top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Hesaplı Karşılaşma

Onun fikrini zihnimin en nakışlı yerinden söküp atmaya çalışmış, bir nebze başarılı olmuştum ancak döndüğünü öğrendiğim şu birkaç saatlik süre içinde kapandığım kafesin sağlam kapısı; kilidi tutmayan, güvensiz eskice bir hurda gibi gıcırdayarak açıldı.

Mihriban Demir


Birkaç saat öncesine kadar onun adını anacak olsalardı, yüzümde biriken bir nefretle uzun uzun öfkemi haykırabilirdim, ne var ki döndüğünü öğrendiğim andan itibaren birine yeniden yenilmenin verdiği o ezikliği yaşamaktaydım. Uzun, gri şubat günleri bir hafta önce başlamış, yazı yerinden eden hırçın soğuklar caddelerde zafer seremonisine geçmişti. Üç aydır gelip kapandığım bu odadan yalnızca birkaç saat uğrayıp şehirde olup bitenleri dağınık bağlantılarla öğrendiğim Kâmyâb’a gitmek, denize çıkan dar caddeyi yürümek için ayrılırdım. Bütün seslerden ve yüzlerden kaçarak geldiğim bu yerde yalnız kendimi duyduğum ve boyuna kendimi gördüğüm günler... Birkaç saat önceye kadar bu böyle sürüp gidebilir diye düşünüyordum. Onun fikrini zihnimin en nakışlı yerinden söküp atmaya çalışmış, bir nebze başarılı olmuştum ancak döndüğünü öğrendiğim şu birkaç saatlik süre içinde kapandığım kafesin sağlam kapısı; kilidi tutmayan, güvensiz eskice bir hurda gibi gıcırdayarak açıldı. Bu kadar korunaklı olduğunu zannettiğim kapı yeniden rüzgârı dahi engelleyemeyen güçsüz bir kapıya dönmüştü. Kurtulmak amacıyla kudurmuş bir öfke nöbeti eşliğinde kaçtığım o his bir daha bulmuştu beni, yakalanmıştım. O, dönmüştü. Bütün bir öğle sonrasında sinik bir sesle tekrar etmekten kaçındığım bu cümleyi şimdi daha anlaşılabilir şekilde dillendiriyordum.



Oturduğum sandalyeden kalkmak için dizlerimde ufak bir kuvvet kırıntısı yoklarken bir çocuk ince sesiyle ağlamaya başladı, annesi olduğuna kanaat getirdiğim yorgun bir ses, sakinleştirmeye koyuldu, çocuk biraz sonra sustu. Masamdaki küllük çoktan taşacak kadar dolmuş, kendine yer bulamayan izmaritler rastgele karalanıp atılan kâğıtlara sıkıştırılmıştı. Masayı o hâlde görünce içim biraz daha sıkıldı. Yatağımın başında asılı duran geniş çerçeveli tabloda hüzünlü bir sonbahar akşamı tasvir edilmişti. Uzun uzun izledim tabloyu, nasıl olur da bu kadar zaman fark edememişim diye düşündüm. Gözümü ondan döndürerek bir sigara aldım paketten, nihayet ayaklanarak sallantılı bir yürüyüşle odanın içinde çakmak aradım bir süre. Sigarayı yakmayı becerdiğimde artık gözüm şehri hafif yüksekten gören büyük camdaydı. Bütün gün yağan yağmur büyük caddedeki çıplak başlı ağaçları sersefil etmişti. Soğuk rüzgârda biraz daha güçsüz kalmışlardı. Sigaranın dumanı havaya doğru ince, titrek bir çizgiyle yükseliyordu, sönmek üzere olan izmariti sert bir hareketle ağzına kadar dolmuş küllüğe bastırıp tekrar sandalyedeki yerimi aldım. Gelmiş demek? Üstelik sadece üç ay sonra…


Onu tekrar göreceğime inanarak ilk karşılaşmamız için pek çok senaryo hazırlamıştım. Bir tanesi ahbaplarımızla oturup kâh dünyayı kurtarıp kâh kurtardığımız o dünyanın köküne sövdüğümüz Kâmyâb’da olacaktı. Sokağa rastgele bırakılmış ince sandalyelerle dar, yuvarlak masaları olan Van Gogh’un o meşhur Gece Kahvesi’ni anımsatan kahvede. İkincisi sokakta olacaktı, ben her zamanki yerden nergis alırken görecektim, öylece. Tesadüf bu ya! İnce yüzünde her zamanki merakla duracaktı karşımda. Üçüncü senaryo gerçekleşmesini en çok istediğim ve ne yazık ki gerçekleşmesi en mümkün olmayandı. Buraya gelecekti, adresi falancadan aldım. Ayaklarım buraya kadar sürüdü beni, merak ettim, diyecekti. Her seferinde burada biterdi konuşma zira benim söyleyebilecek bir sözüm yoktu. İki kişi en çok ne kadar anlayabilir birbirini?


İnsan doğası gereği ilkeldir. Her ne kadar kabuğuna zarafet ve anlayış süsü verse de kabukluydu işte, kaba ve ilkel bir kabuk… Ona öfkeli cümleler kurmam gerek, her biri sarı zehir ve irin taşımalı. Onu çok kızdıracak sözleri bir ipe dizer gibi dizmeliyim cümlelerime.

Hiç öfke dolu cümleler kurdum mu peki? Belki içimden.


Ellerim ezber hareketlerle masada bir deftere ulaştı. Çalakalem yazdığım satırlara baktığımda kazananın hep o olduğunu yeniden anlamanın köhne ateşi vurdu beni.


Tanrı da bilir ki senin kapından başka gidecek kapım yok

Sana dönüktür gönlüm, mihrabısın onun

Akşam olduğunda bütün şehirlerin sokaklarında ezanlar seni okur, tiz…

Dudaklarda kısık bir duasın, dizleri üzerinde yakaranların iki büklüm yakarışı, mecûsîlerin ateşgedesinde yüzyıllardır sönmeyen ateşin sebebi sensin

Tanrı da iyi bilir ki cemaatleri peşi sıra sürüyen senin yüzündür

Her yeri fikrinle kuşatılmış bu yangın yerinde gidebileceğim bir yer söyle

Bahçesinde bir ceviz ağacıyla yazgımı işleyen kitabenin olduğu,

Senin fikrinin kuşatmadığı bir mabet…


Kâğıdı kutuya geri bıraktım. İnsanın dilenip yakarabileceği bir tanrısı olmalıdır belki de. Bu denli çaresiz kalmak kimsenin hak ettiği bir ceza değil. Belki de tanrı onu bilmemenin cezasını veriyordur, bilebilir miyim, bilemeyeceğime eminim.


Hızlı verilen her karar yükü hafifletir diye düşündüm. Onu bulmak değil, ondan kaçmak istiyordum. Bu yüzden aynanın karşısına geçtim Saçlarımı gelişigüzel taradım, elimle rujlarımı yoklayarak kırmızı olanını alıp dudağımda birkaç kez gezdirdim. Bir fırçayla kaşlarımı düzelttim. Daha önce provası edilmiş gibiydi ancak hiç düşünmediğimi biliyorum. Aynada gözlerime denk gelince suçüstü yakalanmış birinin hissettiği tedirginlik doldu göğsüme, hemen kalkıp paltomu giydim, yeniden aynanın önünden geçtiğim hâlde dönüp kendime bakamadım. Küflü koridoru hızlı adımlarla arşınlayıp sokağa çıktığımda soğuk rüzgârın paltomun içinden girip boynuma doğru gittiğini duyumsadım. Hava soğuk ama neden böyle sımsıcak atıyor bileğim?


Az önce odamın büyük camından izlediğim çıplak başlı ağaçları geçtim, caddeyi bitirip Kâmyâb’ın önünde durdum, camdan duvar dibindeki masayı arayıp buldu gözlerim, oradaydı. Sabırsız, her an kalkıp gitmeye hazır bir oturuş, her zamanki coşkulu dinginlik… Yine o kazanmıştı hatta zafer sancağını elinde tuttuğu için mutlu bile olmuştu. Kurguladığım karşılaşmaları sürüp bir kenara atmıştı. Camın ardında uzun süre durup yağmura aldırmadan içeriyi izledim. Yüzüme en güçlü ifademi verip kapıdan girdiğimde her şeyin bu kadar hızlı ve bu denli mümkün olması kafamda bir uğultu yarattı. Nasıl böyle mümkün kılabiliyordu bizi zaman?

Merhaba.

Merhaba, ıslanmışsın. Niçin yürüdün?

Yol uzasın diye.


Masada sırtım dışarı dönük öylece oturmuşken onun orada olduğunu, camın arkasından beni izlediğini biliyordum. Geldiğimi öğrendiği andan itibaren hastalıklı bir telaş içinde savrulduğunu tahmin etmek benim için zor değildi. Buraya geleceğini ondan iyi biliyordum çünkü onu kendinden iyi tanıyordum. Gittiğim o gece, dönüp bir kez olsun bakmamıştı, koltukta yan oturmuş tek eliyle de başını tutar hâlde boşluğu izlemişti. O an dönüp tek söz edebilse kapıdan döneceğime emindim ne var ki daimi uzaklığı bana asla kalma fırsatı vermedi. Ondan kaçtığımın farkındaydı, her gün bir sarmaşık gibi çevreliyordu beni hisleri. Kararlı, tutkulu bir duvar sarmaşığı… Böyle olduğu hâlde bazen sesi asırlar öncesinden gelir gibiydi, tutuk ve kararsız… Gidişimin ona haklı olma şansı verdiğini biliyorum. Üç saatten beri burada, araftaydım. Geleceğini bildiğim hâlde neden böyle sabırsız ve güvensizdim? Neden gittiğim o yeşil, süslü caddeleri olan şenlikli şehirden her yeri karanlığa bürünmüş bu yaslı şehre döndüm? Beni bu kasvete döndüren şey bu kadar güçlüydü demek?


Bir süre duvardaki tabloya gözümü dikerek beklemem, sabahtan bu yana içinde gezindiğim bulanık sudan biraz olsun uzaklaşmak içindi. Tabloda yeşil pervazlı bir camın yanında ince bir askılık tasvir edilmişti, salonun geri kalanında beyaz, temiz örtüleri olan geniş masalar, bir davet bekler gibiydi. Geride soluk mavi boyasıyla kubbeli balkon duruyordu. Gökyüzünün iki taraftan da içeri taşındığı bu ferah tablonun içinde olmak mümkün olabilseydi yahut dönmüş olmanın verdiği can sıkıcı tekrar hâlini yakamdan alıp atabilseydim.


Her şey yine sarmaşıkların beni sarmasına izin vermek içindi, uzun zaman önce kabullenmiştim. Gitmek en fazla bu kadar sürmüştü işte. Onun fikrinin oluştuğu o ilk günden bu yana bütün günler parçalanamaz zamanlara dönüştü. Nesneler ve sözcükler anlamlarından sıyrıldı, hiçbir söz eskiyi karşılamıyor. Günleri saksılara dizip yaşıyorum, onun fikrinin olmadığı günlerde kupkuru kalıyor çiçekler. Biliyorum, anlamdan sıyrıldı her şey. Martı ne demekti, bir çocuğun ilk diş ağrısı neydi, unuttum. Her şey ondan, her ne varsa unutturan; ondandır. Nereye gidersem gideyim döneceğimi biliyor.

Hava çok soğumuş burada, nerde kalıyorsun?

Soğudu, Divanıkebir Caddesi’nin karşısında.

Nergisler var tezgâhta, zamanı gelmiş. Masandaki çeşmibülbül vazo için nergis alıyor musun?

Almıyorum, zihnimdeki çeşmibülbül vazoda birçok nergis kuruyunca almayı bıraktım. Yürüyelim mi?

Yürüyelim.

bottom of page