Öykü: Hayat Ne Garip
Esasında ben, kahve falına bakmasını bilmiyordum. Bakar gibi yaparken parmaklarımın arasındaki bir fincanı, kendimce kullanıyordum. Ve kalbimin derinlerinden gelen şeylere dem vurmadan düşüncelerimi konuşturuyordum. Canım gerçekten acıdığında, bazen de imkânsız bir şeyin gerçekleşmesini istediğimde, beliren bir hissiyattı benimkisi…
Yeşim Günay
Zaman içinde değişmem, insanlardan kaçtığımı söyleyenleri haklı çıkarmıştı. Bazı arkadaşlarımı silmiş, yenilerini edinmekten korkuyordum. Ev davetlerinden kaçıyor, illa buluşacaksak o arkadaşımı dışarıya yönlendiriyordum. Kafelerden evim kadar keyif alıyordum. Herhangi bir kafede boş boş oturmayı da seviyordum. Kendimi okumaya vermiş, nerdeyse tüm dergilere aboneydim. Haberleri günlük gazeteden okuyordum. Arkadaşlarımın benden bekledikleri ilgiyi, kendim için harcamama, “Bencil,” diyen, “Yalnızlık,” diyen de vardı. Benim felsefemde bu “seçilen” değil “seçen” olmaktı. Anlayacağınız kafama göre yaşıyordum.
Sabah erkenden kalktım. Fincanımda iki parmak kahvemle, camdan geçen güneşe karşı koltuğuma gömüldüm. Gün gazetesinin sayfalarını karıştırıyordum. Madem günümü okumaya ayırdım, parmaklarımın arasındaki gazetenin her satırı okunacaktı. Gazetem elimde, koltuğumun iki yanındaki sehpada okunmayı bekleyen dergilerim üst üsteydi. Edebiyat, felsefe, sinema, magazin, seyahat, dekorasyon dergilerim. İçeriklerini ayırmadan her şeyi okuyordum. Gazetenin ikinci sayfasında okuduğum satırlar inanılır gibi değildi. Sürekli aynı satırları okuyor, inanamıyor, tekrar okuyordum. Kaçıncı tekrarda olduğumun farkında değildim. Telefonum çaldı. Açmadım. Dakikalarca boş muhabbete mecalim yoktu.
Biz kadınların telefon konuşmaları, meşhurdur. “Duydun mu, filancayı?” diye başlayan sözde masum muhabbet birden istenmeyen bir dedikoduya dönüşür. Esasında konu çok basittir, biri birine, “bir şey,” demiştir. İki taraf lafı uzatmasa, filanca kişi, dediğiyle kalacak. Olur mu hiç, yan konular açılır, seneler evveline gidilir ve nihayete erilir. Ameliyat masası kurulmuş, geri dönüşü yoktur. Geçen dakikalar, telefonların şarjını tüketir. “Böyle olmayacak, yüz yüze görüşelim, bir kahve içelim,” der kadınlardan biri, diğer tarafın cevabı nettir, “İlk fırsatta,” der. Çünkü fazla çeneden, onun da telefonunun şarjı diğerinki gibi bitmeye yakındır. Ne zaman ve nerede buluşacaklarının ortak kararında konuşmaları sonlanır. Benim arkadaş çevremde de durum aynen böyleydi. Ve geçen hafta bu konuşmanın bir benzerini yaşadığım bir arkadaşımla buluşmuş, bir kafede laflamıştık. O benim sadece bir arkadaşım değildi, yirmi beş senelik önemli bir dostumdu. “Dostumdu,” dememe bakmayın, bu benim düşüncemdi zira o kanı soğuklardandı, ser verip sır vermezdi. Sadece seneler evvel ağzı gevşemiş, kocasının çocukluk aşkıyla arada görüştüğünü söylemişti.
Onunla caddenin kalabalık kafelerinden birinde buluştuk. Tam da bir hafta evveliydi, karşılıklı kahvelerimizi yudumlamıştık. Konuşmamız öyle bir noktaya geldi ki sorduğum şey gayet masumdu ve özel hayattan tamamen uzaktı. Suratı, birden şekilden şekle girdi. Öfkesi poposunu hoplattı, omuzları senkronize kıpırdandı hoplattığı poposuyla. Ardından boynu hareketlendi. Başı istemsiz oynadı, gözlerinden alevler yükseldi. Çantasını açtı, anahtarlığını çıkardı. Anahtarlığının ucundaki sarı tenis topu kahve fincanımın tabağına çarptı. Hareketsiz kaldım. O hâlâ söyleniyordu. Derken birkaç kez yukarıya kaldırdı başını, amcasından miras kalan “o evi,” kaça sattığını asla bana söylemeyeceğini haykırdı. Yüz ifadesiyle bana ne kadar uzaksa ses tonlamasıyla da benim dostum olamazdı. Kendisi gibi bakmıyordu bana. Tanıyordum onu, arkadaşımın kendisine has kuralları var, biliyordum. Onunla tartışmak hep zordu, işine gelmezse ani çıkışlar yapardı, fakat bana ilk kez bu şekilde davranmıştı. Terslenmemin üzerinden bir hafta geçmişti gazete haberini okudum. İster istemez benim de yüzüme acı bir tebessüm yerleşti.
O gün kafede, o kadar çok şey söyledi ki bana, en gücüme gideniyse, “Ne münasebet!” demesiydi. Birkaç kere haddimi bildiren bu sözcüğü tekrar etmiş, “Ne münasebet!” “Ne münasebet!” “Ne münasebet!” demişti. Anlamıştım. Evin satış fiyatını sorduğum için ben bir münasebetsizdim. Bir kere daha anladım, derdimizi karşı tarafa aktarırken en önemli organımız dilimiz. İkimiz de birbirimizin son yirmi beş senesine hâkimdik. Farklı şeylere ağlasak da aynı şeylere gülmüştük. Her şey birden anlamsızlaştı. Oğlumu götürdüğüm bir parkta onunla tanışmış, çocuklarımız uyumla oynayınca kısa sürede kaynaşmıştık. Parktaki ilk karşılaşmamıza kadar indim, ne yazık ki onu tanımıyordum. Demek ki onunla tanışmadan önceki hayatlarımız, tecrübe ettiğimiz şeyler, o kadar farklıydı ki beni bu kadar kolay tersleyebilmişti. Yoksa merakla yönelttiğim o soruda bir art niyet aramazdı.
Arkadaşımın çocuksuz ve bekâr bir amcası vardı. Beş sene evvel seksen beş yaşındayken vefat etmişti. Tüm mal varlığı arkadaşıma kaldı. Heyecanınızı arttırmak için, “Arkadaşımın amcası çok varlıklıymış, arkadaşıma beş apartman, üç dükkân, antika arabalardan bir koleksiyon, bir motor yat, bir helikopter, bir uçak kalmış,” demeyi çok isterdim fakat hiç böyle değildi kalan miras. Arkadaşıma amcasından kalan sadece adada bir evle, külüstür bir arabaydı. Arabayı hemen sattı, eline geçen parayla Avrupa turuna çıktı. Beklentim evi de satıp, bir dünya turuna çıkmasıydı. Fakat bu evi satması kolay değilmiş. Ben, “Neden,” diye sorunca evin tapusu için, “Çetrefilli,” demişti arkadaşım. Yine de amcasının adına, söz konusu evin bir tapu kaydının olmadığı hiç aklıma gelmedi.
O gün, buluştuğumuz kafede müthiş bir kalabalık vardı. Herkes bana bakıyor, bense masanın üzerine, anahtarlıktan sallanan sarı tenis topuna. Birbirine rakip iki kadın tenisçiymişiz, bir tenis kortunda maç yapıyormuşuz gibi bir havaya girdim. Müşteriler, bir tribün dolusu tenis maçı seyircisiymiş de bir ağızdan onu yenemeyeceğimi haykırıyorlarmış. Arkadaşını dürten bizim masayı gösteriyordu, yerin yedi kat dibine girdim. İki el sıkı sıkıya tuttuğum raketimi, ters koldan iyice geriye çekerek gönderdiğim uzun toplarımı karşılayamazsa yerin yedi kat altından başım yukarıda çıkacaktım. O, o kadar emindi ki kendisinden, servis çizgisinin az gerisinde duruyor, ileri geri seri hareketlerle topumu karşılıyordu. Elindeki raketle beni toprağa gömmek istiyordu. Çift elle karşı tarafa gönderdiğim her top oldukça hızlıydı. Arkadaşım ters vuruşumu keserek maçı sonlandırmak istedi ki, geriden koşarak ağın önüne geldi. Servis alanında, pozisyonunu aldı. Raketimden karşıya savrulan top yere değmeden, onun raketine kavuştu. Arkadaşım, raketiyle topun hızını kesti, onun raketinden seken top fırıldak gibi döndü ve benim tarafıma geçti. Onu şaşırtmak için, iki uzun sağ vuruş, ardından tüm gücümle bir ters vuruş daha çektim. Her birini ağın önünde, aynı şekilde, karşıladı. Raketinin gergin telleri, gönderdiğim topun hızını bir kez daha kesti. Top havada bir kez daha fırıldak gibi döndü, döndü, onun raketinin tellerinden tok bir sesle, sarı tenis topu, kortun ağını teğet aştı. Bu ses bile benim yenilgime işaretti. Ağ önünde, hızı kesilerek karşılanan topa vurmak için sahanın soluna uçtum. Top, tahmin ettiğim üzere, iki bacak boy mesafemin uzağında, kortun toprak zemininde kısacık sekti, fakat ben ters köşede kalmıştım. Havada uçtum uçtum yüzükoyun toprak korta yapıştım. Tenis kortunun killi toprağından yüzüm, üstüm, başım, her tarafım kırmızıydı…
Anahtarını çantasından çıkaran kendisi değilmiş gibi anahtarının neden masada olduğunu sordu bana. Onu cevapsız bıraktım. Bir süre feri sönmüş mavi gözlerinin griliğinde kayboldum. Aşırı sarkan göz altı torbaları, düşük göz kapaklarıyla o, benden daha büyük duruyordu. Oysa ikimiz de aynı sene doğmuştuk. Bir tomar anahtar duruyordu masada. O evin yedek anahtarı, hatta sattığı arabanın da yedek anahtarı hâlâ onda mıydı? Benim aklımdan geçenleri anlamış gibiydi. Bir hışımla anahtarları kavradı, gerisin geriye çantasına attı. Sarı tenis topu “son bir set,” dercesine çantanın ucuna takıldı. Elimin tersiyle dokunmam yetti, o çantada bir ben eksiktim. Birden aklıma bir cinlik geldi, arkadaşımın kahve falına bakmak! Mesele onu, fala, ikna etmekteydi. Tamam bir zamanlar, onunla, bir falcıdan bir diğerine giderdik. “Şuradaki falcı ne söylerse çıkıyor,” dendi mi ertesi gün biz oradaydık. Benimkisi sadece bir meraktı, geleceği önceden bilmekle sonuçlanan. Onun fala düşkünlüğünün altında yatansa, ona aitti ve ben bunu hiç deşmedim. Derken eş dost arasında, asık yüzleri gülümsetmek için eğlencesine fal bakmaya başladım, hatta iki falda, söylediklerim de aynen çıktı. Birinde kapı komşumun uçarı kızının evleneceğini söylemiş, diğerindeyse annemi gelin gittiği şehirden doğduğu şehre ilelebet taşımıştım. Ben bunları düşünürken, arkadaşım kahvesinden iki yudum daha aldı. İkinci yudumu ağzının içindeyken, burnundan derin bir nefes çekti. Bu havayı o kadar derin solumuştu ki bir hıçkırık krizine yakalanmasını an meselesiydi. Fakat beklediğim hıçkırığa bir türlü yakalanmadı. Birden, kendisi için bir kahve falına bakmamı istedi benden. Bunu söylerken bir ricada bulunmamış, “Falıma bak,” demişti. Sizlerin, “Ne var bunda,” dediğinizi bildiğimden açıklamak istedim, arkadaşım falını kendine ait bir sır kabul ettiğinden, profesyoneller dışında kimseye baktırmazdı. Falı kendiliğinden istemesi gerçekten ilginçti.
O, falına bakmam için kahve fincanını hazırlarken, benim, ona söyleyeceklerim hazırdı. O evi görmüştüm, adanın yüksek noktalarından birindeydi. Evin konumlandığı arazi ada sahiline, karşı kıyıya kuşbakışı hâkimdi. “Tapusu çetrefilli,” dediğini hatırladım. Demek ki evin bir sırrı vardı. “Evin farklı bir sahibi varmış. Bilmeyen sizmişsiniz. Uzaklardan bir adam gelecek ve evini geri alacak. Senin evi sattığın adam da sana verdiği parayı senden isteyecek. Sen bu parayı geri vermek istemeyeceksin, adamla büyük bir kavgaya tutuşacaksın. Belki bir hafta, bir ay, bir yıl içinde gerçekleşecek ama kesinlikle bunu yaşayacaksın,” dedim. Esasında ben, kahve falına bakmasını bilmiyordum. Bakar gibi yaparken parmaklarımın arasındaki bir fincanı, kendimce kullanıyordum. Ve kalbimin derinlerinden gelen şeylere dem vurmadan düşüncelerimi konuşturuyordum. Canım gerçekten acıdığında, bazen de imkânsız bir şeyin gerçekleşmesini istediğimde, beliren bir hissiyattı benimkisi… Ve ben, bunları tamamen uydurmuştum. Elimdeki gazete haberi, arkadaşıma bir hafta evvel baktığım o falın gerçek olduğunu gösteriyordu. Meğerse, amcanın adada yaşadığı bahçe içindeki o müstakil ev, savaş zamanında ülkeden kaçan bir aileninmiş. Arkadaşımın amcası da o zamanlar genç bir adammış, adada balıkçılık yaparmış. Kendisinin kullandığı bir takayla, o aileyi deniz yoluyla karadan sınır malum ülkeye taşımış, karşılığında da onların terk ettikleri eşyalı evine yerleşmiş. Aradan seneler geçmiş, yurt dışındaki o ailenin mirasçıları arazilerinin peşine düşmüş. Ailenin avukatı ülkeye gelmiş, işlemleri başlatmış. Hatta evin oturduğu vadinin arazisi de bu aileninmiş. Tapusuz eve yüklüce para sayan adam hakkını ararken, arkadaşımla kavgaya tutuşmuşlar. Adamın silahını kullanması ve arkadaşımın yaralanması da bu yüzdenmiş.
Ne yazık ki gazetede okuduğum haberde adı geçen kadın, benim, bir hafta evvel buluştuğum dostumdu. Okuduğum satırların kaçıncı tekrarında, arkadaşım kent hastanesinde yaşam mücadelesi verdiğini idrak ettiğimin farkında değildim. Telefonum da susup bilmem kaçıncıya tekrar çalıyordu. Okuduğum satırlar benim uydurarak söylediğim şeylerdi. Benim olanı sarmalamak, arkadaşımı yüreğimde hissetmek, onu iyileştirmek istedim. Neden sonra kollarım çözüldü, yüzümdeki tebessüm acıdan endişeye, endişeden tarifsiz hallere dönüştü. Nedensiz gevşeyen kollarımın arasından kayan gazete kucağımdaydı. Arkadaşım kucağımdan bana bakıyordu. Başımı yana, solumdaki sehpadan tarafa çevirdim. Gözüm üstteki derginin kapağında, kalın harflerle “Hayat Ne Garip,” yazısında. Gerçekten de hayat ne garipti…
Güzel bir öylü okudum, yüreğinize sağlık