Öykü: Havadan Sudan Meseleler
- Litera
- 2 dakika önce
- 7 dakikada okunur
"Kocamın çocuğu olmuyordu ama baba koltuğunu hak edecek kadar baba biriydi."
Zeliha Yeşim Günay
Yirmi beş yıl aynı yastığa baş koyduğum kocam iri memeli kadınlardan hoşlandığını söyleyip terk etti beni. Ne yalan söyleyeyim kocamın itirafını şaşkınlıkla karşıladım. Koca memeler benim için okul öncesi resimli hikâye kitaplarında kalan tombul sütçü ninelerin çömelince dizlerine değen bir çift yağ yığınıydı. Ha bir de kitabın sayfalarındaki beyaz ineğin sağılmaktan pörsümüş pespembe memeleri. Resimli kitaptaki ineğin adı da vardı, sarı kız. Bunlar düştü de nedense aklıma, kocamın birini metres tuttuğuysa gelmedi. Her akşam bana, aşk yuvamıza dönmesini bekledim. Beklerken de boş durmadım, sevdiği yemekleri hazırladım. Her gün evi toplayıp temizledim. Gittiğinden beri eskisi kadar kirlenmeyen klozeti, sidik kokusundan arınan banyo lavabosunu gün atlamadan ovup fırçaladım. Çoraplarının aşınan topuklarını rengarenk yamadım. Delinen parmak uçlarını renkli ipliklerle süsleyerek yeniledim. Ceket düğmelerini teker teker elden geçirdim. Aşınan gömleklerinin yakalarını ters yüz ettim. Dolaptaki giysilerine kadar her şeyini yıkayıp ütüledim. Kocam uzun bir iş seyahatine çıkmış da dönüş tarihini bilmiyormuş gibi yaşıyordum. Tabii zaman durmadı; hızla aktı. Günler günleri kovaladı. Derken günün birinde kapım çaldı.
Kapı zilinin çalmasıyla içimi tarifi zor bir heyecan kapladı. Elim ayağım birbirine dolandı. Duygu taşması yaşıyordum, heyecanla karışık sevinç yumağında yüreğim pırpır ederken zorlukla açtım sokak kapısını. Karşımda kasketli bir memur. Sol omuzundan bedenine çarpı geçirdiği çantasının sağ kalçasına değene kadar resmi bir makamın temsilcisiydi kapımdaki adam. Omuz çantası aşırı doluluktan kapanmıyordu. Kim bilir kaç kişiyi yasa boğacak evrak vardı o çantanın içinde. Başındaki siyah kaskette sarı harflerle PTT yazıyordu. Uzattığı kâğıt parçasında yazanı görüp okumamın yeterli olmayacağını düşünmüş olacak ki, tok sesinden de duyurdu imzamı alarak elime sıkıştırdığı evrağın üzerinde yazanı. Kocamın bana boşanma davası açtığını bu şekilde öğrendim. Eyvah kocamın iri memeli kadın fantezisi gerçekmiş; boşanıyoruz! Telefon elimde, kocamın sevgili koltuğuna geçtim. Numarasını ezberimden çevirdim.
Kocamın çocuğu olmuyordu ama baba koltuğunu hak edecek kadar baba biriydi. Ona bir yılbaşında hediye olarak almıştım baba koltuğunu. Şimdi daha güzelleri var ama zamanının en pahalısıydı benim ona hediye ettiğim. Mekanik olan, orası burası oynayan koltuklardan. Bir düğmeyle ayağını uzatır, bir diğeriyle sırtını rahatlatırdı. Kocam o koltuğu çok severdi. Her akşam ona kurulup kitap okurdu. Uyuklardı. Televizyonu seyrederken de onu tercih ederdi.
Telefonu uzun uzun çaldırdım ama açan olmadı. Israrla birkaç kere daha aradım. Evdeyken de gelen aramalara cevap vermediği olurdu. Üşenmeyip mesaj attım. Okumadı. Aynı mesajı tekrar ilettim. Biriken mesajlarımı bir solukta okudu ama beni cevapsız bıraktı. İşte o zaman mahkememiz görülmeden benden boşandığını anladım.
Zorla güzellik olmaz, yalvaracak değilim, şarkısı dilimde, avukat aranırken, ablam çıkageldi. Ablamın bu şekilde yardımıma koşacağı, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Hatta ailedeki herkes onun bir mesleği olduğunu unutmuştu. Kocam iyi ki bana boşanma davası açtı da ablam da bir mesleği olduğunun farkına vardı. Annemle babam da bu yüzden kocama müteşekkir. Ablam mezuniyetinin üzerinden geçen yirmi bir senede semt kafelerinde laklak yapan, sabahlara kadar arkadaşlarıyla çanak oynayan biri olup çıkmıştı. Davada beni savunacağını söyledi. Bunu söylerken gözlerinin içi parlıyordu. Sevindim tabii. İçim içime sığmadı. Arkadaşlarıma kocamdan boşanacağımı, ablamın da avukatım olduğunu mesajla geçtim. İçime bir huzur yerleşti. Ablam her yaşında etkili bir nüktedandı. Ağzından hep bal aktı. Çoğunluğun başına sorun açan sivri dil onun hep övünç kaynağıydı. Mezuniyette, avukatlık cüppesinde dilini hep doğrudan yana kullanacağına ant içmişti. Dava dilekçelerinde beni olduğumdan da abarttı. Göreceksin şu kadar nafaka koparacağım. Evlerine kadar her şeyini alacağım onun. Her şey senin hakkın. Neyi varsa çatır çatır yiyeceksin. Bankadaki parasına kadar. Meğer kocamın bana söylemediği milyonları varmış! Tebligat elime geçtiği günden bugüne kadar benim üzerimden avukatlık oyununu başarıyla sahneliyordu canım ablam. Ablamın sunduğu vaatlerle gaza geliyor yüzümde gülücükler açıyordu. Antidepresan kullanmaktansa böylesi daha eğlenceliydi.
Kocamı kadının biriyle bastığım o gün şehrin karşı yakasında bir arkadaşla buluşacaktım. Yağmur yağıyordu. Buluşmaya gidip gitmemekte kararsızdım. Lodos vardı. Karşıya vapurla geçmezsem yetişmem mümkün değildi. Metro durağı onunla bulaşacağımız yere uzak, ancak metro çıkışında taksiye denk geleceğim, yoldan da telefon açıp gecikeceğimi söyleyeceğim; bu yağmurda bu kadar şeyin denk düşmesi olmayacak şeydi. Vapur seferleri iptal edilmezse ne ala yoksa gelemem, demiştim arkadaşıma.
Yirmi dakika içinde sahilde olmalıydım. Şehir kartımda yeterli para olmadığı da aklımdaydı. Karta yükleme yapacak vaktim olmazsa vapuru kaçıracağım da... Aklımın bir köşesine ötelediğim düşüncelerle konuşa konuşa vapur iskelesinin karşısına kestirmeden inen İmbat sokağına saptım. Yağmur da beklemediğim şekilde hızlandı. Uçuk pembe şemsiyem üzerine düşen yağmurdan hoşlanmadığım kadar koyulaştı. Şemsiyenin ek yerlerinden pıt pıt su damlaları yüzüme düşüyordu. Beyaz yağmur botlarım zeminde öbek öbek biriken çamurlu yağmur sularında aşırı kirlendi. Arkadaşım beni bu şekilde görsün istemezdim. Korunaklı bir köşe arandım. Soluklanacağım bir kafe. Fakat sokak tarihi sayılacak kadar eskiydi. Arandığım mekân burada olamazdı. Kesinlikle ilk buluşmaya bu şekilde gitmemeliydim. Vapuru kaçırmak için elimden geleni yaptım.
Vapur iskelesi yolun aşağısında. Sokağın apartmanları dip dibe. Birbirine yapışık nizam, zeminle üç katı geçmeyen apartmanları farklı kılan çatılarıyla bacaları. Çocukluğumda anneannem buna benzer bir mahallede oturmuştu. Apartmanlarının gizli bahçesi vardı. İmbat sokaktakilerin de... Sigara izmaritleri, boş meşrubat şişeleri, düzensiz otlar, kedi köpek kulübeleri, evde fazla deyip aşağıya indirilen koltuklarda oturan genç emekliler bahçelerin döküntüleriydi. Çatılardaki çanak antenlerin düzensiz kalabalığını çirkinleştiren kablolar da gizli bahçede zaman öldüren tembellerin tercihiydi. Sağlı sollu apartmanlarla kaplı sokakta daireden bozma şekilsiz kapısıyla dikkat çeken üç semt dükkânı vardı. Burası çok eski bir mahale. Binaların beton yaşı belki yüz değildi ama doksandan da az değil. Eskiden apartmanların altında dükkân olmazmış.
Yüncünün önünden geçerken kocam olacak herife ördüğüm yelek aklıma düştü de sokağın dükkânlarına takılarak ilerledim. Yüncü dükkânının kapısını açtım. Şöyle bir içeriye bakındım. Yaşlı bir adam oturuyordu kasada. Bana ne istediğimi soracak gücü yoktu. Vakit geçirmek için oradaydı veya oraya bırakılan bir yaşlıydı. Para kazanmasını kim bekleyebilirdi ondan? Karısı mı? Evli miydi? Belki karısı seneler evvel malum hastalıktan ölmüştü. Tabii ilk aklıma gelen meme kanseri. İriymiş rahmetlinin memeleri, kocası yani kasadaki yaşlı adam özellikle kavun karpuz seçer gibi seçmiş kadını. Fakat kimse adamın ne yaşadığını bilemezdi. Belki birkaç seneye kalmaz kendi de o hastalığın bir türüne yakalanıp acı içinde ölecek. Ses etmeden dükkândan ayrıldım. Çarpı karşısındaki butiğe geçtim. Bu sefer yağmurdan sırılsıklam olan şemsiyemi kapattım. Bir genç arandım. Şöyle teni ak pak, ince uzun bir genç. Orada da yaşlı bir kadın vardı. Memelerine bakmamaya gayret ettim. Suratına odaklandım. Kıvırcık saçlı kapkara bir kadın karşımda. Askıdaki kıyafetler de demode. Yaşlı kadın yüncüdeki adamın karısı veya sevgilisi olabilir miydi? İşte ne olduysa o anda oldu birden kadının memelerine indirdim bakışlarımı. Dümdüzdü. Yaşlı kadının memeleri yoktu. Bir şey söyleyecek gibi yutkundum. Bir iki öksürdüm çünkü yutkunurken tükürüğüm genzime kaçtı. Panikle dışarıya çıktım.
Vapura geciktiğim kesindi. Hızlansam da yetişemezdim. Sokağa aykırılık katan, brandasının etek fırfırından oluk oluk su boşalan mekâna doğru ilerledim. Güzel gençlerin müdavimi olduğu bira, patates, kuruyemiş üçlüsünden başka bir şeyin servis edilmediği zincirlerden biri değildi orası. Butiktekiyle yüncüdeki karıkocaysa, morlu dükkân onların çocuğunun veya damadının da olamazdı. Yoksa olabilir miydi? Saçmaladığımın farkındaydım ama eğleniyordum. Mor brandanın üzerinde mekânın adı yazıyordu. Gözlerimi kıstım. Brandanın üstündeki harfleri tam seçmişken altından bir kadın fırladı. Geniş kalçası yere yakın. İri göğüslü. Saç telleri siyah boyanın matlığına teslim olmuş kadınlardan biriydi. Bu türler gözlerine kara rimel çekmeden, kırmızı rujunu sürmeden sokağa çıkmaz. Fakat kadın bir şeyden korkmuştu ki kaçıyordu. Her şeyiyle bas bas, ben o’yum, dese de o bir kadındı. Kim bilir kaç erkeğin hayalini süslemişti. Belki bir zamanlar evliydi. Belki yavruları vardı. Evet birilerinin annesi, hatta karanlık birinin yavuklusu da olabilirdi. Direk dansı yapan kızlarla eğlenen adamların mekânıydı denk geldiğim.
Kadının ardından iri kıyım bir adam fırladı. Kadının birinden kaçtığını doğru tahmin etmişim. Adam, elindeki bıçağı saklamadan kadının peşinden koşturuyordu. Orası bir pavyondu. Mor ışıklı pavyonlardan. Pavyonun karşısındaki kaldırıma, apartmanın korunaklı köşesine girdim. Arkadaşıma gelemeyeceğimi, aşırı yağmur yağdığını mesajla geçtim. Bu esnada pavyondan fırlayan kadın feryat figan sokağın orta yerinde. Başımı kaldırdım. Yanlış gördüğümü düşünüp birkaç adım öne çıktım. Gördüğüm şeye inanmakta zorlansam da ne yazık ki kadını bıçaklayan adam kocamdı. Gözlerimden akan yaşları kontrol edemiyordum. Rüzgârın savurup yığdığı gri bulutlardan aşağıya mermi gibi yağmur yağıyordu. Gök coşmuştu. Gümbür gümbür gürlüyordu. Sanki gökyüzünde yağmur makinesi vardı. Kesintisiz yağıyordu yağmur. Dik ve sert. Arnavut kaldırımlı sokak acılara, sevinçlere, gözyaşlarının her türlüsüne şahitti ama bu seferki farklıydı. Eli bıçaklı adam kadının gerisinden koştu ve arkasından sıkı sıkıya sarıldı. Kadının iri memeleri caninin sol kolunu yastıkladı. Sağ koluyla kadının yağlı karnını sarmaladı. Kadından damla damla kan düşüyordu yere. Kırmızı kan damlaları kadının bedenini terk eder etmez yağmurla pembeye dönüyor öyle düşüyordu Arnavut kaldırımına. Yağanlar beni de sırılsıklam yaptı. Bıçaklı adam neden sonra kadının boynuna yumuldu. Derin bir nefes aldı. Başını kadının boynundan çekti. İşte o an göz göze geldik. Fantezilerini iri memeli pavyon kadınları üzerinde şekillendiren kocam zavallı birini bıçaklamış ben de seyretmiştim. Nedense öfkesi dinmek bilmiyordu. Sol koluyla kadının göğsünü sarmalamışken, sağ elini hızla kadının karnına bastırdı. Bıçağın soğuk çeliğini kadının içine soktu. Kadından oluk oluk kan akıyordu. Gökteki yağmur makinesinden mermi gibi inen yağmurla kanlı bıçağı temizleyip soğutuyor, kadının içine tekrar sokmakla kalmıyor tüm iç organlarını kazırcasına çeviriyordu elindeki bıçağı. Kadının korkudan donan yüzü yüzümde, kara gözleri gözlerimdeydi. Onun o haline dayanamadım. Gözümden akan yaşlar yağmur suyuna karıştı. O bir caniydi artık. Gözyaşlarımın kimseye, bana da faydası yoktu. Üç, dört, beş. Kadının bedenini terk eden oluk oluk kan sokağın ivmesinde hızlanarak akan çamurlu yağmur suyuyla birleşti. Vapurun bacasından savrulan kara duman, boğuk ve hüzünle öten düdük sesi, rüzgârın insafında gri göğün kasvetine karıştı. Artık oradan ayrılmalıydım.
Koşarak geride kalan butiğe sığındım. Olup biten her şeyi bir çırpıda aktardım. Butikteki kadın olay anını yaşamamıştı ama pavyondakileri tek tek adıyla biliyordu. Beni sakinleştirecek o kadar çok şey sıraladı ki arka arkaya, en komiği kadının ölmediğiydi. Kadın gözlerimin önünde delik deşik olmuştu; Nasıl ölmez? Üstelik polis arabasının acı acı öten sireni dükkânın içindeydi. Butiğin sahibi gayet sakin, başladı anlatmaya; dinlemek düştü bana. Sonuçta kocamın o pavyonun ortaklarından biri olduğunu öğrendim. Kadın işletmecisiymiş mekânın. Hem de kocamın yavuklusu. İkisi hep kavga ederlermiş. Mahalleli pek çok kez karakola şikâyet etmiş ama polisler de onlarla baş edememiş. Dava sürecinde öğrendiğim milyonların açıklaması o mekândı. Bana kazancı bol bir işe girdiğini söylemişti ama bir pavyon dememişti. Derken polis sirenine ambulans sireni karıştı.
Ambulans, polis arabaları ve de polisler. Sokak mahşer yeri gibiydi. Butikteki kadın hâlâ onun ölmediğini iddia ediyordu. Benim, o kadın öldü diye ısrar etmemin hiçbir anlamı yoktu ama kimse fikrimi değiştiremezdi. Tir tir titriyordum ya korkudan ya üşüdüğümden. Neden sonra yağmurdan sırılsıklam olduğumu fark ettik. Islanan üstüm kuruyana kadar dükkândan beğendiğimi giyebileceğimi söyledi. Kurulandım. Askıdaki allı güllü emprime bol elbiselerin en cafcaflısını seçtim. Bana çay verdi. Artık kadının butiğin sahibi olduğundan emindim. Yüncü dükkânını işaret ederek yaşlı amcayı sordum. O da benim gibi o dükkân için adamın çok yaşlı olduğunu düşünüyordu. Nedense rahatladım. Dükkân oğlununmuş. Oğlu dükkân için mal almaya karşıya geçtiğinde bazen o bazen karısı bakarmış kasaya. Kadın adamdan yirmi yaş küçükmüş. Küçük deyince dayanamayıp kadının memelerini sordum. Neden? dedi. Kocamı ve tercihlerini anlattım. Gülüştük. O kadar kaptırdık ki polisin, acı acı sirenini öttüren ambulansın gidişini fark etmedik. Sokak karanlık ve sessizdi. Havadan sudan konuşmaya devam ettik…
Comments