsun be?” diye homurdandı. Nefes nefese, “Sana olanları anlatmam lazım,” diyerek içeri daldı. Kan çanağına dönmüş şiş gözlerle, “Kerem’in evinde bir diş fırçası buldum,” dedi. Sesi titriyordu. “Havluların altına saklanmış, hiçbir şey soramadım ona, söyleyemedim. Sadece o evden çıkıp gitmek istedim. Sence bu ne demek?” Arkadaşı esneyerek kanepeye oturdu. “Dur, hemen… Bu ne telaş? Belki bir misafir için, belki annesi için nerden biliyorsun sormadan, anlamadan?” dedi. Elif, kırlente sarılmış bir hâlde, “E, o zaman neden bir fırça havlunun altına saklanmış olsun ki?” der demez, çantasından çıkardığı zinciri koltuğa fırlattı. Arkadaşı, karşısında durmuş, sessiz bir şekilde onu süzüyordu. “Aslında haklısın… Bir yılı geçti, henüz ne tanışabildik ne de bir araya gelebildik, hep bir bahanesi var,” demekten geri kalmadı. “Ben de bunu anlatmaya çalışıyorum ya,” dedi çatallaşan sesiyle. “Son zamanlardaki soğukluğundan anlamalıydım.” Arkadaşı, “Biliyorum… Tanıştırmak hep senin istediğin bir şey değil miydi?” demesiyle, Elif’in gözlerindeki ışık söndü.


Sabahı sabah etti. Bunu öğrenebilmek için bir sonraki haftayı bekleyemezdi. Akşama dek bu şüpheler zihnini yiyip bitirdi. Sevgilisinin en başından beri koyduğu cumartesi akşamı buluşmama kuralını yıkmaya kararlıydı. Akşam karma karışık hale gelen zinciri evde açmaya çalıştığı sırada, Kerem’in iki yıl evli kaldığını, hep annesinin zoruyla sürdürdüğünü, ara ara ortalıktan kaybolmalarını, annesiyle uzayan telefon görüşmelerini, sınırlı sayıdaki arkadaşlarını, bazen derin bir sessizliğe gömülmesini, takıntılı hallerini, bu ilişkiyi sürekli kendi istediği şekilde yaşadığını düşünürken saatler sonra zincir çözülüverdi. “Kim bu kadın? Kim olabilir? İşyerinden mi yoksa annesinin uygun gördüğü biri mi yine? Belki de yaşça çok genç, güzel biri,” derken genişleyen vücuduna, basenlerine dokundu. Zinciri elinden bıraktığında yüzü kıpkırmızıydı.

 

Akşam, kolyeyi boynuna takıp çıktı. Kerem’in evine vardığında ışıkları hâlâ yanıyordu. Bir süre sonra onu, taksiyle takip etmeye başladı. Yolda, bu yaptığının ne kadar kötü olduğunu, buna nasıl mecbur kaldığını düşünüyor, içinde onu yiyip bitiren sesi susturmaya çalışıyordu. Sevgilisinin aracı bol ışıklı caddeleri geçtikten sonra bir sokağın köşesinde durdu. Daha dar ve karanlık bir yola doğru yürümeye başladı. Elif adımlarını sıklaştırırken kalbi de hızla çarpıyordu. Buluşamadıkları cumartesi gecelerinden birinin nasıl geçeceğini düşünürken, içini merak ve korku kaplamıştı. Barın içi gece mavisi ışıklarla doluydu. Duvara yansıyan spotlar ara ara renkleniyor, aşağıya doğru süzülüyordu. İçerideki kalabalıkta yükselip alçalan kahkahaların, tokuşan kadehlerin sesleri duyuluyordu. Kimisi dans ediyor, kimileri koltuklarda göz göze diz dize sohbet ediyordu. Bir müddet camdan içeriyi izledi. İçerideki ortam ona bir şeylerin düşündüğünden farklı olduğunu fısıldıyordu. Bir cesaretle içeri girdi. Kapı arkasındaki gölgeli masaya oturdu. Gözleri hızla sevgilisini aradı. Elleri cebinde barın yüksek taburelerine ilişmiş, önünde yarım viski bardağı… Elif’in hiç bilmediği haliyle orada oturuyordu. Karşısında en samimi dostu Barış vardı. Sarılmalarını, içten gülüşmelerini, ona doğru eğilip mesafeyi daraltmalarını, göz göze yakınlaşmalarını izliyordu. Sohbetlerinin iyi olduğunu biliyordu bilmesine de… Elif’in gözleri kısıldı. Bütün bunların anlamı neydi? Kerem, onunla neden böylesine rahat olamamıştı? Hep bir mesafe vardı. Konduramamıştı. Bunun saçma olduğunu düşündü. Yaşadığı kafa karışıklığını “Yok canım,” diye susturmaya çalışsa da her şeyin farkındaydı.


Saatler sonra, yorgun bir halde Kerem’in evine vardı. İçindeki fırtınayı bastırmaya çalışıyordu. Karşı daireyi umursamadan apartman kapısını şangır şungur kapattı. Ayakkabılarıyla içeri daldı. Bir gün önce ayrıldığı ev, her zamanki gibi düzen içindeydi. Tanıdık olması gereken bu yer, onun için soğuk bir yabancı gibiydi şimdi. Salonda ilerlerken eşyalara tek tek dokunmak istedi. Onunla yaşadığı anlar şimdiden bir gölgeye dönüşmeye başlamıştı. Boynundaki kolyeyi çıkarıp dikkatlice girişteki askısının üstüne astı. Pembe diş fırçasını saklanıldığı yerden alıp lavabonun önüne koydu. Onun evinde kendisine ait hiçbir şey yoktu. Birkaç kez bırakmayı düşünse de sonradan vazgeçmişti. Salona dönüp akvaryumun yanına gitti. Şişman balık suyun yüzeyinde yavaş yavaş dönüyordu, can çekişiyordu sanki. Ona uzun uzun baktı. Parmaklarını soğuk camın üzerinde gezdirdi. İçinde bir şeyler çatırdadı. Avucunda tuttuğu anahtar yere düştü, hemen yerine astı. Elif, gece sabaha ilerlerken kendini dışarı attı. Sudaki serinliği hissetmek istercesine bedenini rüzgâra bıraktı. Bu defa üşümüyordu. Teni okşayan karanlığa teslim olmuştu. Tıpkı babasının yaptığı gibi, bir boşluğa yürüdü. Kaybolmak, şimdi ona özgürlük gibi geliyordu.

Yorumlar


bottom of page