top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Günün Sonunda

“Dirin yetmedi şimdi de ölünle mi terbiye etmeye çalışıyorsun beni? Çek şu gözlerini üstümden, hapisliğim yetmedi mi?”


Kader Menteş Bolat

Gün ışığı türlü oyunlar oynayarak yatak örtüsünün üzerine düşmeye başladı. Nimet Hanım, yattığı yerden ışık avcılığı yapıyordu. Gözlerini ovuştururken pervazdaki güvercine ilişti gözü. Ne zamandır oradaydı? Onu izler gibi bir hali vardı. Bazen bilinmeyen bir göz tarafından izlendiği fikrine kapılır, sonrasında uzaklaştırırdı bu fikri.


Yatağından kalktı, yüzünü yıkamak için banyoya girdi. Bugün diğer günlerden daha özenli olmalıydı. Aile uzun zamandır ilk defa biraraya gelecekti. En güzel kıyafetlerini giyip çocukları beklemeye başlamalıydı. Tercihini ipeklilerden yana kullandı. Pudra rengi, erkek yaka, belden aşağıya kloş açılan elbisesi, bugün için biçilmiş kaftandı. Hazırlanmak için acele etmesine gerek yoktu. Çocuklar nasıl olsa geç kalmaya teşneydiler.


Gözlerini kapattı. Ahh, ahh… Biz, böyle miydik? diye geçirdi içinden. Erkenden kalktıkları, sokakta sabahtan akşama kadar oynadıkları günleri düşledi. Ziline basıp kaçılan kapılara gülümsedi. Salçalı ekmeklerin hızlıca tükendiği köşebaşından, yakan top oynadıkları çıkmaz sokak başını uzatıp ona baktı. Çocukluğunun düşsel sokağından odasının gerçekliğine döndüğünde hâlâ kendi kendine gülümsüyordu.


Mutfağa yöneldi. Tabakları, bardakları önceden hazırlamalıydı. Onlar geldiğinde bu işlerle uğraşmak istemiyordu.Tezgahın üstünde duran baklava tepsisine kaydı gözü.

“Hasibe Hanım, bu defa güzel yapmıştır, umarım. Geçen sefer şerbetin şekerini fazla kaçırmıştı, bir ağız tadıyla yiyememiştim.”

İşlemeli masa örtüsünü çıkardı çekmeceden. Porselen tabakları ve kristal kesme bardaklarını… Her şey özenli olmalıydı.

Sofra düzeniyle uğraşırken aniden suratı asıldı Nimet Hanım’ın. Çerçevedeki asker giyimli yüz, kaşlarını çatmış ona bakıyordu.Hem de gözlerini hiç çekmeden. Elindeki bardağın yere düşmesine engel olamadı. Halıda oluşan su yollarına bakarak:

“Dirin yetmedi şimdi de ölünle mi terbiye etmeye çalışıyorsun beni? Çek şu gözlerini üstümden, hapisliğim yetmedi mi?”

Ellerinin titremesi geçmeyince konsolun yanındaki koltuğa yığıldı. Gözleri ellerindeydi.

“Hemencecik de geçmez bu meret! Tam da sırasıydı.”

Birkaç saniye gözlerini kapatmayı denedi, o süre zarfında geçerdi belki titremesi. Bunca yıl olmuştu göçüp gideli hâlâ nasıl oluyordu da bu kadar etkilenebiliyordu, aklı almıyordu. Göz kapaklarını ağır ağır kaldırdı, çerçeveye dikti bakışlarını.

“Despot adam n’olacak! Konuşabilmek için bir dilekçe yazmadığımız kalırdı. Evin içinde de üniforması üstündeymiş edasını taşırdı. Eee komutan ona, o da bize sergilerdi güç gösterilerini. Ne kadar da zavallıymış oysa ki! Şimdi daha iyi anlıyorum. Garnizondaki pısırık Avni Bey, evin içinde aslan kesilirdi. Her horoz kendi çöplüğünde ötüyordu işte. Öttün, öttün de ne oldu? Çocukların da evden ayağını kestin sonunda.

Derin bir nefes aldı, söyleyecekleri daha bitmemiş gibiydi. Titreme ellerinden tüm vücuduna yayıldı. Hemen ilacını almalıydı yoksa atağın önüne geçemezdi. Hiç sırası değildi. Çocuklar birazdan gelirdi.

“Bu fotoğrafı ben kaldırıyorum, kim koyuyor yine aynı yere? Delireceğim! Kesin Hasibe’nin işidir. Çok yüz verdik ona da. Yıllardır yanımızda, diye iyice kafasına buyruk davranmaya başladı.”

İlaç kutusundan iki küçük mavi hap çıkardı. Rahatlatır mıydı? Gençken mavilikler dinginleştirirdi ruhunu, şimdiyse ruhundan bedenine sirayet edenler için haplardan medet umuyordu. Tek ortak nokta, aynı renkte olmalarıydı. Fırtınanın geçmesini bekleyen gemiler gibi salonun ortasında kaskatı kesildi. Sakin sularda yüzüyordu halbuki çoktandır. Gözlerini kapatıp içinden yüze kadar saymaya başladı. Acelesi olmayanlara özgü ağırlıkla, rakamların üstüne basa basa ilerliyordu. Altmış ikiye gelince duraksadı, kapının dışından sesler geliyordu. Titremesinden eser kalmamıştı, gülümsedi.

“Arada bir yoklamasan olmaz, değil mi can alıcı?”

Koltuktan yavaşça kalkıp kapıya yanaştı. Merdiven boşluğundan gelen ayak seslerinin uzaklaştığını duydu.

“Yanlış alarm, bizimkiler değilmiş.”

Rahatladı. Hasibe Hanım’ın ak pak ettiği işlemeli masa örtüsünü alıp salona döndü.

Tembihlediğiniz gibi ön yıkamada beklettim Hanımım, demişti giderken. Mantosunun kabarıklığından, cebine koyduğu zarfı fark edip daha maaşımı yeni aldım, ne gerek vardı, lakırdıları eşliğinde. Emektarımızdı, yirmi yıldır kahrımızı çekendi. Merhumun asabi hallerini, çocukların yaramazlıklarını muziplikleriyle rüzgâr misali dağıtandı. Bazen sınırını aştığı olurdu. Bu tür durumlarda “Çalışanla karşı karşıya gelmeyeceksin kızım”, diyen annesinin sesi kulaklarımdan gitmezdi. Bir kere yüz göz oldun mu iflah olmaz, işten çıkarman gerekir sonra, diye sürdürürdü konuşmasını Fikriye Hanım. Güngörmüşlükte usta payesine ulaşmış, babasının kızdırmak için Fikri, diye seslendiği Hanım Ağa!

Biraz olsun annesine çekmeyi ne çok isterdi. Yumuşakbaşlılığı yüzünden işyerinde yönetici olduğu halde, çalışanlar onu yönetmeye kalkardı. Hayır, demeyi bir türlü başaramaz; işten kaytarmak için ürettikleri bahaneleri, yalan olduklarını bildiği halde yüzlerine vurmazdı. Hatta hayır, demeyi başarabilmek için kursa dahi gitmişti. Boşunaydı çabası, ağzını açıp ha hecesini çıkarmaya başladığında dili geriye çekiliyor, ses çıkarmaktan öteye gidemiyordu. O iki hecelik sözcüğe ulaşması mümkün görünmüyordu. Bunda, evdeki despotun da payı vardı tabii.

Nerelere daldı farkında olmadan. Eski defterler, arada bir kendilerini hatırlatmadan olmaz. Ekşi mayaya dönüşen yüzüyle buruşturup atmak istiyor anıları, küçük kağıt parçaları gibi. Saat kaç oldu? Nerede kaldı bunlar? Kör olmayasıcalar! Bir kere de erken gelseniz ölür müsünüz? Biliyorum, beni şaşırtmak istemezler. Maazallah kalbime iner, filan.

Güzel bir sofra oldu. Onlar gelince de yemekleri getirdim mi tamam! Sofrayı kuran kaldırmasın, en azından bugün. Çocuklarla, gelin yapsın o işi de. Benden bu kadar!

Beklemekten sıkılınca oturma odasındaki koltuğa attı kendini. Rehavet çöküverdi üzerine. Uyuyakaldı. Tak.tak…Tak.tak.

İki tak bir sessizlik, tekrar iki tak sesleriyle kendine geldiğinde, yerinden fırlayıp kapıya koştu. Çok bekletmemiş olmayı diliyordu. Hızla kapıyı açınca kapıcıyla göz göze geldi.

“Sen miydin Hasan Efendi? Ben de çocuklar sandımdı.”

“Çöpleri topluyordum da Nimet Hanım.”

“Bizimkiler gelmedi ki daha. Onlar gelip gittikten sonra çıkarırım çöpleri.”

“Peki, nasıl isterseniz. Geç vakit uğrarırım yine.”

“Öylesi daha uygun, kolay gele! ”

Kapıyı kapatınca saate ilişti gözü. Akşam olmuştu. Niye bu kadar geç kaldılar ki…

Telefon çaldı.

“Uzun zamandır biraraya gelemedik, biliyorum anne. Lütfen beni affet, bugün gelemeyeceğiz. Yarına yetiştirmem gereken sunumu bitiremedim. Patron, 'Gerekirse uyuma, işi bitir', diye baskı yapıyor. Özel sektör, biliyorsun.”

“Anlıyorum oğlum, işin gücün var. Benim gibi eleğini asmış oturmuyorsun ki. Torunlarımı öpüver.”

“Birkaç gün içinde gelmeye çalışacağız, söz.”

Gelin tabii gelin, beni bulabilirseniz, demek geçti içinden.Yanıt vermedi. Boğazı düğüm düğümdü. Telefonu bırakırken elleri yeniden titremeye başladı. Fotoğraftakiyle göz göze geldi, ona pis pis sırıtıyordu. Sehpadaki çerçeveyi alıp hızla duvara fırlattı. Üzerinde bir çift gözün ağırlığıyla, ortalığa yayılan cam parçacıklarına aldırış etmeden odasına yöneldi. Aynanın karşısına geçip uzun uzun inceledi yüzünü. Saçlarını topuz yapmaya karar verdi, gençken çok yakışırdı. Nerede hata yapmıştı? Çok mu yumuşakbaşlı davranmıştı bunca yıl?

Camı ardına kadar açtı. Karşı evin çatısındaki taklacı güvercin ona bakıyordu. Çağrısına kulak vermek istercesine kollarını iki yana açıp gözleri kapalı bir süre bekledi. Aklına gelen fikirle yüzü ışıldadı.

Kapıcıya seslenirken “Ben sizi hizaya getirmesini de bilirim,” diye söyleniyordu.

bottom of page